1 Aralık 2024 Pazar

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ


 

19. yüzyılda dünya; siyasi, ilmi, teknik ve ekonomik yönden büyük değişiklere sahne olmuştu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu eski ihtişamlı günlerini geride bırakmış yenidünya düzenine ayak uyduramamış ve Viyana kapılarından dönerek 1699 Karlofça Antlaşması ile 238 yıllık geri çekiliş sürecine girmiştir. Bu süreçte ortaçağ karanlığındaki Avrupa atılım yapmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nu her alanda zor durumda bırakarak en sonunda açık Pazar yani sömürge durumuna düşürmüştür.

Avrupa’nın coğrafi keşifleri gerçekleştirmesi ile başta sömürdüğü Afrika ülkelerindeki altın, elmas ve çeşitli yer altı kaynaklarını ülkelerine kaçırmasıyla Avrupa kıtası zenginleşmişti. Bu zenginleşme sürecini reform ve rönesans hareketleri izlemiş Rönesans hareketleri ile sanat, bilim, edebiyat alanında yenilikler yapılmış ve Hümanizm yani insancıllık akımı ortaya atılarak Avrupa eskiçağdaki eserleri inceleyerek ve üzerine katarak bilimde ilerleme kaydetmiştir. Bu sayede kilisenin etkisi kırılmış ve reform hareketleri başlamıştır. Bu gelişmelerde Avrupa’da skolastik düşüncesinin yıkılmasıyla beraber bir Aydınlanma Çağı’nın oluşmasına neden olmuştur. Bu aydınlanma çağıyla bilimin daha da gelişmesi sonucunda buharlı makinelerin gelişmesi ve en nihayetinde Sanayi Devrimi’nin yapılmasıyla üretim insan kol gücü yerini makineye bırakmış ve üretimde artış sağlanmıştır. Fakat üretim için gerekli hammaddeler karşılanması için dünya devletleri kendi toprakları ve hatta kendi kıtaları dışındaki ülkeleri sömürmek için kendi aralarında sömürgecilik yarışına girmişlerdir.

İşte bu sebeple çağın gerisinde kalan o yıllarda sanayi devrimini gerçekleştiremeyen ipek ve baharat yollarının öneminin kalmadığı ve halen tarımda makineler yerine insan kuvvetinin kullanılması Osmanlı Devleti’ni çöküşe geçiren başlıca sebepler olarak karşımıza çıkarmıştır. Bir de 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte milliyetçilik akımıyla her millete ulus devlet fikriyatı yayılınca Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak toprak kaybetmeye ve ayrıca açık pazar haline gelmişti. Devletin yıkılmaması için birçok ıslahatlar yapılmış, fermanlar yayınlanmış, fikir akımları ortaya atılmış ancak hiçbirisi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü durduramamıştır. Bu süreç dünya devletlerini ve imparatorlukları Birinci Dünya Savaşına götürmüş ve 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında Osmanlı ve ittifak kurduğu devletlerin yenilmesi ile sonlanmıştır. Osmanlı imparatorluğu Çanakkale Cephesi hariç tüm cephelerde yenilmiş ve 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesini imzalayarak savaştan yenik ayılmıştır. Bundan sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları artmış ve sıkıştığı Anadolu coğrafyası ile işgale uğramaya başlamıştı.    

Afet inan eserinden işgallerle ilgili şu bilgileri vermiştir:

“İşgaller, denizden ve karadan 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren başlamıştır. Hatta Musul ve İskenderun gibi mütareke olduğu tarihte Osmanlı ordusunun elinde bulunan yerler bile alınmak istendiğinde buna karşı gelen kumandanlara İtilaf kuvvetleri 7. Maddeye göre hareket ettiklerini bildirmişlerdir. Irak sınırında General Ali İhsan, Suriye sınırında ise Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal bulunuyordu. 13 Kasım 1918’de itilaf devletlerinin savaş gemilerinden kurulan büyük bir filo Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a girmiştir. İstanbul resmen işgal olmasa da fiilen işgal edilmiş oluyordu. Osmanlı hükümetine ait birçok resmi ve özel binalara el konulmuştu. Diğer taraftan Anadolu içlerindeki merkezler olduğu gibi Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki yerler de işgal ediliyordu.” (Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2020, s.22) 

Tüm bu zorluklar ve işgaller karşında Türk milleti susmamış ve bulunduğu bölgeleri korumak için halkça teşkilatlanıp Kuva-yı Milliye’yi kurarak bağımsızlık mücadelesine başlamışlardır. Sonrasında düzenli orduya geçilerek işgalciler yurttan atılmış ve Lozan Antlaşması imzalanarak yeni devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya tanıttırılmıştır.

KAYBEDİLEN CEPHEDE KAZILAN ZAFER

 

Mustafa Kemal’in Suriye – Filistin cephesine gönderilmesiyle beraber orada yaşanan olaylarla ilgili hep bir takım görüşler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal bu cephede başarılı mı oldu? Yoksa tek kurşun atmadan bu cephedeki mücadeleleri kayıp mı etti? Bu yazımda bu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım. Bu cevabı vermek için bana ayrılan köşe yeter mi bilmiyorum. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda en uzun süre devam eden ve en çok kayıp verdiği tek meydan muharebesinin yapıldığı cephe, Filistin olmuştur. Bu yüzden bu konu aslında başlı başına bir araştırma makalesi olmalıdır. Fakat bu konuya köşemde özetleyebildiğim kadar kısa tutmaya çalışacağım.  

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ankara Yolu Dergisi’nin 2013 yılında 51. sayısında Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal” adlı makalesinde bu konuyu çok iyi bir şekilde araştırmıştır. Bende onun özet kısmını aynen alıntı yaparak köşe yazıma başlıyorum. 

“Filistin Cephesi’nde yaşanan Nablus Meydan Muhaberesine gelmeden önceki süreçteki yaşanan çarpışmalar şunlardır: Birinci ve İkinci Kanal Harekâtları, Birinci, İkinci, Üçüncü Gazze Muharebeleri, Kudüs Muhaberesi, Birinci ve İkinci Şeria Muharebeleri olmuştur. Mustafa Kemal ise 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni oluşturulan Yıldırım Ordular Grubunun 7. Ordu Komutanlığına atanmış fakat bu grubun komutanı olan eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamamıştır. Bunun üzerine 2 Ekim 1917’de istifa ederek, İstanbul’a gitmiştir. Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nde durumun kritikleşmesi üzerine, bizzat Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 5 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu Komutanlığına atanmıştır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmak amacıyla, Filistin Cephesi’nde kesin sonuç almayı planlamıştır. Filistin Cephesi’nde Osmanlı’nın batıdan – doğuya doğru 8. 7. ve 4. Orduları tertiplenmişti. Avrupa Cephesi’nden Filistin Cephesi’ne atanan General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, 19 Eylül 1918’de taarruza başlamış aynı gün 8. Ordu bölgesinden Yıldırım Ordular Grubunun cephesini yarmayı başarmıştır. Tarihe Nablus Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş sonunda Cevat Paşanın 8. Ordusuyla, Mersinli Cemal Paşa’nın 4. Ordusu imha olurken, Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordusu büyük zayiat vermesine rağmen düzenli bir şekilde geri çekilmeyi başarmıştır. Fakat Filistin kaybedilmiştir. İngiliz Ordusu ile isyan eden Araplar işbirliği yaparak Filistin’den sonra kuzey istikametinde takip harekâtını sürdürmüşler ve bunun sonucunda Ürdün ve Suriye’yi de işgal etmişlerdir.” (Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muhabrebesi’nde Mustafa Kemal, Atatürk Yolu Dergisi, 2013, s.617)

Yıldırım Ordularının geri çekilişi Halep’e kadar sürmüş ancak süvari ve zırhlı vasıtalara sahip olan İngilizlere karşı direnişin burada da yapılamayacağı öngörülünce Halep’in dağlık bölgelerine konuşlanılmıştı. Böylece İngilizlerle Halep’te muharebeler olurken ayrıca İngilizlerle birlikte hareket eden Araplar ile Şerif Faysal’ın kuvvetleri de Halep’e saldırmışlardır. Bununla birlikte Halep’te bir kısım Araplarda silahlanarak bu isyancılara katılmış ve sokak çatışmaları başlatmışlardı. Ancak bu sokak çatışmalarını Mustafa Kemal kazanmış ve 7. Ordu kıtalarını Halep’in 5 km. kuzeyine çekmiş ve ordu karargâhını da Katma’ya nakletmişti. Katma, Afrin’in Racu Beldesidir. Mustafa Kemal, Katma yakınlarındaki bu beldeyi üs bölgesi olarak belirleyerek 7. Ordu Karargâhını ve bazı birliklerini burada konuşlandırmıştır. (Süleyman Hatipoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın Afrin’deki (Katma ve Racu Faaliyetleri, s.651-652)

Kaybedilen Cephede kazanılan zaferi Celal Bayar’ın, “Bende Yazdım” adlı kitabında Mustafa Kemal’in şu sözlerine yer verilmiştir:

“Nablus Karargâhında ikinci defa 7. Ordu kumandanıyım. İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve vaziyeti tetkik etmek oldu. Bu teftiş neticesindeki kanaatim şu idi ki: Her şey bitmiştir. Yakın felakete mâni olmak ve esaslı tedbir almak müşküldü. İstanbul’dan çıkalı daha on beş gün olmamıştı. Yatağımda yatıyordum. Bir gün kurmay başkanım her vakit olduğu gibi bana o günün raporlarını okudu. Basit raporlar, her zamanki gibi… Yalnız, bu raporlar içinde bir nokta nazarı dikkatimi celbetti. Bir İngiliz esirinin ifadesi… Ve onun delâletiyle keşfettim ki bir veya bir iki gün sonra İngilizler, bütün cephe üzerinde ciddi taarruzlarını yapacaklardır. Biraz sonra kurmay heyetimi toplu olarak göreceğim dedim. Yataktan kalktım, giyindim, iş odasına giderek bir muharebe emri yazdırdım. Bu emirde; düşman 19 Eylül günü akşamı umumi taarruz yapacaktır diyor, buna karşı ordumca alınacak tedbirleri zikrediyorum. Bu emri, malûmat vermek için Grup Kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya gönderdim. Çok hürmet ettiğim bu zat benim raporlardan çıkardığım neticeyi uzak görmüş ve gülmüş. Bununla beraber ihtiyattan bir zarar gelmez diyerek bana da fazla bir şey söylemeye lüzum görmemiş… Ben, verdiğim emrin yanlış anlaşılacağını tahmin etmiştim. Bu sebeple düşmanın işaret ettiğim zamandaki taarruzunu çok dikkatle takip ediyordum. 19 – 20 Eylül gecesi kolordu kumandanlarını telefon başına çağırdım ve sordum: ‘Verdiğim emri ve ona göre icap eden tedbirleri aldınız mı?’ ‘Emirleriniz yapılmıştır.’ Cevabını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu hatlarımız üzerine ateş etmeye başladı. Gece muhabere ile geçti. Benim ordunun sağ kanadındaki ordu yarıldı, esir oldu. Ve boş kalan bu cepheden geçen düşman süvarileri, Liman Von Sanders’in karargâhını bastı. Hakikat anlaşılmıştı, fakat neye yarar? Ben, uzun tafsilat ile izah olunabilir müşkülat içinde nehirden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam’a kadar getirebildim. Benim karargâhım Rayak’da, Liman Von Sanders Paşa’nınki Bâlebek’de idi. Gördüğüme göre Rayak civarında dağınık, intizamını kaybetmiş, maneviyatı bozulmuş birtakım insanlardan başka kuvvet denecek bir şey yoktu. Bunları, güvendiğim subaylar ve kumandanlar vasıtasıyla derhal toplayıp düzene sokturdum. Bu işleri yaptığım esnada bir taraftan da Rayak İstasyonunun kâmilen ateşe verilmesini emretmiştim. Bende şu kanaat belirdi: Bütün cephelerde ve bütün kuvvetlerde üzerinde emir ve kumanda kalmamıştır. Âdeta delice bir emir verdim. Bu emrin esaslı noktaları şunlardır: ‘Şam’da bulunan bütün kuvvetler, benim orada bıraktığım İsmet Bey’in emri altında ve Rayak havalisindeki kuvvetler Ali Fuat Paşa’nın kumandası altında kuzeye hareket edeceklerdir.’ Emrin ve suretini bütün kuvvetlerin kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya bilgi edinmek için gönderdim. Liman Von Sanders çok âlicenap bir tarzda: ‘Karar budur’ dedi. ‘Fakat ben nihayet bir ecnebiyim, bu kararı veremem. Ancak memleketin sahipleri verebilirler.’ O halde, dedim: Kararım tatbik olunacaktır. Kararım şu idi ki: ‘Ortada kalan 7. Ordu unvanı ve birçok enkaz… Bunları Halep’te, Suriye’nin kuzey ucunda toplamak, ondan sonra yeni karar almak.’ Ve bunu bizzat ben yapacaktım. Bahsettiğim kuvvetleri Halep’te topladım. Halep kumandanına verdiğim talimatta esas olan şu nokta vardı: ‘Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim. Yarın Halep’in Batı Kuzeyinde İngilizler ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketinizi tanzim ediniz.’ Olaylar dilediğim gibi cereyan etti. Ertesi gün, sabahleyin benim kuvvetlerimin geri çekildiğini zanneden Arap ve İngilizler sevinçle taarruza başladılar ve tarafımızdan alınmış olan tertibat ile mağlup olup bozguna uğradılar. İşte orada bu zafer neticesi, bir hat tespit ve tahdit ettim. Ve kuvvetlerime emir verdim ki: Düşman bu hattın ilerisine geçmeyecektir. Ve nitekim geçememiştir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1997, s.3 – 4)   

Böylece 26 Ekim 1918 günü gerçekten Türk askerinin geri çekildiğini sanan Araplar ve İngilizler saldırıya geçtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı düzen karşısında mağlup olmuşlardı. Bunun neticesinde Mustafa Kemal Paşa, Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvari Ordusunu ve asi Arapları 26 Ekim 1918 günü yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın son muhaberesi olan Katma Muhaberesinde perişan ederek düşman ordusunu bugünkü güney sınırımızda durdurmuş ve Toros Geçitlerini düşmana tamamen kapatmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu bu son savunma hattına defalarca taarruz yapılmışsa da bunların hepsi geri püskürtülmüş ve iki gün sonrada bu savunma hattının içerisine Antakya’da dâhil edilerek korumaya alınmıştı. (Hatipoğlu, “a.g.m.”, 652-654)    

Fakat düşman Anadolu’nun giriş kapısında durdurulmasına ve sağlam bir savunma hattı oluşturulmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu, Güney’deki bu tehdit sonucunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak teslim bayrağını çekmiştir.

Fakat milli mücadeleyi oluşturan çekirdek kadronun çoğu bu cephede savaşarak tecrübe kazanmış ve Mustafa Kemal liderliğinde milli mücadeleyi başarıya ulaştırarak bağımsız Türk devletini kurmayı başarmışlardır. 

16 Kasım 2024 Cumartesi

ORTADOĞU’NUN ÜZERİNDEN YILLAR GEÇTİ


 

Ortadoğu gazetesinde ilk köşe yazım 17 Kasım 2019 yılında, “Türkiye Bumerang Cehennemi” başlıklı yazı olarak çıkmıştı. Buradaki yazımda Ortadoğu’da Habil ile Kabil’in olayından başlamış ve Ortadoğu’da akan ilk kardeş kanından bahsetmiştim.

İlk köşe yazımdan yıllar geçmesine rağmen Ortadoğu’da halen kardeş kanı durmak bilmemiş. Sahi kardeş kanı bu topraklara Habil ile Kabil’in kavgasından sonra akmamış mıydı? O yüzden asırlar süren bir kavga varken neden 5 yılda olanlara şaşıyorum ki öyle değil mi?

Tarihler 15 Temmuz 2016’yı gösteriyordu. Türkiye Cumhuriyeti ağır bir tehdit altındaydı. Kamu kurum ve kuruluşlarının içerisine binlerce Pensilvanya kaynaklı hainler yerleştirilmiş ve bu hainler 15 Temmuz akşamı Türk Devleti’nin kendini koruma reflekslerini imha etmek için harekete geçerek bir grup eli silahlı FETÖ’cüyle darbe kalkışması yapmaya çalışmıştı. Fakat bu kalkışma başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere devletimizin yerli ve milli personelleri olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Güçleri ile MİT ve bu gecenin silahsız kahramanları olan Türk Milleti tarafından sabaha karşı bastırıldı. Böylece Türk Milleti kendi üzerine yazılan senaryoları yırtıp attı.

Bu olaylardan sonra Türk milleti 27 gün meydanlarda demokrasi nöbetleri tuttu. Bu süre zarfında da binlerce FETÖ’cü personel kurumlardan ihraç edildi. Hatta bu ihraçlarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinden de çok sayıda ihraç olmasına rağmen Türk devleti kendisini 40 gün gibi kısa bir sürede toparlamış ve 15 Temmuz’dan sonra sürekli terör saldırına uğrayan Türk devleti, Küresel güçlere kafa tutarak sabaha karşı 04.00’da 24 Ağustos 2016’da Cerablus’tan tanklarla girerek sınır ötesi operasyonlarını başlattı. DEAŞ Terör Örgütü başta olmak üzere bütün terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bu sınır ötesi operasyon ile dünyaya şu mesajı verdik: “Sizler bizim içimizden devşirmeler çıkabilirsiniz. Hatta bu devşirmeleri ihraç edince komuta kadememizde de eksikler olabilir. Ama biz buna rağmen 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanır. Girilemez denilen yere gireriz” dedik ve bu operasyonları 20 Ocak 2018’de “Zeytin Dalı Harekâtı”18 Mart 2018’de Afrin Operasyonu yine 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı Harekâtı sonrasında Pençe 1-2-3 Harekâtları, Pençe Kaplan Operasyonu, Bahar Kalanı Harekâtı, Pençe Kartal Harekâtları ve Pençe Kartal – 2 Gara isimleriyle sınır ötesi operasyonları takip etmiştir. Ayrıca Pençe Kilit Harekâtı da unutulmamalıdır.

Bu süreçte yurt içinde Eren Operasyonları gerçekleştirilmiş ve terör örgütüne hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük darbeler vurulmuştur. Bunun sonucunda Türk milleti rahat bir nefes almış ancak o rahat nefesi almak için kendi canlarını feda eden şehitlerimize de ağlamıştır.

Sonuç olarak yurt içinde eskisi gibi karakol basan, istediği zaman eylem yapan güçlü bir PKK Terör Örgütü yok edilmiş dağlardaki binlerce teröristin sayısı artık elle sayılacak düzeye indirilmiştir. Bu nedenle sınırlarımızın dışına çekilen terörist unsurlar ise başta ABD destekli olmak üzere el altından Türkiye’ye müttefik gibi görünüp ancak arkasından vurmaya çalışanlarla birlikte ağır silahlar ve zırhlı araçlarla teröristler donatılarak Türkiye’nin sınırlarının hemen yanı başında bir terör ordusu kurdurulmak istenmiştir. Fakat Türkiye bunlara da müsaade etmemiştir. Ancak müttefik görünümlü ülkeler bu emellerinden vazgeçmemişler ve halen terör örgütlerini isim değiştirerek desteklemeye, beslemeye ve eğit, donat faaliyetlerine devam etmektedirler.

Bu nedenle devletimize müttefik gibi görünen ülkelerin başkanlık seçimlerinin bize ve Ortadoğu’ya herhangi bir yararı olmayacaktır. Çünkü birisinin iktidardan gidip diğerinin gelmesi Ortadoğu’ya huzuru getirmeyecektir. Çünkü şahıslar değişse de hepsinin Ortadoğu politikası aynı; böl, parçala, yönet ve sömür…

Arap Baharıyla bölünüp, parçalanan Ortadoğu ülkeleri, 15 Temmuz’da Türkiye’de iç karışıklık çıkarma denemeleri ve son bir yıldır İsrail’in, Filistin katliamları…

Ne dersiniz? Sona yaklaşarak bir Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru gidiyor muyuz?


PKK TERÖR ÖRGÜTÜ

 


Terör Örgütü PKK’nın kuruluşunun ilk yıllarında yuvalandığı Irak’ta 1400 yıllık Türk varlığı ve 1000 yıllık Türk hâkimiyet tarihi vardır. Bundan 100 küsur yıl önce Irak, Osmanlı İmparatorluğunun; Bağdat, Basra ve Musul vilayetlerinden meydana geliyordu. Sözde Kuzey Irak diye bilinen 36. Paralelin kuzeyi ise, Osmanlı’nın Musul vilayetinin sadece önemsiz bir parçasını oluştururdu. (Hasan Celal Güzel, Kuzey Irak, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, s.7)

Silahlı faaliyetlerini buradan organize eden terör örgütü Irak’ı bir üs merkezi olarak kullanmış ve Türkiye’nin askeri hedeflerine saldırıları buradan düzenlenmiştir.

Türkiye 1968’den itibaren başta öğrenci olayları ve çeşitli örgütlenmemelerle kendisini düşük yoğunluklu bir savaşın içerisinde bulmuştur. Özellikle 1973 ve 1978 yılları düşük yoğunluklu savaşın ülke içerisinde artış gösterdiği yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu süreçte Türk Solunun içerisinde fikri yapılanmasını oluşturan örgüt mensupları 1980 yılına giden süreçte yapılanmasını tamamlamış ve 15 Ağustos 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de ilk silahlı saldırısına PKK Terör Örgütü olarak başlamıştır. 

PKK Terör Örgütünün ideolojik yapılanması ise Marksist, Leninist ve etnik ayrımcı bir ideoloji olarak karşımıza çıkmıştır. Eylemlerini asker, polis, sivil, kadın ve çocuk ayrımı yapmadan gerçekleştirmiş ve on binlerce insanımızı katletmiştir. Bunun yanında silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, çocuk kaçırma gibi suçlara karışmış bu örgütün en büyük zarar verdiği Güneydoğu bölgemiz ve o bölgede yaşayan Kürt vatandaşlarımız olmuştur. Çünkü çocukları zorla dağlara kaçırılarak militan olarak yetiştirilip devlete kurşun sıkar hale getirilmiştir. Bu örgütü kuranlar veya bu örgütü siyasi olarak destekleyenlerin çocukları yurt dışında zenginlik içerisinde büyürken kaçırılan bu çocuklar yine kendisi gibi bu topraklarda yaşayan ve askerlik vazifesini yapmak için gelen Mehmetçiğe karşı kurşun sıktırmışlardır. Az duymadık aynı aileden bir evladı askerde diğer evladı PKK Terör Örgütünün elinde olan ailelerin dramını.

Bu yüzden özellikle Kürt vatandaşlarımız uyanık olmalılardır. Türkiye’nin hepimize yettiğini Türk bayrağın gölgesinin serinliğinin hepimize ferahlık vereceğini, kardeşi kardeşe kırdırmak istediklerini ve bu yüzden ülkemizdeki herkesin içerisine nifak tohumları serpmek istediklerinin bilincinde olmalılardır.

Vatan hainlerinin, siyasi uzantılarının ya da Kandil’deki hainlerin veya yurt dışında yaşayıp sosyal medyadan ortalığı karıştırma vazifesi üstelenenler, Kürt kardeşlerimize bu vatanda birlik ve beraberlik içerisinde yaşadıkları için zehrini akıtmak isteyenlere hep birlikte karşı duralım. Bizi parçalara bölmek isteyenlere karşı tek yürek olalım.

2000 yılı aşkın Türk devleti geleneği her zaman düşmanlıklarla ve fitneyle karşı karşıya kalmış ve bu konularda 2000 yılı aşkın tecrübesi ile her daim yerinde müdahale refleksi ile devletini ve milletini korumayı başarmış veya yoluna yeni bir Türk devleti ile devam etmiştir. Atalarımızdan bize miras kalan bu tecrübe ile elbet bir gün ülkemiz içindeki terör kalıntıları başta olmak üzere Irak ve Suriye’deki ve yurt dışında saklanan tüm teröristleri ve hatta onları destekleyenleri elbet Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerekli cezaya çarptıracaktır.

 


ÖNCE VATAN

 


Biz kadim Türk milletinin fertlerine vatan nedir diye sorduklarında dedelerimizin mezar taşının olduğu her deriz. Çünkü dünyanın her tarafında Türkler olarak izimiz var. Ayak bastığımız her yeri vatanlaştıran ve güzelleştiren bir merhametimiz var.

Bu merhametimizle mazluma umut olduk. Zalime kalkan olduk. Yüzyıllarca bu merhamet ile birçok milletin, kurduğumuz devletlerimizin gölgesinde serinlemesi için çalıştık. Onun için vatanı kutsal bildik ve onun uğrunda yeri gelince canlarımızı feda ettik. Çünkü inandık ki vatan, toprağın bize verdikleridir. Bu nedenle toprağın bize verdiklerine karşı ona hizmet etmemiz gereklidir. Ancak uğruna canlarımızı verdiğimiz vatanımızın gençleri ellerimizden kayıp gidiyor. Vatan bilinçleri, bilinçli olarak kalplerinden sökülüp atılmaya çalışıyor. Gençlerimiz, sosyal medya araçları ve çeşitli uygulamalarla tanışıyor ve bunların içerisine hapsolup dış dünyaya, ailelerine, çevrelerine, arkadaşlarına kendilerini kapatıyorlar. Bu da onlarda bir zaman sonra yalnızlığa o yalnızlık hissi ise psikolojik sıkıntılara dönüşüyor.

Vatanımızın kalbi ve beyni olan gençlerimiz kendi inançlarına, gelenek ve göreneklerine, kültürüne, medeniyetine yabancılaşmış hatta düşmanlaşmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu da onlarda vatan ve millet sevgisi gibi milli değerlerin kaybolmasına, namus kavramının yok olmasına sebebiyet veriyor.

Bu sonuçlar tahlil edildiğinde ortaya kendini kaybetmiş bir nesil çıkıyor. Bizim bu nesli kazanmamız lazım. Onun içinde başta eğitim sistemimizi ve öğretmenlerimizi eskiden olduğu gibi saygınlığını ve itibarını arttırmalı ayrıca yetkilerini genişletmeliyiz.

En önemlisi ise atanamayan öğretmenler sorununu Türkiye gündeminden çıkarılıp eğitimde çağ atmalıyız. Eğitimde çağ atlamak için ise kadim Türk tarihindeki eğitim sisteminden yola çıkılmalı ve günümüz Türkiye’sine bu sistemleri modernize ederek eğitilecek olan gençliğimizin karşısına çıkarmalıyız. DNA’mızın kodlarıyla hareket etmez başka kodlarla yürümeye çalışırsak o sistem çöker ve altında ne yazık ki gençliğimiz ve geleceğimiz kalır.

Şu bir gerçek ki Çanakkale Cephesi’nden geçemeyenler, cebimize giren bir telefondan ve evimizdeki televizyondan girdiler ve bu sefer inanın çok ağır bir taarruz halindeler.

Bu taarruzu durdurmak için 109 yıl önce atalarımız “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedi. Biz ise atalarımızın torunları olarak bu taarruzu durdurmak için “ÖNCE VATAN” diyeceğiz.

 


2 Kasım 2024 Cumartesi

TARİH BİLİM UZMANI VE YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR 41. ULUSLARARASI İSTANBUL TÜYAP FUARINDA İMZA GÜNÜNDE SİZLERLE

 

Tarihçi Bilim Uzmanı ve Yazar Kubilay Muhammet Özdemir köşe yazılarıyla olduğu kadar akademik çalışmalarıyla da ön plana çıkmaya devam ediyor.

Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Büyükçekmece’deki 41. Uluslararası İstanbul TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezinde, Gece Kitaplığı Yayınlarında salon – 7 Stant No:792’de 3 Kasım 2024 Pazar günü saat: 14:00 – 18:00 arasında değerli okuyucularıyla imza gününde buluşacak.

“Hergün Gazetesine Göre 1977 – 1980 Yıllarında Sağ – Sol Çatışması” adlı eserini bilim dünyasına kazandırmış ve o döneme farklı bir perspektiften bakıp objektif olarak yorumlamıştır. Bu çalışmasıyla yakın tarihe farklı bir pencereden ışık tutan ve birinci el kaynaklarla yorumlarını destekleyen yazarımızın kitabı bahsi geçen yıllara ışık tutacak önemli bir mahiyet kazanmıştır. Yazarlığını Kubilay Muhammet Özdemir’in, danışmanlığını ve editörlüğünü Dr. Öğr. Üyesi Enver Emre Öcal’ın yaptığı bu kıymetli eseri imzalatmak ve yazarımızla tanışmak için sizleri 3 Kasım 2024 Pazar günü TÜYAP Kitap Fuarında Salon – 7’de Gece Kitaplığı Yayınlarının standında bekliyoruz. 

Ayrıca yazar Kubilay Muhammet Özdemir, 3 Kasım 2024 Pazar günü Gece Kitaplığı Yayınları Salon - 7 standında saat 14:00 – 18:00 arasında buluşabilir, kitabını alıp imzalatabilir ve tarih sohbetleri yapabilirsiniz. Hatta dernek, vakıf, cemiyet veya çeşitli sivil toplum kuruluşlarına konuşmacı olarak da davet edebilirsiniz

9 Ekim 2024 Çarşamba

TÜRK GENÇLİĞİ TEHLİKEDE FARKINDA MISINIZ?


 

Satanist bir genç Eyüp Sultan’da ve Fatih’te iki genç kızın vahşice canına kıydı ve sonrasında ise kendini surdan aşağıya atarak intihar etti. Yine genç bir kız iki kişi tarafından sokakta tacize uğradı. Köşe başlarında bekleyen uyuşturucu müptelaları, sabıka kaydı kabarık insanların toplum içinde dolaşması, gençlerin cinnet haline bürünmesi ve çeşitli gayri ahlaki şeylere özenmesi bir neslin uçurumun kıyısında olduğunu gösteriyor.

Gerçekten Türk gençliği tehlikede hem de bu tehlike inanılmaz bir boyutta ve önlem alınmazsa gençliğimiz elimizden kayıp gidecek diye endişeleniyorum. Çünkü gençlerimizde milli ve manevi değerler zayıfladı. Hatta kimisinde yok oldu. “Türk – İslam Kültür ve Medeniyeti” unutuldu ve bilinç kayboldu. Bunun yerine Batı’ya ve Batı’nın ahlaksız medeniyetine özenti başladı. Bununla beraber inançsızlık, gelenek - göreneklerin yok sayılması ve satanizm gibi vahşetlere özenme gibi vakalar ortaya çıktı.

Sorunları görüyoruz ama çözümü nedir? Çözüm nedir biliyor musunuz? Aslında her köşe yazımda üzerinde ısrarla durduğum “Eğitimdir, Eğitim”…

Bakınız geçen yazımda da belirttim. Eğitim sistemi öyle bir hal aldı ki eski sistemi arar olduk. Eski eğitimdeki öğretmen – öğrenci disiplini ortadan kalktığından beri hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Öğretmenin yetkilerinin sınırlandığı, öğretmenin veli ve öğrenci saldırılarına açık hale getirildiği, basitmiş gibi görülen ancak öğretmen ve öğrenci kıyafetlerinin dahi serbest bırakıldığı bir sistemden topluma yararlı milli ve manevi duygulara haiz nesiller yetişmesini nasıl bekleyeceğiz? Öğretmen atama sorunlarının olması, iyi yetiştirilememiş öğretmen kadrosunun olması ve özel okulların, dershanelerin aşırı derecede fazlalaşması ve eğitim sisteminin öğrenciyi istendik duruma getirememesi sonucunda nasıl bir nesil bekliyoruz?

Ayrıca saat gece on ikiyi geçince annesi babası merak eden nesil nerede kaldı? Neden gençler mahallelerde, köşe başlarında veya herhangi bir apartmanın merdivenlerinde boş boş sabahlara kadar oturuyorlar? Bu gençlerin okuduğu bir okul veya kendilerini merak eden bir ailesi yok mu? Cevabını vereyim. “YOK”…

Çünkü saat on ikiyi geçince evladını arayan, merak eden anne – baba nesli bitti. Yerine çocuklarının her istediğini altın tepside sunan bir nesil geldi. Çocuklarıma kıyamıyorum adı altında otorite kuramayan, sözünü dinletemeyen bir nesil ortaya çıktı. Bunun üzerine çocuklarda gereksiz ve hiçte sevimli olmayan şımarıklıklar oluşmaya başladı. Eğitim sisteminin de öğretmeni pasif bırakması sonucu okula giden bu tür çocuklarla baş edilemedi ve disiplin edilemedi.

Bunun sonucunda topluma aklı başında, milli ve manevi değerlerine sahip çıkan, kültürlü, Türk – İslam medeniyeti ile yoğrulmuş bireyler kazandırılamadı. Bu nedenle çocuklarımız elimizden birer birer kayıp gitmeye tamamen bu milletin DNA’sına ve kodlarına aykırı ve kendini mankurtlaştıran akımlarım etkisine girdiler. Bunun sonucunda da bu çocuklar özünü kaybettiler ve asimile oldular.

Bunun yanı sıra kontrolsüz bir şekilde ne işe yaradığı belli olmayan sosyal medya araçları ve uygulamaları da çocuklarımızı ayrıca esaret altına aldı ve ahlaki duygularını köreltti. Böylece ortaya özünü kaybetmiş, yüreği ve aklı nefretle dolan, saçma sapan akımların etkisine giren, kutsalları tanımayan, vatan, bayrak, Allah aşkından bihaber nesil ortaya çıktı.

Bakınız bu yazdıklarım çok ciddi sorunlar. Bunun için devletçe ve milletçe önlem almak zorundayız. Kendini kaybeden bir neslin tekrar kendisini bulmasını sağlamalıyız.

Yoksa şehit kanları ile sulanan bu toprakları mankurtlaşmış bir nesil asla koruyamaz.

Ey Türk Gençliği sizlere çağrımı Akif’in yazdığı İstiklal Marşı’nın bir dizesiyle yapıyorum.

“Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı;

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.”

 

MİLLİ MÜCADELE’DE KASTAMONU’NUN ÖNEMİ


 

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun soluğunu kesmiş ve çeşitli cephelerde savaşarak Çanakkale Cephesi hariç tüm cephelerde yenilmiştir. 1918 yılına gelindiğinde savaş bitmiş ve Mondros Mütarekesini imzalayan Osmanlı İmparatorluğu teslim bayrağını çekerek işgale açık hale gelmiştir. 

1918’in acı faturasını elde kalan ve elden çıkan tüm Osmanlı imparatorluğunun toprakları ödediği gibi Anadolu’da bu faturayı çok ağır ödemiştir.

Kastamonu’da bu ağır bedellerden gerekli payını almış ve işsizliğin artmasının yanında savaşta hayatını kaybedenlerin geride bıraktığı ailelerin çilesi Kastamonu halkının gönlünü sızlatmıştır. 

Faruk Söylemez’in ifade ettiği gibi: 

“Kastamonu işgal bölgesi olmamasına rağmen, Türk vatanını bir bütün olarak görmüş ve Kastamonu halkı, vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı uğruna her türlü fedakârlığı göstermiştir. Aynı zamanda Kuvâ-yı Milliye’yi desteklemek amacıyla kurulan cemiyetler, gerek halkın aydınlatılmasında gerekse asker ve mühimmat temininde büyük çabalar göstermişlerdir. Yine Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek isteyen devlet erkânı ve İstanbul’dan gönderilen silahlar büyük bir stratejik öneme haiz olan İnebolu yoluyla, Kastamonu – Ilgaz güzergâhını takip ederek Ankara’ya ulaştırılmıştır.” (Faruk Söylemez, “Milli Mücadele Döneminde Kastamonu’da Kurulan Cemiyetler, Kahramanmaraş  Sütçüimam Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, s.254.)

Fakat Kastamonu’da ekonomik ve sosyal yapı zarar görmesi ayrıca savaştan kaçanların dağlara çıkarak eşkıyalık yapması ve asker ailelerini kaçırması bölgede büyük bir güvensizlik meydana getirmiştir. (Mustafa Eski, Kastamonu Basınında Milli Mücadele’nin Yankıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995, s.7)

Hatta Mondros Mütarekesi imzalanınca gayrimüslimler şımarmış ve kutlamalar yapmışlardır. Bununla birlikte Papaz Dacat isimli şahıs kendi etrafında Rumları ve Ermenileri toplamış ve ilin en yetkili kişisi olmuştur. Ayrıca kendisi, faytonla vilayet binasına geldiğinde vali, onu elçi karşılar gibi karşılamıştır. Yine İngiliz Yüzbaşısı Mister Senlich’in, Kastamonu’ya silah aramak için gelmesi şımarıklığın dozunu iyice arttırmıştı. Yedisinden yetmişine bütün Hristiyanlar en güzel elbiselerini giyerek kışla önünde yüzbaşıyı karşılamışlar ve sözde Türklerin kendilerine kötülük yaptığını bu nedenle Türklerin elinden kurtulmak istediklerini ballandıra ballandıra anlatmışlardır. (Hüsnü Açıksöz, İstiklal Harbinde Kastamonu, Türk Ocakları Derneği Kastamonu Şubesi Yayını, Bas:2, Kastamonu 2019, s.15)

Böylece Mondros Mütarekesinden sonra gayrimüslimlerin şımarıklıkları ve hainlikleri Kastamonu halkının vicdanını rahatsız etmesiyle birlikte bu yapılanlara karşı her geçen gün milli birlik ve dayanışma ruhunu da güçlendirmiştir. Bu nedenle Kastamonu halkı Milli Mücadele’ye, Kuva-yı Millliye’ye ve Mustafa Kemal’e her türlü desteği vermiştir.

Zaten o yıllarda Kastamonu’da sadece 58. Alay’dan söz edilmiştir. Bununla birlikte Kastamonu, Ankara’daki 20. Kolordu’nun mıntıka sahasında kaldığından yani 3. Ordu Müfettişliğinin dolayısıyla bu müfettişlik görevini üstlenen Mustafa Kemal’in yetki alanı içerisindeydi. Bu nedenle Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıp Milli Mücadele’yi başlattıktan sonra Kastamonu’daki bazı görevliler padişah yanlısı bazısı da Mustafa Kemal yanlısı olarak kutuplaşmışlardı. Ancak Mustafa Kemal şehrin önemini bildiği için Kastamonuluların Kuva-yı Milliye’nin yanında olmasını sağlamak için Ali Fuat Cebesoy’a emir vermiş ve Kastamonu’ya teşkilatçı bir kumandanın görevlendirilmesini istemiştir. Bunun üzerine Miralay Osman Bey 16 Eylül 1919’da Kastamonu’ya gelmiştir. Böylece padişah yanlısı olanların sesi kesilmiş ve Milli Mücadele karşıtı Zafer gazetesi de yayın hayatına son vermiştir. Ayrıca Kastamonu, Kuvâ-yı Milliye ile fiilen birleşmiştir. (Mustafa Eski, a.g.e., s.7 -8) 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin Kuruluşu:

Kastamonu’da Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kuruluşunu milli mücadelenin hemen başlamasıyla tamamlamıştır. Özellikle Kastamonu’da Kuva-yı Milliye’nin örgütlenmesini Vali Vekili Ferid Recai Bey’in emirleri doğrultusunda başlamış ve bölgeye Miralay Osman Bey’in gönderilmesiyle hız kazanmıştır. Böylece 28 Eylül 1919 tarihinde de Kastamonu Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kurularak faaliyetler hızlandırılmıştır. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.16-18)

Hüsnü Özlü makalesinde cemiyet ile ilgili aynen şunları ifade etmiştir:

“Cemiyet bir taraftan bütün gücü ile Milli Mücadeleyi desteklerken diğer taraftan da İstanbul Hükümetine karşı mücadele vermiştir. Özellikle cemiyet başkanı Ziyaeddin Efendi’nin İstanbul Hükümetine çekilen protesto telgraflarını imzalayarak ve bu konuda öncülük ederek Heyet-i Temsiliye’ye büyük destek olduğu görülmektedir. (Hüsnü Özlü, “a.g.m”.,s.73)

Cemiyetin Kurucuları ise şunlardır:

Başkan: Şeyh Ziyaettin Efendi’dir. İkinci Başkan: Eski mebuslardan Hoca Şükrü Efendi’dir. Üyeleri ise: Fazıl oğlu Besim, Hukuk Mahkemesi Başkanı Yusuf Ziya, Ulemadan Hacı Mümin, Tavukçuoğlu Ahmet, Akdoğanlıoğlu Mehmet Ali, Memleket Hastanesi Operatörü Ali Bey, Mülazımülevvel Şevket, Jandarma Mülazımevveli Remzi Bey, Açıksöz gazetesi sahibi Hamdi (Çelen) Bey’dir. (Faruk Söylemez, “a.g.m.”,s.252)

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin faaliyetleri Gençler Kulübünün de katılmasıyla kat kat artmıştı. Bir yandan ordunun ihtiyaçları karşılanmış diğer yandan ise Ankara’ya gidecek olan vatanseverlere ve zabitlere İnebolu yolu üzerinden yardım edilmeye çalışılmıştır. 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetinin faaliyetlerini Hüsnü Açıksöz şöyle anlatmıştır:

“Müdafaa-i Hukuk defterinde şehrimizden geçen yüzlerce zata para ile yardım edildiği görülmektedir. Bunlar lafta olmaz. Bir ordu yeni baştan iğnesinden ipliğine kadar giydirilip, kuşatılacaktı. Müdafaa-i Hukukumuz bir parti Sedat Bey bir parti de Altıağazadeler vasıtasıyla on bine yakın asker elbisesi ve kaput getirtmiş bunları Ankara’da ordu levazım dairesine göndermişti. Bunlardan başka çamaşır, çadır, çorap gibi eşya da derlenip, toplanıp gönderiliyordu. Bunların parasını kim veriyordu? Kastamonu ve Kastamonulular.” (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.50)

 Hüsnü Açıksöz, Kastamonu halkının milli mücadele için verdiği paraları da ayrıca eserinde belirtmiştir. Mesela Kastamonu şehrinde o dönemin parası 20.000 lirayı yalnız birkaç kişinin bir defada verdiğini yine köylerden ve kazalardan toplanan paralarında eklendiği hesaplandığında askerlere ve gelen – gidenlere yapılan yardımlarla birlikte 100.000 lirayı bulduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bunun ilk hesap olduğunu sonraları da çokça paralar verildiğini Sakarya Harbi’nde de birçok fedakârlıklar gösterildiğini ayrıca Hilal-i Ahmer, Himaye-i Etfal, İzmir, Maraş yardımları da buna katılmalıdır. Açıksöz yine eserinde Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin dosyaları incelendiğinde onda dokuzunun hep yardım ve para toplama işleri ile alakalı olduğu belirtilmiştir. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.50)

Bu ifadeler doğrultusunda Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kastamonuluların ekonomik durumunun kötü olmasına rağmen milli orduya sadece asker değil aynı zamanda maddi yardım etmek ile de övünebilir. 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin Kadınlar Şubesinin Kuruluşu

Bu cemiyetin kuruluş tarihi kesin olarak belli olarak belli değildir. Fakat Kastamonu’nun erkekleri kadar kadınları da bu vatan büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Mitingler, protesto mektupları, yardım toplama gibi faaliyetlerinin yanı sıra Kurtuluş Savaşı’nda cepheye sırtında top mermisi taşıyacak kadar cesaret timsali kadınlardı. İşte bu kadınlardan birisi vatanın kurtuluşu için cepheye mermi yetiştirmeye çalışırken yolda soğuktan donarak şehit olan Şerife Bacı’dır. 

Cemiyetin Kurucuları ise;

Zekiye Hanım (Polis Müdürü Halil Bey’in eşi), Kamuran Hanım (Defterdar Ferit Bey’in eşi), Saime Hanım (Sağlık Müdürü Ferruh Bey’in eşi), Bedriye Hanım (Maarif Müdürü Talat Bey’in eşi), Münire Hanım (Vilayet Mektupçusu Fuat Bey’in eşi), Refika Hanım (Miralay Osman Bey’in kızı), Neyyire Hanım (Reji Müdürü Ömer Bey’in kızı)’dır. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.9)

Cemiyetin kadınları mitingler düzenleyerek yapılan haksızlıklar dile getirilmiş ve hilafet ile sadaret makamlarına yapılan haksızlıkların durdurulması için gerekenin yapılmasını istemişlerdir. Ayrıca İngiltere ve İtalya ile Madam Wılson’a; İzmir, Antep, Maraş ve Urfa’da yapılan işgaller için protesto telgrafları çekmişlerdir. Bununla birlikte itilaf devletleri temsilcilerinin eşlerine de protesto telgrafları çekmişlerdir. (Faruk Söylemez, “a.g.m.”, s.247-248.)

Milli Mücadele’nin Diğer Önemli Gelişmeleri

Tüm bunlar yaşanırken milli mücadeleye destek veren Mehmet Akif Ersoy gibi önemli şahsiyetlerde Kastamonu’ya gelmiş hatta ilk vaazını Kastamonu – Nasrullah Camiinde vermiştir. Yine bazı şiirleri Kastamonu’nun önemli gazetelerinden ve milli mücadelenin destekçisi olan Açıksöz gazetesinde yayınlanmıştır. Akif’in çıkardığı dergi olan Sebilürreşad dergisinin bazı sayıları Kastamonu’da yayınlanmıştır. 

Böylece Kastamonuluların başta Kuva-yı Milliye ile birleşmesi, Kastamonu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetini ve sonrasında hanımlar şubesini açması yine İnebolu yolunun önemi nedeniyle Milli Mücadeleye destek verenlerin geçiş yolu olması ve cepheye silah sevkiyatlarının yapılması ayrıca Mehmet Akif gibi önemli şahsiyetlerin uğrak yeri olup halkın mücadeleye davet edilmesi bununla birlikte Kastamonu ve Açıksöz gazeteleri gibi basın yayın organları ile milli mücadeleye destek verilmesi Kastamonu’nun önemini arttıran gelişmelerdir. Ayrıca Kastamonu’da; “Gençler Kulübü, Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti, Muallimler (Öğretmenler) Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Derneği, Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme) Cemiyeti, Kastamonu İlim Derneği, İçki İle Mücadele Derneği, Himaye-i Ahlak Derneği, Hanımlar Musiki Dershanesi” gibi oluşumlar kurularak milli mücadeleye destek verilmiştir.     

En önemlisi ise bu oluşumları gerçekleştiren ve Birinci Dünya Savaşı’nın tüm olumsuzluklarına rağmen Kastamonu ve halkı canını dişine takarak bu oluşumların kurulmasını sağlamış bu nedenle Milli Mücadele Hareketine ve onun lideri Mustafa Kemal’e tam destek vermişlerdir.  


3 Ekim 2024 Perşembe

TÜRKİYE KÜRESEL GÜÇ OLABİLECEK Mİ?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler 79. Genel Kurulunda İsrail’in, Filistin’de yaptığı katliamlar başta olmak üzere Birleşmiş Millet yapısını eleştiren konuşmasıyla damga vurdu. Özellikle Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nin çöktüğünü ve dünya beşten büyüktür ifadesini tekrardan kullandı. Dünyanın bu soykırıma sessiz kaldığını ifade etti.

Böylece Türkiye uzun zamandır üstlenmiş olduğu bölgesel aktör olma rolüne devam ederken aynı zamanda gücünü küreselleştirme evresine doğru ivme kazandırmaya çalıştı. Bölgesinde Dağlık Karabağ sorununu halleden ve Kıbrıs meselesinde önemli adımlar atan Türkiye, Filistin meselesini de dünya gündeminde tutmaya devam ediyor. Anlaşılan o ki Suriyeli mülteciler konusundaki yanlış politikasından rahatsız olan Türk milletinin çağrıları işitilmiş olacak ki sığınmacılar politikasını değiştireceği ve onun için Esad ile görüşme çağrısı yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu da halletmeye çalışacağı görülüyor. Fakat Esad, ABD ve Rusya’ya rağmen bu görüşmeyi kabul edip Türkiye’deki sığınmacıları tekrardan kabul eder mi orası belli değil. Çünkü Türkiye, sığınmacılar meselesini de hallederse ekonomik ve insani yük bakımından rahatlayacak ve hem iç hem de dış politikadaki sorunları çözmek için daha da emin adımlar atacaktır. İşte bunu istemeyen ABD, Rusya, İsrail bu sorunun çözülmesini ister mi? Bölgede güçlü bir Türkiye mi? Yoksa sığınmacılar meselesi ve iç sorunları ile uğraşan bir Türkiye mi görmek isterler? Türkiye ağır bir demografi saldırısı altında çünkü ekonomik olarak da sıkıntı da olan Türkiye daha kendi gençlerine iş alanı açamamış, eğitimde ise istenilenler gerçekleştirilememiş ve eğitimde eski sistem aranır hale gelmiştir. Niteliksiz gençlerin yetişmesi, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması ve bunun akabinde çırakların ve meslek erbaplarının yetişmemesi ve bunun yabancı uyruklulardan karşılanması Türk gençliğini de işin içerisinden çıkılamaz bir hale getirmiştir.

Neredeyse Türkiye siyasetinden bahsederken eğitimden mutlaka söz ediyorum. Çünkü bir devleti devlet yapan eğitimdir. Her zaman şu örneği veririm. Koskoca 630 yıllık Osmanlı İmparatorluğu eğitimin çökmeye başlamasıyla birlikte gerilemeye başlamış ve son bulmuştur. Tarihten ibret almak her Türk gencinin ve bu millete liderlik eden herkesin boynunun borcudur.

Ayrıca bölgesel güçten küresel güce evrilmeye çalışılırken karasularımızda Yunan tecavüzlerinin artması ve hatta Datça’da karaya çıkıp gitmelerinin izahı olamaz. Çünkü bu yapılan antlaşmaların çiğnenmesi ve bu bir savaş sebebidir. İşte Yunanlılar, Türkiye’nin uğraştığı sorunlardan cesaret alarak bu tür kışkırtıcı eylemler yapmaktadır. Bunun için kendi içimizdeki gücümüzü ve enerjimizi tamamen toplamalı sorunları hallederek geleceğe sağlam adımlar atmalıyız. Önce Türk milletinin sorunlarının çözmeli ve çağrılarına kulak tıkamamalıyız.

Bu hem ülkesini seven, düşünen milliyetçi aydınlar olarak bizim hem de bu ülkeyi yöneten siyasetçilerin vatan borcudur.  

    

20 Eylül 2024 Cuma

TARİHİ HERGÜN GAZETESİNE GÖRE GİRESUN OLAYLARI

 











Tarihi Hergün Gazetesine göre Giresun’da yaşanan sağ – sol çatışmalarını ve o dönemde gelişen olayları araştırma yazımda ele almak istedim. Çünkü kitap olarak da piyasaya sürdüğüm ve bu kitabımın temel taşını oluşturan “Hergün Gazetesi” o döneme ait ciddi bilgiler vermiştir. Hergün gazetesi; yayımladığı haberlerinden tutun, araştırma ve yazı dizilerine hatta köşe yazarları kadrosuna kadar ciddi bir tarihi birikimi biz araştırmacılara armağan etmiştir diyebiliriz.

Bu nedenle bu yazımda tarihi Hergün gazetesinden yararlanarak Giresun’da yaşanan olaylardan bahsedeceğim.

Türkiye 1977 – 1980 yılları arasında düşük yoğunluklu bir savaş ortamı yaşıyordu. Hergün insanlarımızın ölüm haberleri paylaşılıyordu. Ayrıca ses getirmesi için bazen de toplum tarafından bilinen ve toplumun sinir uçlarına dokunmak için bireysel veya bölgesel suikastler düzenleniyordu. İşte o yıllarda Giresun’da da bu olaylara benzer durumlar yaşıyordu.

Giresun’da o dönemde yaşanan olayların boyutunu Ülkü Ocakları Derneği Giresun Şubesi Başkanı Ahmet Selimoğlu’nun şu sözlerinden anlayabiliriz:

“Biz, Ülkü Ocaklılar olarak her türlü anarşiye, kaba kuvvete ve sokak zorbalığına karşıyız. Sokaklarda atış talimi yapanlar, Bulancak’ta Ülkücü gençlerin kaldığı evleri gece kurşunlayanlar bilmelidir ki, bu hareketleri onlara hiçbir şey kazandırmamıştır, kazandırmayacaktır. Yalnız, milletimizin huzurunu kaçırmakta, Giresun’da anarşiyi bu solcu kriptolar yaratmaktadırlar.” (Metin Turhan, Ülkü Ocakları 1966 -1980, Ankara 2014, s.958)

Ülkücü Gençlik Derneği Giresun Şubesi Yönetim Kurulu basına bir demeç vererek dernek binalarının solcularca kurşunlanmasını nefretle kınadıklarını belirtmiştir. 15 Eylül 1978 günü derneğin camları kırılmış ve 18 Eylül 1978 günü ise kurşunlanmıştır. Bunun üzerine Giresun Yönetim Kurulu şu açıklamayı yapmıştır:

“Türkiye’de devlet yıkıcılarının yabancı ideoloji uşaklarının suçlarını büyük bir rahatlıkla işlemeye devam etmeleri siyasi cinayet ve terör olaylarının sürüp gitmesi tabiidir. Bu duruma en kısa zamanda dur denilmesinin bütün yurtta polis ve idarecilerin tarafsız sadece devleti ve kanunları düşünerek görev yapmalarının Türkiye’yi içinde bulunduğu kargaşadan kurtaracağına inanıyoruz.” (“ÜDG Giresun Şubesi Yönetim Kurulu, Dernek Binasının Solcularca Kurşunlanmasını Nefretle Kınadı”, Hergün Gazetesi, 30.09.1978,s.4.)

Tüm bu bildiriler ve açıklamalar yeterli olmamış ve Giresun’da her geçen gün olaylar daha hızlı yayılmaya başlamıştı.

Bu olayları Hergün Gazetesine göre şöyle sıralayabiliriz:

Hergün gazetesinin haberinde Giresun – Eynesil’de Ahmet Akpınar adlı kişi devlet memuru ve öğretmen olmadığı halde dışarıdan müdür tarafından imtihan salonunda görevlendirilmiştir. Sol görüşlü öğrencilere kopya vermeye çalışan bir kişiyi engellemeye çalışan Akpınar, solcular tarafından dövülmüş ve sonrasında evi Y.D.G.D ve Halk Evleri mensuplarınca çevrilmiş ve dışarıda oynamakta olan çocuğunun suratına H.K harflerini kazınarak ufacık çocuğun suratını tahrip ettikleri iddia edilmiştir. Daha sonra mağdurun çocuğunu alarak durumu kaymakama bildirdiği ancak bir netice alamayarak geri dönmek zorunda kaldığı da diğer iddialar arasında yerini almıştır. Aynı gazete ayrıca 20.06.1978 günü toplantı yapan TÖB-DER’li öğretmenler derneğinin fahri üyesi ve Fisko Birlik de çalışan elemanlar işten hiçbir gerekçe gösterilmeden atıldığı iddia edilmiştir. (“Ülkü-Bir Şube ve Üyelerine Yapılan Saldırılar”, Hergün Gazetesi, 04.10.1978)

Tüm bu iddialar Giresun olaylarının fitilini ateşlemeye başlamıştı. Üzerine Giresun’da yaşandığı iddia edilen yeni olaylarda eklenince durum çatışma noktasına doğru yol almıştı.

Hergün gazetesinin bir başka haberine göre ise; Giresun Eğitim Enstitüsü 24 Nisan 1978 günü açılmasıyla ülkücü gençlere karşı komünistlerin yeni oyunlar içerisine girdiğini, okul idaresi ve güvenlikten sorumlu idare ilgililerini de yanlarına alarak saldırılarını arttırdıklarını iddia etmiştir. Ayrıca Giresun Eğitim Enstitüsüne haksız ve kanunsuz yollarla 1500’e yakın solcunun alındığı, TÖB-DER adlı solcu kuruluş tarafından görevlendirilen öğretmenlerin ilk günden beri komünizm propagandası yaptığı, okul idaresinin ilk icraatının okuldaki tarihi ve milli tabloları indirmek olduğunu ve bununla birlikte hafta başı ve sonu söylenen İstiklal Marşı’nın okul idaresince yasaklandığı ve öğretmenler tarafından sınıflarda enternasyonal marş öğretilmeye başlandığı iddia edilmiştir. Ayrıca Hergün gazetesi okul idaresi ve öğretmenler, Marksist ideolojide öğrenci yetiştirebilmek için kendi görüşlerinden olmayanlara taraflı davranarak ezmek istediklerini iddia ederek solcularla işbirliği yapan okul idarecilerinin ve öğretmenlerin isimlerini tek tek açıklamıştır. Bununla birlikte yasaklı yayınların okula sokulduğu ve sınıflarda zorla satıldığı, okul ile ilişkisi olmayanlara kimlik kartı dağıtıldığı ve kimlik kartı dağıttığı tespit edilen ikinci sınıf öğrencisi Hasan Yılmaz adlı kişinin tutuklandığı, olaylarla hiçbir ilişkisi olmadığı halde milliyetçi gençlerin sanık olarak mahkemeye gönderildiği iddia edilmiştir. Bir başka iddia ise 03.05.1978 günü Eğitim Enstitüsü yatılı yurtta ülkücü kız öğrencilerin kapısı solcu kızlar tarafından kırılıp saldırıya uğradığı ve okul idaresinin saldırganları koruduğunu üstelik iki ülkücü kız öğrenciye 20 gün okuldan uzaklaştırma cezası verdiklerini de iddia etmiştir. Gazetenin diğer iddiaları 09.05.1978 günü Eğitim Enstitüsündeki kız öğrencilerin yemeklerine zehir atıldığı, 10.05.1978 günü memleketlerine gitmekte olan ülkücü öğrencilerin arabaları Bulancak ve Espiye’de taşlandığı, 11.05.1978 günü birinci sınıf öğrencilerinin saldırıya uğradığı ve üç ülkücü öğrencinin haksız yere tutuklandığını, 14.05.1978 günü ülkücü öğrencilere ateş açıldığı ve ateş açanların tutuklandığı, 17.05.1978 günü ise iki ülkücü öğrencinin silahlı saldırıya uğradığı ancak bu sefer saldırganların tutuklanmadığı diğer iddialar arasında yerini almıştır. (Giresun Eğitim Enstitüsü Dosyası, Hergün Gazetesi, 08.10.1978)  

Sözünü ettiğimiz dönemde olaylar sadece üniversitelerle sınırlı kalmamıştı. Fikirsel çatışmalar, yaşanan gerilimler çatışmaların boyutunu daha da alevlendirmişti.

21 Ocak 1979 yılı Hergün gazetesinin haberine göre Giresun – Tirebolu’da komünist militanların Büyük Ülkü Derneği’ni bombaladıklarını ve Tirebolu’nun 5 kez bombalanma olayları ile karşı karşıya kaldığını iddia etmiştir. (“Tirebolu Büyük Ülkü Derneği Bombalandı”, Hergün Gazetesi, 21 Ocak 1979.)

Yine 31 Ağustos 1979 yılında Adalet Partisi Bulancak İlçe Başkanı Alaattin Kıroğlu’nun evi ve işyeri otomatik silahlarla yaylım ateşine tutulmuştu. (“Adana’da Sivil Savunma Müdürü Öldürüldü, Tunceli’de MHP Elazığ Gençlik Kolları Yönetim Kurulu Üyesi Ağır Yaralandı”, Hergün Gazetesi, 31.08.1979)

Bunun üzerine Hergün Gazetesi’nin 15 Eylül 1979 yılındaki haberine göre ÜGD ve ÜLKÜ – BİR Giresun Şubeleri ortak bir açıklama yaparak o günlerde artan olaylar hakkında şunları söylemiştir:

“Öteden beri devam eden olaylar son günlerde büyük boyutlara ulaştı ve birçok ülkücü milliyetçi kuruluş kurşunlandı. Geçtiğimiz gün Alaattin Kıroğlu ve Durmuş Zehirler’in iş yerleri ve evleri kurşunlanmıştır. Bu çeşit saldırılar karşısında Bulancak’ta esnaf ve halk tedirgin durumdadır.” Diye açıklamada bulunmuştur. (“Ülkü – Bir ve Giresun Şubeleri Ülkücü Milliyetçi Kuruluşlara Yapılan Saldırıları Kınadı”, Hergün Gazetesi, 15.09.1979) 

1980 yılı tüm Türkiye için kaosun ve düşük yoğunluklu savaşın yılı olmuş ve neredeyse her ilimiz bu çatışmalardan ve olaylardan etkilenmişti. İşte bu çatışmalardan olaylardan etkilenen illerimizden biri de Giresun’du. Bu ilimizde 1980 yılında olaylar iyice ateşlenmiş ve bu olaylar artık yaralama ve cinayetlerle sonuçlanmaya başlamıştı.

Hergün Gazetesi, Giresun’un Bulancak ilçesinin Küçükada Köyünde ülkücü iki kardeş olan Ömer Aydemir ile Hasan Aydemir’e, dört komünistin tabanca ile ateş edilerek yaralandığını ifade etmiştir. (“Safranbolu’da MHP İlçe Başkanı Yaralandı, 1 Ülkücü Şehit Oldu”, Hergün Gazetesi, 23.05.1980)

Yine iki kişi oldukları iddia edilen komünistlerin otomobiliyle gitmekte olan MHP Tirebolu İlçe Başkanı olan Nuri Bayraktar’ı yaylım ateşine tuttukları ve saldırıdan Bayraktar’ın yaralanmadan kurtulduğu ifade edilmiştir. (“Komünist Saldırılar Bitmek Bilmiyor, Hergün Gazetesi, 08.06.1980)

Haziran ayının diğer haberlerine göre ise Giresun’un Çandırçalış Köyüne yolcu götürmekte olan minibüs Kirazlık Köyü mevkiinde silahla taranmış ve olayda Yakup Başaran ile Sabri Başaran hayatını kaybetmiştir. (“Bombalı Saldırı Tertip Eden CHP İlçe Başkanı Gözaltında!”, Hergün Gazetesi, 13.06.1980)

O dönemde olayların sadece Giresun veya Türkiye’nin belirli bir bölgesinde olmadığını ifade etmiştik. İşte bu görüşümüzü Hergün Gazetesinde çıkan şu olayla destekleyebiliriz:

Üniversite seçme imtihanlarına katılmak üzere gittiği İstanbul’da öldürülen ülkücü Özcan Korkmaz’ın cenazesi doğum yeri olan Giresun’un Espiye ilçesinde toprağa verilmiştir. (“İstanbul’da Ülkücü Bir Genç Şehit Edildi”, Hergün Gazetesi, 19.06.1980)

Olaylar Haziran ayında hız kesmemiş çeşitli meslek gruplarından olan kişilerin ölümüyle de sonuçlanmıştır.

Merkez ilçeye bağlı İnişdibi Köyünde ilkokul öğretmenliği yapan İsmail Genç adlı ülkücü, bir arkadaşının düğününden dönerken komünistlerin saldırısı sonucu hayatını kaybetmiştir. Emniyet müdürü Sadettin Tantan, öğretmeni vuranların olaydan sonra yakalandığını bildirmiştir. (“MHP’li 3 Kişilik Bir Aile Şehit Edildi”, Hergün Gazetesi, 25.06.1980)

Hergün Gazetesinde 1980 yılında devam eden diğer olaylar ise şöyledir:

Eynesil İlçesinin Yarımca Köyünde meydana gelen olayda aynı aileden 2 kişi ölmüş 4 kişide yaralanmıştır. Yaylım ateşine tutulan aileden Hakkı Köse ve Meryem Köse olay yerinde hayatını kaybetmiş, Osman Köse, Senem Köse, Fevziye Köse ve Gönül Köse ağır yaralanmıştır. (“Atatürk İlkokuluna Kızıl Bayrak Astılar, Hergün Gazetesi, 07.07.1980)

Giresun’un Dereli İlçesine bağlı Kümbet Köyünün kahvehanecisi gece kimliği tespit edilemeyen bir kişinin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetmiştir. (“CHP İstanbul Milletvekili A. Köksaloğlu Yazıhanesinde Öldürüldü”, Hergün Gazetesi, 16.07.1980)

İbrahim Tonya adlı bir ilkokul öğretmeni Bulancak’tan otomobili ile Talipli Köyüne giderken dört kişi oldukları belirlenen silahlı kişilerin saldırısına uğrayarak ağır yaralanmış ve ağır yaralı şekildeki öğretmen kaldırıldığı Giresun Devlet Hastanesinde kurtarılamayarak yaşamını yitirmiştir. (“Komünistler Mersin’de Terör Estiriyor”, Hergün Gazetesi, 29.07.1980)

Giresun olayları ile ilgili Hergün Gazetesinin 1977 – 1980 yılları arasındaki arşivinden ancak bunları bulabildim. Bu çalışmamın Giresun’un tarihine katkı sunacağını düşünüyorum. Bu nedenle bu yazımın başta milletimiz, Giresunlular, araştırmacılar ve akademisyenler tarafından önemli bir araştırma yazısı olarak görülmesi ve bu yazımdan yararlanmaları için Son Saat gazetesi aracılığıyla yayımlıyorum.  



Diğer Yayınlar