Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2025 Salı

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN FEDAİSİ YAKUP CEMİL KİMDİR?

 

Yakup Cemil, Teşkilat-ı Mahsusa'nın önemli bir üyesiydi. 1883 yılında İstanbul'da doğan Yakup Cemil, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde faaliyet gösteren gizli istihbarat teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa'nın fedai subaylarından biriydi. Askeri eğitimini tamamladıktan sonra, genç yaşta bu gizli örgüte katılarak kısa sürede önemli görevler üstlendi.

Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında çeşitli gizli görevlerde yer aldı. Özellikle Kafkas Cephesi'nde Rus ordusuna karşı gerçekleştirilen operasyonlarda aktif rol oynadı. Bu operasyonlar sırasında, düşman hatlarına sızma, istihbarat toplama ve sabotaj faaliyetlerinde bulundu. Yakup Cemil'in bu görevlerdeki başarıları, onu Teşkilat-ı Mahsusa içinde saygın bir konuma yükseltti.

Yakup Cemil, cesur ve gözü kara kişiliğiyle tanınırdı. Tehlikeli görevleri tereddüt etmeden üstlenir, çoğu zaman imkansız görünen hedeflere ulaşmayı başarırdı. Ancak bu özellikleri zaman zaman sorun yaratırdı. Disipline gelmeyen yapısı ve ani kararlar alması, üstleriyle sık sık anlaşmazlığa düşmesine neden olurdu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, siyasi çalkantılar ve iç çekişmeler artmıştı. Bu ortamda Yakup Cemil, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleriyle yaşadığı anlaşmazlıklar sonucunda, giderek yalnızlaştı. 1916 yılında, savaşın gidişatından memnun olmayan bir grup subayın desteğini alarak, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya suikast planladığı iddia edildi.

Bu iddialar üzerine tutuklanan Yakup Cemil, kısa bir yargılama sürecinin ardından idam cezasına çarptırıldı. 11 Eylül 1916'da Beyoğlu'ndaki Merkez Komutanlığı'nın bahçesinde idam edilen Yakup Cemil'in son sözlerinin "Yaşasın vatan!" olduğu rivayet edilir.

Yakup Cemil'in hayatı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki karmaşık siyasi ortamı ve gizli faaliyetleri yansıtan ilginç bir örnek teşkil eder. Onun hikayesi, vatanseverlik, cesaret ve sadakat gibi kavramların, siyasi çalkantılar ve kişisel hırslarla nasıl iç içe geçebileceğini gösterir. Bugün hala tartışılan bir figür olan Yakup Cemil, Türk tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinin canlı bir tanığı olarak kabul edilir.

1 Aralık 2024 Pazar

KAYBEDİLEN CEPHEDE KAZILAN ZAFER

 

Mustafa Kemal’in Suriye – Filistin cephesine gönderilmesiyle beraber orada yaşanan olaylarla ilgili hep bir takım görüşler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal bu cephede başarılı mı oldu? Yoksa tek kurşun atmadan bu cephedeki mücadeleleri kayıp mı etti? Bu yazımda bu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım. Bu cevabı vermek için bana ayrılan köşe yeter mi bilmiyorum. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda en uzun süre devam eden ve en çok kayıp verdiği tek meydan muharebesinin yapıldığı cephe, Filistin olmuştur. Bu yüzden bu konu aslında başlı başına bir araştırma makalesi olmalıdır. Fakat bu konuya köşemde özetleyebildiğim kadar kısa tutmaya çalışacağım.  

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ankara Yolu Dergisi’nin 2013 yılında 51. sayısında Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal” adlı makalesinde bu konuyu çok iyi bir şekilde araştırmıştır. Bende onun özet kısmını aynen alıntı yaparak köşe yazıma başlıyorum. 

“Filistin Cephesi’nde yaşanan Nablus Meydan Muhaberesine gelmeden önceki süreçteki yaşanan çarpışmalar şunlardır: Birinci ve İkinci Kanal Harekâtları, Birinci, İkinci, Üçüncü Gazze Muharebeleri, Kudüs Muhaberesi, Birinci ve İkinci Şeria Muharebeleri olmuştur. Mustafa Kemal ise 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni oluşturulan Yıldırım Ordular Grubunun 7. Ordu Komutanlığına atanmış fakat bu grubun komutanı olan eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamamıştır. Bunun üzerine 2 Ekim 1917’de istifa ederek, İstanbul’a gitmiştir. Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nde durumun kritikleşmesi üzerine, bizzat Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 5 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu Komutanlığına atanmıştır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmak amacıyla, Filistin Cephesi’nde kesin sonuç almayı planlamıştır. Filistin Cephesi’nde Osmanlı’nın batıdan – doğuya doğru 8. 7. ve 4. Orduları tertiplenmişti. Avrupa Cephesi’nden Filistin Cephesi’ne atanan General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, 19 Eylül 1918’de taarruza başlamış aynı gün 8. Ordu bölgesinden Yıldırım Ordular Grubunun cephesini yarmayı başarmıştır. Tarihe Nablus Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş sonunda Cevat Paşanın 8. Ordusuyla, Mersinli Cemal Paşa’nın 4. Ordusu imha olurken, Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordusu büyük zayiat vermesine rağmen düzenli bir şekilde geri çekilmeyi başarmıştır. Fakat Filistin kaybedilmiştir. İngiliz Ordusu ile isyan eden Araplar işbirliği yaparak Filistin’den sonra kuzey istikametinde takip harekâtını sürdürmüşler ve bunun sonucunda Ürdün ve Suriye’yi de işgal etmişlerdir.” (Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muhabrebesi’nde Mustafa Kemal, Atatürk Yolu Dergisi, 2013, s.617)

Yıldırım Ordularının geri çekilişi Halep’e kadar sürmüş ancak süvari ve zırhlı vasıtalara sahip olan İngilizlere karşı direnişin burada da yapılamayacağı öngörülünce Halep’in dağlık bölgelerine konuşlanılmıştı. Böylece İngilizlerle Halep’te muharebeler olurken ayrıca İngilizlerle birlikte hareket eden Araplar ile Şerif Faysal’ın kuvvetleri de Halep’e saldırmışlardır. Bununla birlikte Halep’te bir kısım Araplarda silahlanarak bu isyancılara katılmış ve sokak çatışmaları başlatmışlardı. Ancak bu sokak çatışmalarını Mustafa Kemal kazanmış ve 7. Ordu kıtalarını Halep’in 5 km. kuzeyine çekmiş ve ordu karargâhını da Katma’ya nakletmişti. Katma, Afrin’in Racu Beldesidir. Mustafa Kemal, Katma yakınlarındaki bu beldeyi üs bölgesi olarak belirleyerek 7. Ordu Karargâhını ve bazı birliklerini burada konuşlandırmıştır. (Süleyman Hatipoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın Afrin’deki (Katma ve Racu Faaliyetleri, s.651-652)

Kaybedilen Cephede kazanılan zaferi Celal Bayar’ın, “Bende Yazdım” adlı kitabında Mustafa Kemal’in şu sözlerine yer verilmiştir:

“Nablus Karargâhında ikinci defa 7. Ordu kumandanıyım. İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve vaziyeti tetkik etmek oldu. Bu teftiş neticesindeki kanaatim şu idi ki: Her şey bitmiştir. Yakın felakete mâni olmak ve esaslı tedbir almak müşküldü. İstanbul’dan çıkalı daha on beş gün olmamıştı. Yatağımda yatıyordum. Bir gün kurmay başkanım her vakit olduğu gibi bana o günün raporlarını okudu. Basit raporlar, her zamanki gibi… Yalnız, bu raporlar içinde bir nokta nazarı dikkatimi celbetti. Bir İngiliz esirinin ifadesi… Ve onun delâletiyle keşfettim ki bir veya bir iki gün sonra İngilizler, bütün cephe üzerinde ciddi taarruzlarını yapacaklardır. Biraz sonra kurmay heyetimi toplu olarak göreceğim dedim. Yataktan kalktım, giyindim, iş odasına giderek bir muharebe emri yazdırdım. Bu emirde; düşman 19 Eylül günü akşamı umumi taarruz yapacaktır diyor, buna karşı ordumca alınacak tedbirleri zikrediyorum. Bu emri, malûmat vermek için Grup Kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya gönderdim. Çok hürmet ettiğim bu zat benim raporlardan çıkardığım neticeyi uzak görmüş ve gülmüş. Bununla beraber ihtiyattan bir zarar gelmez diyerek bana da fazla bir şey söylemeye lüzum görmemiş… Ben, verdiğim emrin yanlış anlaşılacağını tahmin etmiştim. Bu sebeple düşmanın işaret ettiğim zamandaki taarruzunu çok dikkatle takip ediyordum. 19 – 20 Eylül gecesi kolordu kumandanlarını telefon başına çağırdım ve sordum: ‘Verdiğim emri ve ona göre icap eden tedbirleri aldınız mı?’ ‘Emirleriniz yapılmıştır.’ Cevabını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu hatlarımız üzerine ateş etmeye başladı. Gece muhabere ile geçti. Benim ordunun sağ kanadındaki ordu yarıldı, esir oldu. Ve boş kalan bu cepheden geçen düşman süvarileri, Liman Von Sanders’in karargâhını bastı. Hakikat anlaşılmıştı, fakat neye yarar? Ben, uzun tafsilat ile izah olunabilir müşkülat içinde nehirden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam’a kadar getirebildim. Benim karargâhım Rayak’da, Liman Von Sanders Paşa’nınki Bâlebek’de idi. Gördüğüme göre Rayak civarında dağınık, intizamını kaybetmiş, maneviyatı bozulmuş birtakım insanlardan başka kuvvet denecek bir şey yoktu. Bunları, güvendiğim subaylar ve kumandanlar vasıtasıyla derhal toplayıp düzene sokturdum. Bu işleri yaptığım esnada bir taraftan da Rayak İstasyonunun kâmilen ateşe verilmesini emretmiştim. Bende şu kanaat belirdi: Bütün cephelerde ve bütün kuvvetlerde üzerinde emir ve kumanda kalmamıştır. Âdeta delice bir emir verdim. Bu emrin esaslı noktaları şunlardır: ‘Şam’da bulunan bütün kuvvetler, benim orada bıraktığım İsmet Bey’in emri altında ve Rayak havalisindeki kuvvetler Ali Fuat Paşa’nın kumandası altında kuzeye hareket edeceklerdir.’ Emrin ve suretini bütün kuvvetlerin kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya bilgi edinmek için gönderdim. Liman Von Sanders çok âlicenap bir tarzda: ‘Karar budur’ dedi. ‘Fakat ben nihayet bir ecnebiyim, bu kararı veremem. Ancak memleketin sahipleri verebilirler.’ O halde, dedim: Kararım tatbik olunacaktır. Kararım şu idi ki: ‘Ortada kalan 7. Ordu unvanı ve birçok enkaz… Bunları Halep’te, Suriye’nin kuzey ucunda toplamak, ondan sonra yeni karar almak.’ Ve bunu bizzat ben yapacaktım. Bahsettiğim kuvvetleri Halep’te topladım. Halep kumandanına verdiğim talimatta esas olan şu nokta vardı: ‘Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim. Yarın Halep’in Batı Kuzeyinde İngilizler ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketinizi tanzim ediniz.’ Olaylar dilediğim gibi cereyan etti. Ertesi gün, sabahleyin benim kuvvetlerimin geri çekildiğini zanneden Arap ve İngilizler sevinçle taarruza başladılar ve tarafımızdan alınmış olan tertibat ile mağlup olup bozguna uğradılar. İşte orada bu zafer neticesi, bir hat tespit ve tahdit ettim. Ve kuvvetlerime emir verdim ki: Düşman bu hattın ilerisine geçmeyecektir. Ve nitekim geçememiştir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1997, s.3 – 4)   

Böylece 26 Ekim 1918 günü gerçekten Türk askerinin geri çekildiğini sanan Araplar ve İngilizler saldırıya geçtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı düzen karşısında mağlup olmuşlardı. Bunun neticesinde Mustafa Kemal Paşa, Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvari Ordusunu ve asi Arapları 26 Ekim 1918 günü yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın son muhaberesi olan Katma Muhaberesinde perişan ederek düşman ordusunu bugünkü güney sınırımızda durdurmuş ve Toros Geçitlerini düşmana tamamen kapatmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu bu son savunma hattına defalarca taarruz yapılmışsa da bunların hepsi geri püskürtülmüş ve iki gün sonrada bu savunma hattının içerisine Antakya’da dâhil edilerek korumaya alınmıştı. (Hatipoğlu, “a.g.m.”, 652-654)    

Fakat düşman Anadolu’nun giriş kapısında durdurulmasına ve sağlam bir savunma hattı oluşturulmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu, Güney’deki bu tehdit sonucunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak teslim bayrağını çekmiştir.

Fakat milli mücadeleyi oluşturan çekirdek kadronun çoğu bu cephede savaşarak tecrübe kazanmış ve Mustafa Kemal liderliğinde milli mücadeleyi başarıya ulaştırarak bağımsız Türk devletini kurmayı başarmışlardır. 

9 Ekim 2024 Çarşamba

MİLLİ MÜCADELE’DE KASTAMONU’NUN ÖNEMİ


 

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun soluğunu kesmiş ve çeşitli cephelerde savaşarak Çanakkale Cephesi hariç tüm cephelerde yenilmiştir. 1918 yılına gelindiğinde savaş bitmiş ve Mondros Mütarekesini imzalayan Osmanlı İmparatorluğu teslim bayrağını çekerek işgale açık hale gelmiştir. 

1918’in acı faturasını elde kalan ve elden çıkan tüm Osmanlı imparatorluğunun toprakları ödediği gibi Anadolu’da bu faturayı çok ağır ödemiştir.

Kastamonu’da bu ağır bedellerden gerekli payını almış ve işsizliğin artmasının yanında savaşta hayatını kaybedenlerin geride bıraktığı ailelerin çilesi Kastamonu halkının gönlünü sızlatmıştır. 

Faruk Söylemez’in ifade ettiği gibi: 

“Kastamonu işgal bölgesi olmamasına rağmen, Türk vatanını bir bütün olarak görmüş ve Kastamonu halkı, vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı uğruna her türlü fedakârlığı göstermiştir. Aynı zamanda Kuvâ-yı Milliye’yi desteklemek amacıyla kurulan cemiyetler, gerek halkın aydınlatılmasında gerekse asker ve mühimmat temininde büyük çabalar göstermişlerdir. Yine Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek isteyen devlet erkânı ve İstanbul’dan gönderilen silahlar büyük bir stratejik öneme haiz olan İnebolu yoluyla, Kastamonu – Ilgaz güzergâhını takip ederek Ankara’ya ulaştırılmıştır.” (Faruk Söylemez, “Milli Mücadele Döneminde Kastamonu’da Kurulan Cemiyetler, Kahramanmaraş  Sütçüimam Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, s.254.)

Fakat Kastamonu’da ekonomik ve sosyal yapı zarar görmesi ayrıca savaştan kaçanların dağlara çıkarak eşkıyalık yapması ve asker ailelerini kaçırması bölgede büyük bir güvensizlik meydana getirmiştir. (Mustafa Eski, Kastamonu Basınında Milli Mücadele’nin Yankıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995, s.7)

Hatta Mondros Mütarekesi imzalanınca gayrimüslimler şımarmış ve kutlamalar yapmışlardır. Bununla birlikte Papaz Dacat isimli şahıs kendi etrafında Rumları ve Ermenileri toplamış ve ilin en yetkili kişisi olmuştur. Ayrıca kendisi, faytonla vilayet binasına geldiğinde vali, onu elçi karşılar gibi karşılamıştır. Yine İngiliz Yüzbaşısı Mister Senlich’in, Kastamonu’ya silah aramak için gelmesi şımarıklığın dozunu iyice arttırmıştı. Yedisinden yetmişine bütün Hristiyanlar en güzel elbiselerini giyerek kışla önünde yüzbaşıyı karşılamışlar ve sözde Türklerin kendilerine kötülük yaptığını bu nedenle Türklerin elinden kurtulmak istediklerini ballandıra ballandıra anlatmışlardır. (Hüsnü Açıksöz, İstiklal Harbinde Kastamonu, Türk Ocakları Derneği Kastamonu Şubesi Yayını, Bas:2, Kastamonu 2019, s.15)

Böylece Mondros Mütarekesinden sonra gayrimüslimlerin şımarıklıkları ve hainlikleri Kastamonu halkının vicdanını rahatsız etmesiyle birlikte bu yapılanlara karşı her geçen gün milli birlik ve dayanışma ruhunu da güçlendirmiştir. Bu nedenle Kastamonu halkı Milli Mücadele’ye, Kuva-yı Millliye’ye ve Mustafa Kemal’e her türlü desteği vermiştir.

Zaten o yıllarda Kastamonu’da sadece 58. Alay’dan söz edilmiştir. Bununla birlikte Kastamonu, Ankara’daki 20. Kolordu’nun mıntıka sahasında kaldığından yani 3. Ordu Müfettişliğinin dolayısıyla bu müfettişlik görevini üstlenen Mustafa Kemal’in yetki alanı içerisindeydi. Bu nedenle Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıp Milli Mücadele’yi başlattıktan sonra Kastamonu’daki bazı görevliler padişah yanlısı bazısı da Mustafa Kemal yanlısı olarak kutuplaşmışlardı. Ancak Mustafa Kemal şehrin önemini bildiği için Kastamonuluların Kuva-yı Milliye’nin yanında olmasını sağlamak için Ali Fuat Cebesoy’a emir vermiş ve Kastamonu’ya teşkilatçı bir kumandanın görevlendirilmesini istemiştir. Bunun üzerine Miralay Osman Bey 16 Eylül 1919’da Kastamonu’ya gelmiştir. Böylece padişah yanlısı olanların sesi kesilmiş ve Milli Mücadele karşıtı Zafer gazetesi de yayın hayatına son vermiştir. Ayrıca Kastamonu, Kuvâ-yı Milliye ile fiilen birleşmiştir. (Mustafa Eski, a.g.e., s.7 -8) 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin Kuruluşu:

Kastamonu’da Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kuruluşunu milli mücadelenin hemen başlamasıyla tamamlamıştır. Özellikle Kastamonu’da Kuva-yı Milliye’nin örgütlenmesini Vali Vekili Ferid Recai Bey’in emirleri doğrultusunda başlamış ve bölgeye Miralay Osman Bey’in gönderilmesiyle hız kazanmıştır. Böylece 28 Eylül 1919 tarihinde de Kastamonu Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti kurularak faaliyetler hızlandırılmıştır. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.16-18)

Hüsnü Özlü makalesinde cemiyet ile ilgili aynen şunları ifade etmiştir:

“Cemiyet bir taraftan bütün gücü ile Milli Mücadeleyi desteklerken diğer taraftan da İstanbul Hükümetine karşı mücadele vermiştir. Özellikle cemiyet başkanı Ziyaeddin Efendi’nin İstanbul Hükümetine çekilen protesto telgraflarını imzalayarak ve bu konuda öncülük ederek Heyet-i Temsiliye’ye büyük destek olduğu görülmektedir. (Hüsnü Özlü, “a.g.m”.,s.73)

Cemiyetin Kurucuları ise şunlardır:

Başkan: Şeyh Ziyaettin Efendi’dir. İkinci Başkan: Eski mebuslardan Hoca Şükrü Efendi’dir. Üyeleri ise: Fazıl oğlu Besim, Hukuk Mahkemesi Başkanı Yusuf Ziya, Ulemadan Hacı Mümin, Tavukçuoğlu Ahmet, Akdoğanlıoğlu Mehmet Ali, Memleket Hastanesi Operatörü Ali Bey, Mülazımülevvel Şevket, Jandarma Mülazımevveli Remzi Bey, Açıksöz gazetesi sahibi Hamdi (Çelen) Bey’dir. (Faruk Söylemez, “a.g.m.”,s.252)

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin faaliyetleri Gençler Kulübünün de katılmasıyla kat kat artmıştı. Bir yandan ordunun ihtiyaçları karşılanmış diğer yandan ise Ankara’ya gidecek olan vatanseverlere ve zabitlere İnebolu yolu üzerinden yardım edilmeye çalışılmıştır. 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetinin faaliyetlerini Hüsnü Açıksöz şöyle anlatmıştır:

“Müdafaa-i Hukuk defterinde şehrimizden geçen yüzlerce zata para ile yardım edildiği görülmektedir. Bunlar lafta olmaz. Bir ordu yeni baştan iğnesinden ipliğine kadar giydirilip, kuşatılacaktı. Müdafaa-i Hukukumuz bir parti Sedat Bey bir parti de Altıağazadeler vasıtasıyla on bine yakın asker elbisesi ve kaput getirtmiş bunları Ankara’da ordu levazım dairesine göndermişti. Bunlardan başka çamaşır, çadır, çorap gibi eşya da derlenip, toplanıp gönderiliyordu. Bunların parasını kim veriyordu? Kastamonu ve Kastamonulular.” (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.50)

 Hüsnü Açıksöz, Kastamonu halkının milli mücadele için verdiği paraları da ayrıca eserinde belirtmiştir. Mesela Kastamonu şehrinde o dönemin parası 20.000 lirayı yalnız birkaç kişinin bir defada verdiğini yine köylerden ve kazalardan toplanan paralarında eklendiği hesaplandığında askerlere ve gelen – gidenlere yapılan yardımlarla birlikte 100.000 lirayı bulduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bunun ilk hesap olduğunu sonraları da çokça paralar verildiğini Sakarya Harbi’nde de birçok fedakârlıklar gösterildiğini ayrıca Hilal-i Ahmer, Himaye-i Etfal, İzmir, Maraş yardımları da buna katılmalıdır. Açıksöz yine eserinde Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin dosyaları incelendiğinde onda dokuzunun hep yardım ve para toplama işleri ile alakalı olduğu belirtilmiştir. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.50)

Bu ifadeler doğrultusunda Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kastamonuluların ekonomik durumunun kötü olmasına rağmen milli orduya sadece asker değil aynı zamanda maddi yardım etmek ile de övünebilir. 

Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin Kadınlar Şubesinin Kuruluşu

Bu cemiyetin kuruluş tarihi kesin olarak belli olarak belli değildir. Fakat Kastamonu’nun erkekleri kadar kadınları da bu vatan büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Mitingler, protesto mektupları, yardım toplama gibi faaliyetlerinin yanı sıra Kurtuluş Savaşı’nda cepheye sırtında top mermisi taşıyacak kadar cesaret timsali kadınlardı. İşte bu kadınlardan birisi vatanın kurtuluşu için cepheye mermi yetiştirmeye çalışırken yolda soğuktan donarak şehit olan Şerife Bacı’dır. 

Cemiyetin Kurucuları ise;

Zekiye Hanım (Polis Müdürü Halil Bey’in eşi), Kamuran Hanım (Defterdar Ferit Bey’in eşi), Saime Hanım (Sağlık Müdürü Ferruh Bey’in eşi), Bedriye Hanım (Maarif Müdürü Talat Bey’in eşi), Münire Hanım (Vilayet Mektupçusu Fuat Bey’in eşi), Refika Hanım (Miralay Osman Bey’in kızı), Neyyire Hanım (Reji Müdürü Ömer Bey’in kızı)’dır. (Hüsnü Açıksöz, a.g.e., s.9)

Cemiyetin kadınları mitingler düzenleyerek yapılan haksızlıklar dile getirilmiş ve hilafet ile sadaret makamlarına yapılan haksızlıkların durdurulması için gerekenin yapılmasını istemişlerdir. Ayrıca İngiltere ve İtalya ile Madam Wılson’a; İzmir, Antep, Maraş ve Urfa’da yapılan işgaller için protesto telgrafları çekmişlerdir. Bununla birlikte itilaf devletleri temsilcilerinin eşlerine de protesto telgrafları çekmişlerdir. (Faruk Söylemez, “a.g.m.”, s.247-248.)

Milli Mücadele’nin Diğer Önemli Gelişmeleri

Tüm bunlar yaşanırken milli mücadeleye destek veren Mehmet Akif Ersoy gibi önemli şahsiyetlerde Kastamonu’ya gelmiş hatta ilk vaazını Kastamonu – Nasrullah Camiinde vermiştir. Yine bazı şiirleri Kastamonu’nun önemli gazetelerinden ve milli mücadelenin destekçisi olan Açıksöz gazetesinde yayınlanmıştır. Akif’in çıkardığı dergi olan Sebilürreşad dergisinin bazı sayıları Kastamonu’da yayınlanmıştır. 

Böylece Kastamonuluların başta Kuva-yı Milliye ile birleşmesi, Kastamonu Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetini ve sonrasında hanımlar şubesini açması yine İnebolu yolunun önemi nedeniyle Milli Mücadeleye destek verenlerin geçiş yolu olması ve cepheye silah sevkiyatlarının yapılması ayrıca Mehmet Akif gibi önemli şahsiyetlerin uğrak yeri olup halkın mücadeleye davet edilmesi bununla birlikte Kastamonu ve Açıksöz gazeteleri gibi basın yayın organları ile milli mücadeleye destek verilmesi Kastamonu’nun önemini arttıran gelişmelerdir. Ayrıca Kastamonu’da; “Gençler Kulübü, Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti, Muallimler (Öğretmenler) Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Derneği, Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme) Cemiyeti, Kastamonu İlim Derneği, İçki İle Mücadele Derneği, Himaye-i Ahlak Derneği, Hanımlar Musiki Dershanesi” gibi oluşumlar kurularak milli mücadeleye destek verilmiştir.     

En önemlisi ise bu oluşumları gerçekleştiren ve Birinci Dünya Savaşı’nın tüm olumsuzluklarına rağmen Kastamonu ve halkı canını dişine takarak bu oluşumların kurulmasını sağlamış bu nedenle Milli Mücadele Hareketine ve onun lideri Mustafa Kemal’e tam destek vermişlerdir.  


3 Ekim 2024 Perşembe

TÜRKİYE KÜRESEL GÜÇ OLABİLECEK Mİ?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler 79. Genel Kurulunda İsrail’in, Filistin’de yaptığı katliamlar başta olmak üzere Birleşmiş Millet yapısını eleştiren konuşmasıyla damga vurdu. Özellikle Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’nin çöktüğünü ve dünya beşten büyüktür ifadesini tekrardan kullandı. Dünyanın bu soykırıma sessiz kaldığını ifade etti.

Böylece Türkiye uzun zamandır üstlenmiş olduğu bölgesel aktör olma rolüne devam ederken aynı zamanda gücünü küreselleştirme evresine doğru ivme kazandırmaya çalıştı. Bölgesinde Dağlık Karabağ sorununu halleden ve Kıbrıs meselesinde önemli adımlar atan Türkiye, Filistin meselesini de dünya gündeminde tutmaya devam ediyor. Anlaşılan o ki Suriyeli mülteciler konusundaki yanlış politikasından rahatsız olan Türk milletinin çağrıları işitilmiş olacak ki sığınmacılar politikasını değiştireceği ve onun için Esad ile görüşme çağrısı yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu da halletmeye çalışacağı görülüyor. Fakat Esad, ABD ve Rusya’ya rağmen bu görüşmeyi kabul edip Türkiye’deki sığınmacıları tekrardan kabul eder mi orası belli değil. Çünkü Türkiye, sığınmacılar meselesini de hallederse ekonomik ve insani yük bakımından rahatlayacak ve hem iç hem de dış politikadaki sorunları çözmek için daha da emin adımlar atacaktır. İşte bunu istemeyen ABD, Rusya, İsrail bu sorunun çözülmesini ister mi? Bölgede güçlü bir Türkiye mi? Yoksa sığınmacılar meselesi ve iç sorunları ile uğraşan bir Türkiye mi görmek isterler? Türkiye ağır bir demografi saldırısı altında çünkü ekonomik olarak da sıkıntı da olan Türkiye daha kendi gençlerine iş alanı açamamış, eğitimde ise istenilenler gerçekleştirilememiş ve eğitimde eski sistem aranır hale gelmiştir. Niteliksiz gençlerin yetişmesi, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması ve bunun akabinde çırakların ve meslek erbaplarının yetişmemesi ve bunun yabancı uyruklulardan karşılanması Türk gençliğini de işin içerisinden çıkılamaz bir hale getirmiştir.

Neredeyse Türkiye siyasetinden bahsederken eğitimden mutlaka söz ediyorum. Çünkü bir devleti devlet yapan eğitimdir. Her zaman şu örneği veririm. Koskoca 630 yıllık Osmanlı İmparatorluğu eğitimin çökmeye başlamasıyla birlikte gerilemeye başlamış ve son bulmuştur. Tarihten ibret almak her Türk gencinin ve bu millete liderlik eden herkesin boynunun borcudur.

Ayrıca bölgesel güçten küresel güce evrilmeye çalışılırken karasularımızda Yunan tecavüzlerinin artması ve hatta Datça’da karaya çıkıp gitmelerinin izahı olamaz. Çünkü bu yapılan antlaşmaların çiğnenmesi ve bu bir savaş sebebidir. İşte Yunanlılar, Türkiye’nin uğraştığı sorunlardan cesaret alarak bu tür kışkırtıcı eylemler yapmaktadır. Bunun için kendi içimizdeki gücümüzü ve enerjimizi tamamen toplamalı sorunları hallederek geleceğe sağlam adımlar atmalıyız. Önce Türk milletinin sorunlarının çözmeli ve çağrılarına kulak tıkamamalıyız.

Bu hem ülkesini seven, düşünen milliyetçi aydınlar olarak bizim hem de bu ülkeyi yöneten siyasetçilerin vatan borcudur.  

    

11 Mayıs 2020 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN KÜRESEL GÜÇLERLE MÜCADELESİ




             Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Türkler tarih boyunca irili ufaklı birçok devlet kurup dünyaya yön vermiş büyük bir millettir. Türk milleti bu yön çerçevesinde çeşitli coğrafyalara göç ederek buralarda kalıcı olup milletleri her türlü etkilemeyi başarmıştır. Türklerin 4.yüzyılda Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa’ya başlattığı göç ile birlikte Batı şekillenmeye başladı. Büyük Türk Hükümdarı Atilla ile şekillenen Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun temelleri sarsılmaya başladı. Ayrıca Papanın Atilla’nın ayaklarına kapanmasını ve tarihler 1071’i gösterdiğinde ise Malazgirt zaferiyle Alparslan’ın Romen Diyojeni yenmesini, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesini Küresel güçler asla unutmadı. 

Özellikle Anadolu topraklarının Türklerin elinde kalmasını bir türlü kendilerine yediremediler. Hiç şüphesiz ki tarihte büyük değişimlere yol açan diğer Türk devletleri ile de uğraştılar ancak Türkleri kırma noktası olarak Osmanlı İmparatorluğunun gerileme süreci ile başlattılar. 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı çok büyük kan kaybına uğradı. Bu Antlaşma ile Osmanlı’nın Orta Avrupa’daki egemenliği büyük ölçüde sona erdi. Osmanlı Devleti, Batı’da ilk kez bu kadar toprak kaybetti. Bunun yanında antlaşma ile ilk kez siyasi ve askeri açıdan kaybettik. Osmanlı, Avrupa’dan geri çekilmeye Avrupa ise saldırıya geçti. Osmanlı 1699’dan 1918 Mondros Antlaşmasına ve 1920 Sevr Antlaşmasının imzalanmasına kadar ki geçen süre zarfında açık pazar haline geldi ve resmen işgale uğradı. Özellikle dünyanın kesişme noktası olan Anadolu’dan Türkleri atmak için küresel güçler büyük oyunlar kurdular. Ancak tarihler 19 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Milli Mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal’i hesap edemediler. Küresel güçlerin kurmuş olduğu ve üzerinde yıllarca çalıştığı tarihi “Şark Planı”nı Mustafa Kemal ve arkadaşları çökertmeyi başardılar. “13 Eylül 1683 Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.”[2] Şark planı ile başlayan 1699 Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla hızlanan küresel güçler oyunu çökertilerek Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tün dünyaya resmen tanıtıldı.

Zor geçen milli mücadele ve ardından yeni kurulan devletin sancılarına rağmen Türk Milleti ayakta kalmayı başardı. Yeni Türk devleti benzeri görülmemiş inkılaplar yaparak çağdaşlaşma yolunda büyük mesafeler katetti. Ancak küresel güçlerin Anadolu’dan tamamen sökülüp atılması gerekliydi. Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk, ekonomi başta olmak üzere tüm alanlarda millileşme politikası izledi. Ayrıca Mason localarına kökü dışarıda zararlı faaliyetler diyerek 1935 yılında tüm mason localarının kapatılması emrini verdi.

Ancak küresel güçler rahat durmayacaktı. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Anadolu toprakları üzerindeki kirli emellerini planlamaya başladılar. Özellikle Türkiye’nin dolaylı yollardan kan kaybetmesi için 1960 darbesi ve sonraki sokak çatışmaları ile 1980 darbesi yine ardından binlerce insanımızın ölmesine neden olan bölücü terör ile dini istismar eden örgütlerinin desteklenip Türkiye’nin başına musallat edilmesi küresel güçlerin Anadolu üzerine kurdukları oyunlardandır. Etnik kimlik üzerinden çıkarılan çatışmalar, mezhep kavgasının çıkarılmak istenmesi, ekonomik bunalımlar ve yine çeşitli terör olayları oynanan oyunların diğer ayağını oluşturmaktaydı. Türkiye dolaylı olarak kan kaybettirilmek isteniyor. Kendi içinde enerjisinin tüketilip bölge bölge parçalanması hedefleniyordu. Ancak 2200 yıllık Türk devlet geleneğine sahip Türk milletinin içerisinden çıkan vatansever evlatları bu oyunları bozmaya çalışıyor ve bu uğurda şehit oluyordu.
Ancak küresel güçler Türk devletinin içine sızıntı yerleştirmeye başladı. Vatansever, milliyetçi kişiler uydurulan gerekçelerle önü kesiliyor yada mahkeme karşısına çıkarılıp içeriye atılıyordu. Onlardan doğan boşluğa ise küresel güç destekli Fetöcüler yerleşiyordu. Uzun bir sürecin ardından bu davalardan beraat edenler yani milli devletin kanadını oluşturanlar ile Fetöcü yapılanma karşı karşıya geldi. Fetö ise milli kanadı güçlendirmemek için son darbeyi vurmak üzere 15 Temmuz 2016 günü harekete geçti. 

Fakat başarılı olamadı. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk milleti ve devletin içindeki vatansever asker, polis, istihbarat görevlileri kısaca tüm birimler vatanı korumak için direnişe geçtiler ve darbe sabaha karşı bastırıldı. Ancak çok canımız yandı.
251 vatan evladı şehit oldu. 2194 kişi gazimiz oldu. Küresel güçler Türkiye’ye 1980’den tam 36 yıl sonra çok büyük bir darbe vurarak parçalayacaktı. Ancak devlet ve millet buna müsaade etmedi. Tüm bunlardan sonra ardı ardına yapılan terör saldırıları sonucunda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde birçok insanımız katledildi. Ancak yinede yılmadık. Mücadeleden geri durmadık.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı ve yargıdan bir sürü ihraçlar ve tutuklamalar olmasına rağmen Türkiye Küresel güçlere savaş açarak 40 gün sonra “24 Ağustos 2016 sabah dört sularında Cerablus’dan başlayarak başta DEAŞ olmak terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bir sınır ötesi operasyonunu başlattı. Yine bu operasyonun devamı niteliğinde DEAŞ, PKK, YPG, PYD gibi terörist unsurları temizlemek amacıyla 20 Ocak 2018 “Zeytin Dalı Harekatı” yaparak 18 Mart 2018’de Afrin şehir merkezi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçti. Yine 9 Ekim 2019’da bu sefer “Barış Pınarı Harekatıyla” terörist unsurları kıran bir darbe vuruldu.”[3]

Artık Türk’ün rahat etmediği Yurtta ve Cihan’da Sulh olmayacaktı. Türk milleti Küresel güçlere karşı savunmadan saldırıya geçmişti. Tıpkı 97 yıl önceki milli mücadelenin bir benzerini farklı zamanlarda farklı mekânlarda ama aynı düşmana karşı yapıyordu.
Küresel güçler yeni bir dünya düzeni kurarken bütün yöntemleri uygulamakta bazı ülkeler askeri müdahale ile işgal edilmekte bazı ülkelerde ise iktidarlar renkli devrimlerle değiştirilmekte idi. Böylelikle bu coğrafyaları kendi çıkarları açısından yeniden dizayn etmek üzere Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi, Renkli Devrimler, Arap Baharı diye adlandırdığı projelerle dünyayı savaş alanına dönüştürdüler.[4]  

Çünkü ulus devletlerin gelişmelerin önünde bir engel olduğu yönündeki düşünceler güçlendikçe, küresel ideolojiye uygun yeni bir siyasal iktidar ilişkisine yönelik artışlar görüldü. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, G-8 ülkeleri, Bankacılık Sektörü, Uluslararası Borsa Hareketleri vb. kuruluşlar düzenledikleri seminerler sonunda yayınladıkları raporlarında küreselleşmenin önündeki en büyük engelin ulus devlet olduğuna vurgu yapıyorlar. Dünya ekonomisine yön veren ülke ve kuruluşların ulus devleti gelişmeler önünde en büyük engel olarak görmeleri ulus devletin geleceğinin ne kadar ciddi tehlikede olduğunu gösteriyordu.[5]

Sonuç itibariyle; küresel güçlerin ulus devlet olan Türkiye’nin, bulunduğu coğrafi konumun önemi ve tarihi kindarlıkları sebebiyle günümüzde de uğraşmaya devam ediyorlar. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti küresel güçlere savaş açarak, dünya beşten büyüktür diyerek mazlumların yanında olmaya devam ediyor ve bugün dünyanın bütün cephelerinde mücadele ediyor.



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blooger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2]İsmail Habip Sevük; (d. 1892, Edremit - ö. 17 Ocak 1954, İstanbul), Türk yazar, edebiyat tarihçisi, gazeteci, siyasetçi. Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu'da çıkarılan çeşitli gazetelerde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme aldı. Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat tarihi kitabı olan “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” adlı eserin yazarıdır[1]. VII. TBMM’de Sinop milletvekili olarak yer almıştır (1943-1946).
 [3] Kubilay Muhammet Özdemir, Türkiye’nin Suriye ve Libya Üzerinden Dolaylı Olarak Dünya İle Mücadelesi, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2020/05/turkiyenin-suriye-ve-libya-uzerinden_6.html , Erişim Tarihi; 6 Mayıs 2020
[4] Ünal Acar, “Küresel Güç Mücadelesi ve Ulus-Devletin Geleceği”, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ISSN 1309-1387, c.11, Say: 27, Mart 2019
[5] Ünal Acar, “a.g.m.”, Mart 2019


1 Temmuz 2019 Pazartesi

MACRON VE ÇİPRAZ’A TÜRK TARİHİ DERSİ


Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Türkiye’yi her fırsatta hedef almaya devam ediyor. En son Türkiye için Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarını durdurmasını istemiş ve üstüne Yunanistan Başbakanı Çipras’a, Türkiye’ye karşı size savaş gemisi göndereyim teklifinde bulunmuş. Çipras ise bu bilgiyi doğrulamış ve iddia olmaktan çıkarmıştır.
Ancak Fransa Cumhurbaşkanı, Fransa tarihini unutmuş olmalı ki Türkiye’ye karşı Yunanistan’ı kışkırtıp böyle bir teklif götürmeyi kendine vazife saymış. Halbuki Osmanlı’nın Fransa Kralını kurtardığını ve Osmanlı’nın yardımına muhtaç olduğu günleri çabuk unutmuş olmalı.




“Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır'ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım. Sen ki, Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)’sun. Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida etmişsiniz (istemişsiniz). Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim. Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. (Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun.) Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz.”

Ocak 1526

Macron hep böyle uzaktan sallasın dursun, Japonya’da G20 zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan diplomatik beden dilini kullanarak elini Macron’un omuzuna atıp tatlı sert mizaçt uyarılarını dile getirdi. 



PEKİ YA ÇİPRAS?

Bir de Yunanistan Başbakanı var tabi onun bunun gazıyla gelip iki de bir Türkiye’ye sallayan. Peki Çipras ne dedi? “Macron’un savaş gemisi gönderme teklifini kabul etmediğini tansiyonun çatışma boyutuna çıkmasını istemediğini zaten Yunan ordusu Avrupa’daki güçlü ordulardan biri olduğunu” söyledi. Üstüne ekledi. “Eğer egemenlik haklarımız ihlal edilirse acı verici sonuçlara katlanmamız lazımmış”. Bu konuşmalardan Çipras’ın da tarih bilmediğini anlıyoruz. Eğer Türk-Yunan ilişkileri tarihini bilseydi. Herhalde böyle konuşmazdı.

Yunanistan’ın bugün bile ekonomisi berbat ve ordusu da hiç de öyle abarttığı gibi güçlü falan değil. Nasıl ki İsrail, Amerika’nın şımarık çocuğu olarak ara sıra Türkiye’ye kafa tutuyorsa! İşte Yunanistan’da Avrupa’nın şımarık çocuğu olarak Türkiye’ye kafa tutuyor!

Yoksa Osmanlı’nın tek bir vali ile senelerce yönettiği bugünde Avrupa’nın desteği olmadan ayakta bile kalamayacak olan bir ülkeden bahsediyoruz.
Üstelik tehdit ettiği Türk milleti ve devleti karşısında tarih boyunca defalarca yenilmişsin ve halen boş tehditlerle kafa tutmaya çalışıyorsun.

Türk- Yunan tarihine derinlemesine girmeyeceğim ama Çipras’a tavsiyem. Sadece işgal yıllarında Sakarya’dan, İzmir’e kadar süpürülen ve son kalıntılarının da denize döktüğümüz 200.000 askerine veya Kıbrıs Barış Harekatı’na bir bakması hem kendisi hem de ülkesi açısından iyi olur.

Son söz olarak Türkiye Akdeniz’de sondaj çalışması yaparken ne Kralı’nı kurtardığı Fransa’dan ne de senelerce bir vali ile yönettiği ve denize döktüğü Yunan’dan izin alacak değil…

Diğer Yayınlar