19.
yüzyılda dünya; siyasi, ilmi, teknik ve ekonomik yönden büyük değişiklere sahne
olmuştu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu eski ihtişamlı günlerini geride bırakmış
yenidünya düzenine ayak uyduramamış ve Viyana kapılarından dönerek 1699
Karlofça Antlaşması ile 238 yıllık geri çekiliş sürecine girmiştir. Bu süreçte
ortaçağ karanlığındaki Avrupa atılım yapmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nu her
alanda zor durumda bırakarak en sonunda açık Pazar yani sömürge durumuna
düşürmüştür.
Avrupa’nın
coğrafi keşifleri gerçekleştirmesi ile başta sömürdüğü Afrika ülkelerindeki
altın, elmas ve çeşitli yer altı kaynaklarını ülkelerine kaçırmasıyla Avrupa
kıtası zenginleşmişti. Bu zenginleşme sürecini reform ve rönesans hareketleri
izlemiş Rönesans hareketleri ile sanat, bilim, edebiyat alanında yenilikler
yapılmış ve Hümanizm yani insancıllık akımı ortaya atılarak Avrupa eskiçağdaki
eserleri inceleyerek ve üzerine katarak bilimde ilerleme kaydetmiştir. Bu
sayede kilisenin etkisi kırılmış ve reform hareketleri başlamıştır. Bu
gelişmelerde Avrupa’da skolastik düşüncesinin yıkılmasıyla beraber bir
Aydınlanma Çağı’nın oluşmasına neden olmuştur. Bu aydınlanma çağıyla bilimin
daha da gelişmesi sonucunda buharlı makinelerin gelişmesi ve en nihayetinde
Sanayi Devrimi’nin yapılmasıyla üretim insan kol gücü yerini makineye bırakmış
ve üretimde artış sağlanmıştır. Fakat üretim için gerekli hammaddeler
karşılanması için dünya devletleri kendi toprakları ve hatta kendi kıtaları
dışındaki ülkeleri sömürmek için kendi aralarında sömürgecilik yarışına
girmişlerdir.
İşte
bu sebeple çağın gerisinde kalan o yıllarda sanayi devrimini gerçekleştiremeyen
ipek ve baharat yollarının öneminin kalmadığı ve halen tarımda makineler yerine
insan kuvvetinin kullanılması Osmanlı Devleti’ni çöküşe geçiren başlıca
sebepler olarak karşımıza çıkarmıştır. Bir de 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte
milliyetçilik akımıyla her millete ulus devlet fikriyatı yayılınca Osmanlı
İmparatorluğu parçalanarak toprak kaybetmeye ve ayrıca açık pazar haline
gelmişti. Devletin yıkılmaması için birçok ıslahatlar yapılmış, fermanlar
yayınlanmış, fikir akımları ortaya atılmış ancak hiçbirisi Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşünü durduramamıştır. Bu süreç dünya devletlerini ve
imparatorlukları Birinci Dünya Savaşına götürmüş ve 1914 yılında başlayan
Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında Osmanlı ve ittifak kurduğu devletlerin
yenilmesi ile sonlanmıştır. Osmanlı imparatorluğu Çanakkale Cephesi hariç tüm
cephelerde yenilmiş ve 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesini imzalayarak
savaştan yenik ayılmıştır. Bundan sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun
toprak kayıpları artmış ve sıkıştığı Anadolu coğrafyası ile işgale uğramaya
başlamıştı.
Afet
inan eserinden işgallerle ilgili şu bilgileri vermiştir:
“İşgaller,
denizden ve karadan 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren başlamıştır. Hatta Musul
ve İskenderun gibi mütareke olduğu tarihte Osmanlı ordusunun elinde bulunan
yerler bile alınmak istendiğinde buna karşı gelen kumandanlara İtilaf
kuvvetleri 7. Maddeye göre hareket ettiklerini bildirmişlerdir. Irak sınırında General
Ali İhsan, Suriye sınırında ise Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal
bulunuyordu. 13 Kasım 1918’de itilaf devletlerinin savaş gemilerinden kurulan
büyük bir filo Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a girmiştir. İstanbul resmen
işgal olmasa da fiilen işgal edilmiş oluyordu. Osmanlı hükümetine ait birçok
resmi ve özel binalara el konulmuştu. Diğer taraftan Anadolu içlerindeki
merkezler olduğu gibi Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki yerler de işgal
ediliyordu.” (Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 2020, s.22)
Tüm
bu zorluklar ve işgaller karşında Türk milleti susmamış ve bulunduğu bölgeleri
korumak için halkça teşkilatlanıp Kuva-yı Milliye’yi kurarak bağımsızlık
mücadelesine başlamışlardır. Sonrasında düzenli orduya geçilerek işgalciler
yurttan atılmış ve Lozan Antlaşması imzalanarak yeni devletimiz olan Türkiye
Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya tanıttırılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder