31 Ağustos 2023 Perşembe

TARİHİMİZ GELECEĞİMİZİN AYNASIDIR 26 – 30 AĞUSTOS ZAFERLERİ


 

Büyük Türk Milleti’nin tarihi dünyada küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Bu nedenle Türk’ü tarihten çıkardığınız zaman ortada bir tarih kalmayacaktır. Çünkü Türkler dünyanın farklı bölgelerine göç ederek birçok devlet kurmuş ve vatanlaştırdığı yerleri kültür ve medeniyetiyle etkilemiştir. Bununla birlikte kimi zaman dünya tarihini kimi zamanda kendi tarihini değiştirecek hamleler yapmışlardır. İşte bu hamlelerden birisi 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt Meydan Muharebesiyle Anadolu’nun kapılarını açarak vatanlaştırması olmuştur. Yine 26 Ağustos 1922’de Anadolu’yu işgal etmek isteyen Yunan Ordusuna karşı Mustafa Kemal’in komutanlığında Büyük Taarruz başlatıldı ve 30 Ağustos’ta düşmana öldürücü darbe vurulmak için “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” emri verildi.

23 Ağustos 1921’de düşmanın Sakarya’da durdurulmasıyla başlayan süreç 30 Ağustos 1922’de düşmanı yurttan temizleme harekâtına dönüşmüştür.

Bu tarihsel süreci kısaca şöyle değerlendirebiliriz:

5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’e Başkomutanlık yetkilerini verdi. 23 Ağustos 1921’de başlayan, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muhaberesi kazanılmış ve Yunan Ordusu geri çekilmeye mecbur bırakılmıştır. Bu savaşın yankılarını Orgeneral Kazım Özalp hatıratında şöyle ifade etmiştir:

“21 gün devam eden şiddetli düşman taarruzlarının geri çevrilmesi ve çok yıpratıcı muharebeden sonra bizim karşı taarruza başlamamız ve düşmanı mağlup ederek derhal takibe koyulmamız, bütün cihanın önemle ilgisini çekmeye başlamıştı. Anadolu’da kurulan yeni Türk devletinin, fevkalâde kıymet ve kudreti olan mükemmel ve muntazam bir orduya dayandığı ve bu kuvvetin pek ustaca idare edilmekte bulunduğu kanaati gelişti. Yunan ordusu ile bizi mağlup etmenin mümkün olamayacağı daha o zaman anlaşılmış ve düşmanlarımızın en önemlileri bizimle sulh yapmak için başka yollardan gitmek lazım geldiğini anlamışlardı.”1

Ayrıca Özalp bu hatıratında Times gazetesi başta olmak üzere birçok yabancı basınında Yunan yenilgisini gazetelerinde yazdığını ve bu savaşın artık bırakılarak yerini diplomasinin alması gerektiğini ifade ettiklerini belirtmiştir.2

Ancak Sakarya Savaşından sonra esas mesele düşmanın topyekun yurttan çıkarılması idi. Fakat itilaf devletlerince yapılan mütareke ve sulh tekliflerine karşı fikirler ileri sürülerek diplomatik yolda denenmek istenmiştir.3

Buna mukabil Başkomutan Mustafa Kemal’in esas fikri şuydu:

“Memleketimizde bulunan düşmanlar silah kuvvetiyle çıkarılmadıkça, milli varlık ve kudreti fiilen ispat etmedikçe diplomasi alanında ümide kapılmanın caiz olmadığı hakkındaki inancımız kesin ve daimi idi. En doğru inancın bu olduğunu, bu olacağını tabii olarak kabul etmek gerekir. Hakikaten bugünün hayat şartları içinde bir fert için olduğu gibi bir millet için de kudret ve kabiliyetini eseri ile ve fiilen gösterip ispat etmedikçe itibar ve ehemmiyet beklemek boşunadır, kudret ve kabiliyetten yoksun olanlara iltifat olunamaz. İnsanlık, adalet, mürüvvet icaplarını bütün bu vasıfları haiz olduğunu gösterenler isteyebilirler. Cihan bir imtihan meydanıdır. Türk milleti bunca asırdan sonra yine bir imtihan, hem bu defa da en çetin bir imtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihanda başarı kazanamadan lütufkârane muameleyi beklemek bizim için caiz olabilir miydi?”4

Bu nedenle düşmanı yurttan temizlemek amacıyla 26 Ağustos 1922’de Afyon bölgesindeki Kocatepe’den taarruza geçildi. Yunan ordusu, Türk ordusu tarafından kuşatıldı ve düşman bozguna uğratıldı. 30 Ağustos’ta Başkumandanın ön cephede idare ettiği ve Aslıhanlar bölgesinde Türk ordusu tarafından kuşatılan düşman ordusu mağlup duruma düşürüldü.5

Kazım Özalp Başkumandanlık Meydan Savaşını şöyle ifade etmiştir:

“30 Ağustos günü Dumlupınar’da Başkumandanlık Meydan Muharebesi yapıldı. Burada düşman her taraftan sarılarak tam bir hezimete uğradı. Yunan ordusu ölü, yaralı ve kısmen de esir olmak üzere perişan oldu. Son anda başkumandanlığa getirdikleri Trikopis de eserler arasında idi.”6

31 Ağustos’ta, Çalköy Zafertepe’den idare edilen harekâta tarihimizde “Başkumandan Muharebesi” denilmesinin nedeni, Gazi Mustafa Kemal’in bu ön cephede bizzat bulunarak düşman ordusunu çevirme harekâtı yaparak başarı sağlamasındandır. İşte bu tarihte Dumlupınar’dan Büyük Millet Meclisi Ordularına Başkumandanın gönderdiği emir: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” olmuştur.7

Bundan sonraki süreçte düşman İzmir’e kadar kovalanmış Yunan ordusu İzmir’de denize dökülerek bu harekât tamamlanmıştır. Böylece 10 Eylül 1922’de Mustafa Kemal, İzmir’e girmiştir. Anadolu’nun batı bölgesi bu şekilde tamamen düşmandan temizlenmiştir. Sahada kazanılan zaferi Mudanya ve Lozan Konferansları takip etmiştir.

Böylece 1701’de Sultan Muhammed Alparslan’ın “size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır” sözü Mustafa Kemal’in düşmanı Anadolu’dan söküp atmasıyla vücut bulmuştur. Ancak bağımsız devletimizi kurmamıza rağmen düşmanın emelleri halen tükenmemiş yıllarca çeşitli kaos planları ile ülkemizi işgal etmeye çalışmışlardır. Bunun en büyük denemesini 15 Temmuz 2016’da FETÖ Terör Örgütü gerçekleştirmeye kalktı. Darbe kalkışmasıyla ülkemizi işgale hazırlamaya çalıştı. Ancak asil Türk milleti ve onun bağrından çıkan yerli ve milli personeller bu kalkışmayı sabaha karşı bastırdı. Başarılı olamayan Şark Planı hissedarları bu kez de Türkiye’yi terör eylemleri ile yıpratmaya çalıştı. Ayrıca ABD sınırımızın hemen ötesinde tonlarca silah yardımı yaptığı 30 bin kişilik bir terör ordusu kurdurdu. Böylece Türk askeri zafer ayı olan Ağustos ayına bir zafer daha ekledi. İşte o zafer 24 Ağustos 2016’da sınır ötesine başlattığı “Fırat Kalkanı Harekâtı” oldu. Bu harekâtları diğer sınır ötesi operasyonlar izledi ve binlerce terörist etkisiz hale getirildi. 2016’dan 1071’e ve 1922’ye selam gönderen Mehmetçik dünyaya “Anadolu ebediyen bizimdir” mesajını verdi.

Kaynaklar:

1Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919 – 1922, Türk Tarih Kurumu Yayınları, c. I – II, Bas:5, Ankara 2020, s.215.

2Kazım Özalp, a.g.e., s.215-216.

3Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Bas:6, Ankara 2020, s.91

4Afet İnan, a.g.e., s.91-92.

5Afet İnan, a.g.e., s.92.

6Kazım Özalp, a.g.e., s.234.

7Afet İnan, a.g.e., s.92-93.

 


29 Ağustos 2023 Salı

TARİHİMİZ GELECEĞİMİZİN AYNASIDIR "26 - 30 AĞUSTOS ZAFERLERİ"

 










Yarın 26 Ağustos ve 30 Ağustos Zaferiyle alakalı köşe yazım Son Saat gazetesinde ve internet sitesinde yayınlanacaktır.
Orgeneral Kazım Özalp'in ve Afet İnan'ın hatıratlarına da değindiğim bu yazımda 30 Ağustos ile alakalı önemli bilgiler içermektedir. Tarih severler ve araştırmacılar için yararlı bir yazı olarak karşınıza çıkacaktır.

23 Ağustos 2023 Çarşamba

TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN AÇIKLAMALARI - 2016’DAN SONRA TÜRKİYE

 


Türkiye 2016’dan Sonra Kamudan FETÖ’cüleri İhraç Ettikten Sonra Kamuda Yeni Yapılanmalara Gitti.

Türkiye tüm bu yaşadığı zorluklara rağmen ayakta kalmayı başarmış bir devlettir. Türkiye’nin yerinde hangi devlet olursa olsun üzerine bu kadar çok planlanan kaosa karşı yıkılırdı. Özellikle 2016’dan sonra kamudan FETÖ’cülerin ihraç edilmesiyle kamuda yeni yapılanmalar meydana getirildi. Özellikle Sn. Hakan Fidan’ın Milli İstihbarat Teşkilatının başında olduğu süreçte FETÖ’cüler temizlendi. İstihbarat teşkilatının operasyonal kabiliyeti geliştirildi. Artık sadece bilgi toplayan veya bilgi veren bir MİT değil artık sahada olan ve yeri geldiği zaman kendi elemanları ile yurt dışında saha operasyonları yapan bir MİT’e dönüştü. Yine MİT’in etkin yurt dışı diplomasi kabiliyeti arttırıldı. Bugün Hakan Fidan’ın MİT Başkanlığından, Dış İşleri Bakanlığına gelmesindeki en önemli etken işte budur. Çünkü MİT, sahada ve masada dengeleri belirleyici bir misyona ulaştı. Ayrıca kamu kurumlarımız Sevr Antlaşması korkusuyla savunma odaklı dizayn edilmişti. Ancak 2016’dan sonra bu durumun değiştiğini de gördük. Sevr Antlaşması korkusunu üzerimizden attık ve taarruza geçtik. Kurumlarımıza da ona göre ayar verdik. Özellikle FETÖ darbe kalkışması ve akabinde terör örgütlerinin Türkiye’yi hedef alması bardağı taşıran son damla oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kendi Silahlı Kuvvetlerinden de Çok Sayıda İhraçlar Yapmasına Rağmen Küresel Güçlere Savaş Açarak Sınır Ötesi Operasyonlara Başladı.

Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Emniyet Teşkilatından ve TSK’nın komuta kademesinden bir sürü ihraç ve tutuklamalar olmasına rağmen Türkiye küresel güçlere savaş açarak 40 gün sonra “24 Ağustos 2016 sabah dört sularında Cerablus’dan başlayarak başta DEAŞ Terör Örgütü olmak üzere bütün terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bir sınır ötesi operasyon başlattı. Yine bu operasyonların devamı niteliğinde DEAŞ, PKK, YPG, PYD gibi terörist unsurları temizlemek amacıyla 20 Ocak 2018’de “Zeytin Dalı Harekatı” yaparak 18 Mart 2018’de Afrin şehir merkezi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçti. Yine 9 Ekim 2019’da bu sefer “Barış Pınarı Harekatıyla” terörist unsurları kıran bir darbe vuruldu.” Bu operasyonlar çeşitli isimlerle halen devam etmektedir. Bu operasyonlarla Türkiye sınırlarını ve şehirlerini tehdit eden teröristleri imha etti. Ayrıca Türkiye bölgede oyun kurucu, denge değiştirici ve bölgesel bir güç olduğunu da tüm dünyaya gösterdi. Artık dünya karşısında yeni bir Türkiye olduğunun farkına varmaya başladı.

Türkiye Akdeniz’de, Kıbrıs Meselesinde, Libya Meselesinde, Azerbaycan – Ermenistan Savaşında, Rusya – Ukrayna Savaşında ve Birçok Meselede Dünyaya Güçlü Türkiye Mesajını Verdi.

2016’dan sonra Türkiye daha aktif bir şekilde “Uluslararası Arena” da boy gösterdi. Dünya Türkiyesiz bir planın olamayacağını gayet iyi anladı. Bu durumun ilk belirtisi Yunanistan’ın küstahlıklar yaparak deniz mili sayısını arttırmaya çalışarak bizi Antalya’ya sıkıştırmaya çalışması ve Kıbrıs’ın deniz yetki alanlarını sürekli ihlal etmesi olarak karşımıza çıktı. Bunu Fransa’nın Akdeniz konusundaki küstah açıklamaları da eklendi. Ancak Türkiye akılcı dış politika hamlesi ile Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Türkiye arasında 27 Kasım 2019’da Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması ile münhasır ekonomik bölgesini belirlendi. Bu anlaşma ise BM tarafından onaylandı. Böylece Türkiye, Akdeniz’de hesapları olan bütün ülkelerin hesaplarını suya düşürdü. Hem kendi haklarını hem Libya’nın haklarını hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını korumuş oldu. Bununla birlikte Azerbaycan – Ermenistan savaşında ise yıllardır Ermenilerin haksız yere işgal ettiği Dağlık Karabağ ve çevresi 27 Eylül 2020’de başlayan savaşla Türkiye’nin desteklediği Azerbaycan tarafından kurtarıldı. Bu savaş sonucunda Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan anlaşmaya göre de Zengezor Koridoru açılması kararlaştırıldı. Böylece Türkiye ile Orta Asya yani Türkistan arasındaki bağlantı da sağlanmış oldu. Yine Kırım’ın ilhakıyla başlayan ve 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı resmen işgaliyle devam eden süreçte Rusya – Ukrayna Savaşı başlamış ve halen günümüzde bu savaş devam etmektedir. Bu süreçte Rusya’ya karşı Avrupa Devletleri ve ABD Ambargo uyguladı. Buna karşı da Rusya’da Avrupa’ya enerji ve gıda ambargosu uyguladı. Böylece Avrupa kışın soğutan dondu ve tahıl gelmediği içinde aç kaldı. İşte burada Türkiye devreye girdi ve tahıl koridoru antlaşması ile dünyayı açlıktan kurtardı. Bu bile Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada söz sahibi olduğunu göstermeye yeterlidir. Sadece Türkiye bu konularda değil başta kendi bölgesindeki sorunlar olmak üzere Afrika ile de birçok projeler hayata geçirmiştir.

İnanıyorum ki Türkiye Eğitim Sistemindeki Kodlarına Tekrar Dönecek Olursa Türkiye’nin Yeniden Bir Cihan Devleti Olacağına İnanıyorum.  

Türkiye birçok yol kat etti. Gerek iç politikada yıllardır bitmeyen PKK Terör Örgütü bitirilme aşamasına getirildi. Gerek dış politikada uluslararası arenada sözü daha geçerli ve bölgesel güç konumuna geldiği görülmüştür. Ülkemizin daha da zirveyi görmesi için bu eğitim sorununu en kısa zamanda halletmeliyiz. Çünkü her şeyin başı eğitimdir. Eğitim olmadan kalite olmaz. Kaliteli nesiller yetişmez. Devletimizin bir cihan devleti olmasını istiyorsak, eğitimdeki kodlarımıza tekrar geri dönmeliyiz.

 

SON

 


TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN AÇIKLAMALARI - FETÖ’NÜN MİLLİ EĞİTİME SIZMASI

 


FETÖ’de Kamu Temizliği Yapıldı. Fakat FETÖ Milli Eğitime Çok Büyük Zararlar Verdi.

Bu süreçte kamuda FETÖ temizliği yapılarak 125 bin 678 kişi ihraç edildi.3 İhraç edilen bu kişilerin 41 bin 77’sinin İçişleri Bakanlığı personeli olurken ikinci sıra ile 33 bin 716 ile Milli Eğitim Bakanlığı yer almaktadır. Milli Savunma Bakanlığından da 13 bin 410 kişi ihraç edildi. Diğer ihraçlar ise diğer kamu kurumlarından yapıldı.4 Bu verilerden de anlaşılacağı üzere FETÖ’nün ikinci en büyük yapılanması eğitimde olduğu görüldü. Şehit Tarihçi Hablemitoğlu’nun geçmişte “Eğitimdeki FETÖ Öngörüsü” de böylece hainlerin 15 Temmuz darbe kalkışması ve ülkemizi işgale hazırlama projesiyle ortaya çıkmış oldu.

Eğitimde Yeni Köklü ve Kalıcı Reformların Yapılması Şarttır. Eski Kodlarımıza Geri Dönmeliyiz. Din Adı Altındaki Kurumlara ve Dershanelere Dikkat Etmeliyiz. Ayrıca Milli Eğitim, Din İşleri ve Askeri İşlerin Özeli Olmaz. Bunlar Tamamen Devletin Kontrolünde Olması Gereken 3 Ana Unsurdur.

Her zaman söylüyorum ve söylemeye de devam edeceğim. Bu acı olayla birlikte eğitimde yeni bir reform yapmalıyız. Bu reform köklü ve kalıcı olmalıdır. Öncelikle milletimizin evlatlarını yetiştiği kodlara geri döndürmeliyiz. Ancak bu şekilde vatansever, ahlaklı, kabiliyetli ve devşirilemeyecek öğrenciler ve öğretmenler yetiştirebiliriz. Tarihte Nizamiye Medreseleri boşuna açılmadı. Batıni tehlikesi ortaya çıkınca Selçuklu Devleti bu tehlikeyi önlemek ve mücadele etmek için bu medreseleri açtı ve başına da İmam Gazali’yi atadı. Onun içindir ki eğitim önemlidir ve devlet kontrolünde olmalıdır. Bugün ne olduğu belli olmayan ve halen yapılanmalarına izin verilen dernek veya dernek çatısı altında olduğu düşünülen cemaatlere ve yine merdiven altı ya da özel eğitim kurumu adı altında faaliyet gösteren dershanelere çocuklarımız gönderilmektedir. Ben bu durumu çok sakıncalı buluyorum. Devletimizin Diyanet İşleri Başkanlığı var ve diyanete bağlı bir sürü İslam dinini öğretecek yerleri de mevcutken din adı altında eğitim verdiği ders programlarının belli olmadığı yerlere çocuklarımızı göndermek sakıncalıdır diye düşünüyorum. Yine aynı şekilde devletimizin okulları ve okullarda açılan takviye kurslar yerine çocuklarımızın dershanelere gönderilmesinin de geçmişte sakıncalarının hangi boyutlara ulaştığını gördük. FETÖ’nün dershane yapılanması halen karşımızda canlı bir örnek olarak dururken tekrar böyle bir riski göze alamayız.

Onun içindir ki başta Milli Eğitim, Din İşleri ve Askeri işlerin özeli olmaz. Bunlar tamamen devletin kontrolünde olması gereken 3 ana unsurdur. 

 

Öğretmenler İçinde Köklü Reformlar Yapılmalıdır. Atanamayan Öğretmenler Geçinmek İçin Dershanelerde Çalışmaya Mahkum Edilmemelidir.

Onun için hem eğitim sisteminde hem de bu sistemin en önemli parçası olan öğretmenler için de köklü bir reformlar yapılmalıdır. Atanamayan öğretmenlerimiz geçinmek için dershanelerde çalışmaya mahkum edilmemelidir. Şüphesiz ki her dershaneden veya orada çalışan öğretmenlerden şüphe edecek değiliz. Fakat devlette çalışan olsa da özel de çalışan olsa da tek bir sızıntıya daha tahammülümüz kalmamıştır.

Milli Eğitim Bünyesinde Yeni Bir Cemiyet Kurulmalıdır. Düşünürlerin, Yazarların, İlim İnsanlarının Tartışacağı Bir Ortam Oluşturulmalıdır. Tartışmalar Sonucunda Raporlar Hazırlanmalı ve Böylece Eğitimde İttihat Sağlanmalıdır.

Milli Eğitim yeni Bakanımız Yusuf Tekin’in son açıklamaları eğitim için yeni bir umut ve başlangıç olduğu aşikârdır. Ancak eğitimdeki yeniliklerin ve özellikle bizim gibi yazarların fikriyatları da göz ardı edilmemelidir. Yetkin ve milli eğitime gönlünü vermiş fikir insanlarının görüşlerini beyan etmesi için milli eğitim bakanlığı bünyesinde yeni bir cemiyet kurulmalıdır. Bu cemiyette ortaya atılan bu görüşler raporlanarak milli eğitimin yol haritası çıkarılmalıdır. Yine bu cemiyete katılmak isteyen atanmış veya atanamamış herkesin dinlenmesi ve cemiyetin toplantılarının İstanbul ve Ankara merkezli olması gerekmektedir. Böylece eğitimcilerimizden yeni çıkacak fikirlerle Türk Milli Eğitim Sisteminde İttihadı sağlayabiliriz.

Bir Fikir Adamı Olarak Milli Eğitimdeki Düşüncelerimi Taslak Olarak Şu Şekilde Sıralayabilirim:

Türk Milli Eğitimi ile ilgili gerek müfredat gerekse verilen dersler ile birlikte eğitim – öğretim ile ilgili değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ayrıca mevcut öğretmenlerin durumu ve atanamamış öğretmenlerin durumları ile sınav sistemleri hakkında da köklü değişimlerin olması kaçınılmaz elzemdir.

Milli Eğitim sisteminin başta İlk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar’ın eğitim sistemi, Selçuklu’daki Nizamiye Medreselerinin ve Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Sahn-ı Saman Medreselerinin ve Cumhuriyetimiz döneminde kurulan Köy Enstitülerinden karma olarak günümüze modernize edilmiş şekliyle uygularsak eğitimde köklü bir çağ açacağımızı düşünmekteyim.

Eskileri inceleyince ne olacak diye düşünmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken Avrupalı aydınlar ilkçağ eserlerini incelemiş ve kendi dillerine çevirerek Avrupa’nın karanlık çağını yenerek bilimde ve teknoloji de ilerlemişler hatta coğrafi keşifleri gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca o dönemde zirveyi yaşayan Osmanlı Devletini bu yaptıkları reformlarla geçmeyi başarmışlardır.

Tüm bu konularla beraber Milli Eğitimin en önemli olmazsa olması öğretmenlerimiz KPSS sınav sistemi ile seçilirken kendi alanları haricindeki birçok derslere çalışmaktadırlar. Bu da öğretmenlerimize kendi alanlarında uzmanlaşmasının önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu nedenle öğretmen adaylarının sadece kendi branşından sınav yapılması gerektiğini düşünmekteyim.  Yine mevcut öğretmenlerimizi hizmet içi eğitimlerinin değişmesinin elzem olduğu kanaatindeyim.  Milli Eğitim ile ilgili olan konularda bilgi ve düşüncelerimi Milli Eğitim Bakanlığı ile paylaşmaktan memnuniyet duyarım.

 

Milli Eğitim Bakanımızın Son Açıklamalarını Olumlu Buluyorum. İnşallah Devamı Gelir.

Milli Eğitim Bakanımızın son açıklamalarından ümit ediyorum ki İnşallah değişimlerin arkası gelir. Bunun ilk emarelerini Sn. Tekin’in açıklamalarında gördüm. “Yeni dönemde sınıf tekrarının mümkün olduğunu, açık liseye nakillerin zorlaştırılması, okula devamsızlığın af edilmemesi, merdiven altı kurslarla mücadele edilmesi, dershane ihtiyacının ortadan kaldırılması ve öğretmen yetiştirme sürecinin revize edilmek istenmesi başlıca değindiği konulardı.5

Özellerde Çalışan Öğretmenlere de Güvenlik Soruşturması Getirilmeli ve FETÖ İle İrtibatı Olan Özelde de Olsa Öğretmenlik Yaptırılmamalıdır.

Özellikle devlete atanan öğretmenlere güvenlik soruşturmalarının Anayasa Mahkemesinin iptaline rağmen tekrardan mecliste kanunlaşarak çıkması memnuniyet verici bir hadisedir. Ancak bu işlemler özel eğitim kursları veya kolejlerde görev alan öğretmenler için yapılmamaktadır. Aynı şekilde burada görev alan öğretmenler hakkında da güvenlik soruşturması yapılmasını sağlayacak kanun meclisten çıkarılmalıdır. FETÖ ile irtibatı olan hiçbir öğretmene özelde de görev verilmemelidir. Çünkü bizim tek bir sızıntıya daha tahammülümüz kalmamıştır. Özellikle son zamanlarda MHP Lideri Bahçeli’nin ortaya attığı “Kripto FETÖ”cüler konusu halen çözülememişken yeni bir riski göze alamayız. Şu da bir gerçektir ki özelde veya kolejlerde çalışan öğretmenlerimizden de elbette ki kalbi vatan ve millet sevgisiyle dolu olanları mevcuttur. Ancak ben burada devlet ve çocuklarımız için gerekli bir tedbirden bahsediyorum. Yoksa öğretmenlik kutsal bir meslektir ve her öğretmen baş tacı edilmelidir. Hak ettikleri itibarda kendilerine en kısa zamanda öğretmenlik meslek kanunu ile verilmelidir.

YAZININ DEVAMI YARIN

 

3 “Kamuda FETÖ Temizliği”, https://www.trthaber.com/haber/gundem/kamuda-feto-temizligi-125-bin-678-personel-ihrac-edildi-694991.html, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

4 “En Fazla İhraç Emniyet’te”, https://www.yenisafak.com/gundem/en-fazla-ihrac-emniyette-3443669, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

5 “Sınıf Tekrarı Geliyor, Açık Liseye Geçiş Zorlaşıyor”, Son Saat Gazetesi, https://www.sonsaat.com.tr/haber/16110199/sinif-tekrari-geliyor-acik-liseye-gecis-zorlasiyor, Erişim Tarihi: 17.08.2023

 


20 Ağustos 2023 Pazar

TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN AÇIKLAMALARI - FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN DOĞUŞU

 


Devletimizin Kurumları Bir Daha Sevr Antlaşmasını Yaşamamak İçin Dizayn Edildi. Küresel Güçlerde Bu Süreçte Türkiye Üzerine Çok Büyük Kaos Planları Kurdu.

Türkler 1699 Karlofça Antlaşmasını imzaladıktan sonra iki yüz otuz sekiz yıl boyunca sürekli geriye çekiliş süreci başladı ve bu geri çekiliş Sakarya’da durduruldu. Zor geçen savaş yıllarından sonra Lozan Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin küllerinden inşa ettiğimiz yeni devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bütün dünyaya resmen tanıttık.

Fakat devletimizin kamu kurumları başta olmak üzere devlet yapılanmamız bir daha Sevr Antlaşmasını yaşamamak üzere dizayn edildi. Taarruz yerine savunma refleksleri geliştirildi. Atatürk’ün ölümünden sonra tek partili hayat ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle ülkemiz ekonomik olarak zor günler geçirdi. Bir yandan küresel güçlerin dünyayı yeniden dizayn etme projeleri bir yandan da hala gözlerini diktikleri Anadolu’yu parçalama hamleleri devam etti. Türkiye kendisini toparlamasın dış dünyaya açılmasın diye ülkemizde her daim kaos olayları plandı ve gerçekleştirildi. 1960’da Türk Milleti cumhuriyet döneminde ilk defa darbeyle tanıştı. Daha sonrasında öğrencilerin örgütlenmeye başlaması akabinde 12 Mart 1971 Muhtırası ve öğrenci olaylarının çatışmalara döndürülmesi ile sonrasında temelleri atılarak oluşturulan bölücü Kürtçü hareketler ve 1980 darbesinin yaşanmasıyla Türkiye’nin soluğu kesilmeye çalışıldı. Küresel Güçler, Türkiye üzerindeki kaos planlarını ortaya öyle bir koydular ki bir bütün olarak yok edemeyeceklerini anladıkları Türk Milletini bölüp parçalama siyasetiyle milletimizin arasına nifak tohumları serpiştirdiler. Önce Sağcı -  Solcu sonra Alevi – Sünni bu olayları takiben başı açık – başı kapalı denilerek insanlarımızın arasına tefrika sokuldu. Bunun sonucunda Hergün Gazetesine Göre 1977 – 1980 Yıllarında Sağ – Sol Çatışması başlıklı kitabımda da yazdığım gibi bölgesel suikastler gerçekleştirildi. Sivas, Kahramanmaraş, Çorum, Fatsa olayları birer bölgesel suikast amacını taşımaktadır. Amaç burada bölgede yaşayan halkı topyekun ayaklandırmak ve devlete isyan ettirmekti. Ayrıca bu olayları siyasi cinayetlerle tetiklediler. Başta Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi, Hamit Fendoğlu’na saldırı, Abdi İpekçi suikasti, İlhan Darendelioğlu, Ümit Yaşar Doğanay, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Gün Sazak, Nihat Erim ve Kemal Türkler’in öldürülmeleri sonucunda o dönemki Türkiye’de yaşanan düşük yoğunluklu savaş ortamını ülkenin bütününe yayarak bölünmesi ve parçalanması düzeyine getirmekti. Ayrıca o dönemde güçlendirilmeye çalışılan bölücü Kürtçü örgütlerle Türkiye’nin doğusunda bağımsız Sözde bir Kürdistan Devleti kurmak da bu bölünme planının bir parçasıydı.

 

FETÖ Terör Örgütü Bu Süreçte Sessiz Sedasız Ortaya Çıktı. Ancak Bu Takıyyeci Örgütü İlk Defa Bir Türk Milliyetçi Olan Şehit Tarihçi Necip Hablemitoğlu Fark Ederek Uyarılarda Bulundu.

Tüm süreçler yaşanırken sessiz sedasız bir oluşum daha ortaya çıktı ve bu oluşum yavaş yavaş devletin içine sızmaya başladı. Kimsede yaşanan bu süreçlerden dolayı sessiz sedasız takıyye yaparak kendini gizleyen bu sinsi örgütü fark edemedi. Birisi hariç, ilk defa açık açık FETÖ Terör Örgütünün tehlikeli bir yapılanma olduğunu söyleyen ve yine FETÖ tarafından şehit edildiği düşünülen vatansever bir Türk Milliyetçisi olan Tarihçi Necip Hablemitoğlu’ydu. O dönemde bu yapılanmayla ilgili çok uyarıları olmuştu.  

Tarihçi Necip Hablemitoğlu, FETÖ’nün karanlık yüzünü deşifre ettiği Köstebek adlı kitabının otuz yedinci baskısının ön sözünde ve arka kapağındaki tanıtım kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:

“Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını, yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. İşte bu yasadışı yapılanmanın, eğitimin yanı sıra, en az onun kadar önemli olan istihbarat alanına yönelmesinde, birtakım stratejik gerekçeler rol oynamaktadır.”1

Aynı kitabın arka kapak tanıtımındaki yazı ise aynen şöyledir:

(Fetöcüler için) Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor… Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, Fethullah Gülen’den daha cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim ki daha çok Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar aramızdan yitip gidecekler”2

Hablemitoğlu, FETÖ’nün o dönemde eğitim ve İstihbarat yapılanmalarına dikkat çekerek gelecekteki tehlikeyi ön görmüştü. Nitekim bu terörist yapılanma 15 Temmuz 2016 gecesi kalkışma ve ülkeyi işgale hazırlama girişimi yapmaya çalışarak ortaya çıktı. Ancak devletimizin yerli ve milli personeli ile Türk Milleti’nin sokaklara dökülmesiyle bu girişim sabaha karşı bastırıldı ve hainler gerekli cezalara çarptırıldı.

YAZININ DEVAMI YARIN

1 Necip Hablemitoğlu, Köstebek, Pozitif Yayınevi, Bas:37, İstanbul 2022.

2 a.g.e.

 


TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN SON SAAT GAZETESİNE AÇIKLAMALARI

 


Tarihçi – Yazar Kubilay Muhammet Özdemir Son Saat gazetesine FETÖ Terör Örgütünü ve FETÖ’nün eğitim yapılanmasını, milli eğitimde değişmesi gerekenleri, öğretmenler sorununu, Türkiye’deki kurumların Sevr Antlaşması korkusunu bir daha yaşamamak için dizayn edildiğini ve 2016’dan sonraki kurumlardaki değişiklileri, Türkiye’nin uluslararası arenada güçlü bir yapıya kavuşarak etkin bir rol oynamasını konu aldığı düşüncelerini Son Saat gazetesine Açıklamıştır.

Tarihçi – Yazar Özdemir’in bu açıklamalarında olayların tarihsel süreçleri ile günümüz arasındaki bağlarını tespit ederek hem iç politikadaki hem de dış politikadakileri yansımalarını ortaya koymuştur.

Önemli bilgilerin verildiği bu açıklamalar Son Saat gazetesinde yayınlanacaktır.



18 Ağustos 2023 Cuma

DİSNEY+’İN ATATÜRK HAZIMSIZLIĞI


 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun 100. Yılına özel olarak hazırlanmış ve altı bölümden oluşan ve tüm dünyada gösterime girecek olan Atatürk dizisi Amerikan Ulusal Ermeni Komitesi / The Armenian National Committee of America’nın (ANCA) baskıları sonucunda dizinin yayınlanmasından vazgeçildi. Amerika’daki Ermeni lobisinin devreye girip Atatürk dizisinin Disney+’in küresel kataloğuna koydurmamak için baskı yapması sonuç verdi ve Atatürk dizisi dünya platformunda yer almaması kararlaştırıldı. Gelen tepkiler üzerine dizinin sadece Türkiye’deki bir kanal ve Türkiye’deki sinemalarda yer alacağı Disney+ yöneticileri tarafından açıklandı.

Başta Türk Milleti olarak birçok siyasi parti bu olayı protesto etti. Ancak ödül törenlerinde her konuda sözü olanlar kendi ülkesinin yaşadığı felaketlerde devletini kötüleyenler yeri geldiğinde depremzedelere dahi dil uzatanlar, LGBT sapkınlarının sözde haklarının savunuculuğunu yapanlar veya Türk Silahlı Kuvvetleri, terör örgütlerine operasyon yaptığında TSK’ya kimyasal silah kullandı iftirası atanları savunan sözde Atatürkçüler ve sözde ülkesini düşünen vatanseverler, Disney+’e tepki gösteremediler. Bazı milli hassasiyeti olan sanatçılarımızı ayrı tutarak bu sözde Atatürkçüler, Disney+ üyeliklerini dahi iptal edemediler veya anlaşmalarını bozamadılar. Kanaatimce gönüllerindeki Atatürk sevgisine para ağır basmış olmalı ki Disney+’ye tek bir kelime dahi söyleyemediler.   

Hani derler ya her şerde bir hayır vardır. Bu şerde milletimiz kimin ne olduğunu da görmüş oldu. Kimlerin sözde vatansever ve Atatürkçü olduğunu kimlerin gerçekten yerli, milli ve vatansever bir gerçek Atatürkçü olduğu da ortaya çıkmış oldu.

Bu olaydan ayrıca kendisine pay çıkarması gereken bir kesim daha var. Yıllardır Atatürk’ü mesnetsizce suçlayan, iftiralar atan, devlet ve millet için yaptığı icraatlar ile ilgili yalan yanlış konuşmalar yaparak Atatürk’ü suçlayan Siyasal İslamcılarda bu olaydan kendilerine bir pay çıkarmalılar ve Atatürk’ü sevmeyenlerin kim olduklarını görmelilerdir.

Atatürk’ü başta Yunanlılar, Ermeniler, İngilizler ve o dönemde Sözde Kürdistan isteyenler, Masonlar, Pontusçular kısacası Türk ve Türkiye karşıtı olan yapılanmalar sevmemektedir. Bu yüzden Atatürk’e kimlerin karşı olduğunu bilip ona göre eleştirmek gerekmektedir. Yine unutulmamalıdır ki FETÖ Terör Örgütü, siyasal İslam adı altında bu topraklardan Atatürk’ün ve Türklüğün adını silmeye çalışmıştır.

Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama sosyal medyayı aktif kullanan bir yazar olarak şunu fark ettim. 15 Temmuz darbe kalkışmasından 2 ay öncesinde sürekli Twitter’de “5816 sayılı kanun kaldırılsın, Atatürk, Laiklik” gibi hashtaglar açıldı. Maalesef o dönemde ve o dönemden önce muhafazakâr siyasetçiler başta olmak üzere muhafazakâr kesim gerek konuşmalarıyla gerek eylemleriyle gerek yazılarıyla bu hashtaglara olumsuz ve çok çirkin eleştirenler oldu.

Sonra günü geldi. Hainler harekete geçti ve 15 Temmuz darbe kalkışması gerçekleştirilmek istendi. Çok şükür ki milletimizin derin ferasetiyle bu kalkışma bastırıldı. Bu olayın sabahında Ak Parti Genel Merkezine koskocaman Atatürk’ün resmi asıldı. Ak Parti’nin sabahına yaptığı bu hareket bile bir şeyleri anlatmaya yetmiyor mu siyasal İslamcılar için?

Konuyu daha da açalım:

Düşman işgal etmek istediği toprakların önce milliyetçisine saldırır. Sonra o ülkeyi işgal etmeye kalkar. Bakınız Ergenekon ve Balyoz davalarında mesnetsiz FETÖ düzmeceleri sonucunda tutuklanan ve haksız yere hapis yatan milliyetçi subaylar örneğinde olduğu gibi bakınız Atatürk’ün manevi şahsiyetine saldırmak gibi ve yine bakınız MHP’ye o dönemde çekilmek istenen operasyonlar gibi… Bir ülkeyi işgal edeceklerin korktuğu bir kesim vardır. O korktukları kesim de o ülkenin milliyetçileridir. 

Bu yüzden ülkemizin kurucusuna ve fikirlerine sahip çıkalım. Yine milli kimliğimize ve kimliğimizi oluşturan, devletimizin temel felsefesi olan Türk Milliyetçiliğine de sahip çıkalım. Bu kavramları her ne pahasına olursa olsun. Sözde aydınlara sözde sanatçılara ve sözde vatanseverlere de bırakmayalım. Çünkü bu değerler onlara bırakılacak kadar kıymetsiz değildir. 

Ayrıca eril falan da olmayalım…


10 Ağustos 2023 Perşembe

EĞİTİM SİSTEMİNİN YANLIŞLIĞI


 

Bu zamana kadar eğitim sistemimizde yanlışlar çok yapıldı. Önceki yazımda da belirttiğim gibi 4+4+4 sistemi başta olmak üzere okulda kıyafet serbestliği, sınıfta kalmanın zorlaştırılması ve disiplin kurallarının sıkı bir şekilde uygulanamaması yapılan hataların başında gelmektedir. 

Bunlardan birisi sistemsel hata diğeri ise psikolojik hata unsurudur. Bu hata türleri yıllardır eğitim sisteminde öğrencilere dayatılmaktadır. Bu sistemsel ve psikolojik hatada gerek veliler gerekse bir takım eğitimciler çocuklarımıza hep yanlış bir düşünceyi beyinlerine empoze ettiler.

“Sayısaldan anlayan sözelden anlamaz, sözelden anlayan sayısaldan anlamaz.”

İşte bu fikri çocuklarımızın ve gençlerimizin beyinlerine yıllardır nakış gibi işledik. Ve çocuklarımızı kendi kendimize körelttik. Onlar da bu düşüncenin arkasına saklanarak düşük oldukları alanlarda nede olsa benim beynim buna basmıyormuş! Diyerek hep kaçtılar veya ötelediler. Bizde eğitim sisteminde bu yanlışa çanak tuttuk ve onları sayısal, sözel, eşit ağırlık diye sınıflara böldük.

Peki gerçekte bu iş böyle mi? Gerçekten Sayısaldan anlayan sözelden anlamaz, sözelden anlayan sayısaldan anlamaz” mı?

Türk milleti özellikle İslam’a geçtikten sonra ilim sahasına da büyük önem vermişlerdir. Böylece ilk Türk – İslam Devleti olan Karahanlı Devleti ilk olarak Semerkant Medresesini inşa etmiştir. Ayrıca burslu öğrenci uygulamasını gerçekleştiren ilk Türk – İslam Devleti olma özelliğini de taşımaktadır.

Sonrasında kurulan Buhara Medresesi, Nizamiye Medreseleri ve birçok medreseler Türk – İslam Medeniyetine büyük katkıları olmuştur. İşte bu ilim yuvaları sayesinde Ahmet Yeseviler, Yusuf Has Hacibler, Edip Ahmet Yüknekiler, Kaşgarlı Mahmutlar, Farabiler, İbn-i Sinalar ve birçok Türk – İslam âlimleri yetişmiştir. Bu yetişen âlimler sadece bir alanda kendisini yetiştirmemiş birden çok alanda kendilerini geliştirmişlerdir.

Örneğin: Farabi başlıca dört bilim dalında, İbn-i Rüşt ise beş bilim dalında eserler vermiştir. Bu durum şaşılacak bir şey değildir. Çünkü bu durum o dönemin bilim dünyasının olağan bir özelliğidir. Ancak şimdi günümüzde bir kişinin farklı bilim alanlarında bırakın eser vermesini kendi alanında dahi zorlanabiliyor. İşte bu eğitim sisteminin sonucunda ne öğrenciler düzgün yetişebiliyor ne de öğretmenler ve akademisyenler farklı alanlarda kendini geliştirebiliyor.

Farabi; Gökbilimci, Mantıkçı, Müzisyen kısaca filozof iken ve aynı zamanda Doğa Felsefesi, Metafizik, Psikoloji ve siyaset ile ilgilenebiliyorken yine İbn-i Rüşt; fakih, hekim yani kısaca filozof iken ve yine mantık, felsefe, metafizik, psikoloji, tıp ve astronomi gibi ilimlerle ilgileniyorken günümüzde bu kadar ilme sahip olarak yetiştirdiğimiz bir filozofumuz bir düşünürümüz yok.

Çünkü her şey para olmuş, günümüzde ilmin bir kıymeti harbiyesi kalmamış. Bu yüzden yıllarını vererek farklı alanlarda kendisini yetiştirmek isteyenler de maddi anlamda bir karşılık bulamayınca bu sefer çıktığı ilim yolundan vazgeçenlerde olmuş.

Onun için günümüzde ilime ve ilim öğrenmek isteyenlere kıymet verilmelidir. Eğitim sistemimiz gözden geçirilmelidir. Sayısal bilen sözel bilmez, sözel bilen sayısal bilmez saçmalığından vazgeçilmelidir. Yine üzerine basa basa ısrarla söylüyorum. Tarihimizdeki Türk – İslam âlimlerini ve okudukları ders programlarını inceleyip günümüz modern eğitim sistemi olarak uygulamalıyız.

Bakın görün o zaman her şey daha farklı olacaktır. Hem öğrenciler nitelikli hem de bu öğrenciler öğretmen veya akademisyen olduğunda daha ileri bir seviyede olacaklardır. En önemlisi ülkemizde her alanda nitelikli genç neslimiz olacaktır.     

 

DÜZELTME: Geçen Hafta “FETÖ’nün Eğitim Yapılanması” başlıklı köşe yazımda devlete atanan öğretmenlere de güvenlik soruşturması tekrardan getirilmelidir diye bir ibare kullanmıştım. Sonradan yaptığım kapsamlı araştırmaya göre: “Öğretmenlere yapılan güvenlik soruşturması Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ancak daha sonra meclisten bu kanun değiştirilerek geçirilmiş ve tekrardan devlete atanacak öğretmenlere güvenlik soruşturması getirilmiştir.” Bu hususu düzeltmek istedim. Kamuoyunun bilgisine sunarım.

 

7 Ağustos 2023 Pazartesi

FETÖ’NÜN EĞİTİM YAPILANMASI


 

Türk milleti olarak İslamiyet’e geçtikten sonra peygamberimize inen ilk emir “Oku” olduğu için ilme daha çok önem vermeye başladık. Çünkü peygamberimizin hadislerinde âlimlere ve ilme özendirmek için “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir”1 buyurulmaktadır. Bu yüzden tarihte birçok önemli buluşları yapan âlimler Türklerden çıktı. Ve bu âlimler Türk ve dünya medeniyetine çok büyük katkıları oldu.

Günümüzde değişen eğitim sisteminin neticesinde hem eğitimin devamlılığını sağlamak hem de Türk ve dünya medeniyetine katkı sağlamak için bu âlimlerin yerini akademisyenler ve öğretmenler aldı.

Fakat FETÖ Terör Örgütü mensupları böyle kutsal bir görev alanı olan öğretmenlik mesleğinin de içine sızdı. 15 Temmuz 2016 darbe ve işgal kalkışmasının bastırılmasıyla beraber 2022 verilerine göre kamuda FETÖ temizliği yapılarak 125 bin 678 kişi ihraç edildi.2

İhraç edilen bu kişilerin 41 bin 77’sinin İçişleri Bakanlığı personeli olurken ikinci sırayı 33 bin 716 ile Milli Eğitim Bakanlığı yer almaktadır. Milli Savunma Bakanlığından da 13 bin 410 kişi ihraç edildi. Diğer ihraçlar ise diğer kamu kurumlarından yapıldı.3 Bu verilerden de anlaşılacağı üzere FETÖ’nün ikinci en büyük yapılanması eğitimde olduğu görülmüştür.

FETÖ’ye bağlı olduğu tespit edilen özel okullarda kapatılmış ve burada görev yapan öğretmenlerinde lisansı iptal edilmiştir. Ayrıca FETÖ üyesi öğretmenlerin o dönemlerde terörün yoğun olduğu Güneydoğu bölgelerinde çok az olması ise dikkat çeken başka bir husus olmuştur. Devletimizin başarılı operasyonları sonucunda örgüt şemasının ise genellikle öğretmenler üzerinden sistemleştirilmesi de dikkat çeken diğer hususlar olmuştur.

Anlayacağınız FETÖ Terör Örgütü, kutsal bir meslek olan öğretmenliği kendi menfaatleri uğruna kullanmaya çalışarak bu mesleğin itibarını yerle bir etmeye çalışmıştır. Tıpkı Türk Silahlı Kuvvetlerinin içine yuvalanan hainlerle bu mesleğe nasıl itibar suikasti yaptıysa aynı şekilde öğretmenlere de yaptı. Ancak Türk milleti engin feraseti neticesinde ne peygamber ocağı olan Türk Silahlı Kuvvetlerini ne de ilim sahibi olan öğretmenleri topyekun zan altında bırakmadı. Hain ile kahramanı en iyi şekilde ayırt ederek devletinin kurumlarına ve onların şerefli personellerine sahip çıktı.

Ancak şu da unutulmamalıdır! Özellikle şu günlerde FETÖ’nün kripto damarından söz edilirken yeni 15 Temmuzlar yaşamamak için uyanık olunmalıdır. MHP Lideri Sn. Devlet Bahçeli partisinin grup toplantısında endişelerime katkı sunarak aynen şöyle bir cümle kurdu: “Hala FETÖ’nün kripto damarının siyaset, bürokrasi, eğitim, ekonomi, medya ve diğer alanlarda dip dalga halinde faaliyet içinde olduğunu bilmeyen, duymayan, görmeyen kalmadı” cümlesi boşa kurulan bir cümle değildir.4

Onun için hem milletçe hem devletçe hem de devletimizin içinde çalışan memurlar olarak da dikkatli olmalıyız. Çünkü FETÖ’nün gerçek yüzünü ilk defa ortaya çıkaran ve FETÖ suikastiyle şehit edilen Tarihçi Necip Hablemitoğlu, FETÖ’nün karanlık yüzünü deşifre ettiği Köstebek adlı kitabının otuz yedinci baskısının ön sözünde ve arka kapağındaki tanıtım kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:

“Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını, yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. İşte bu yasadışı yapılanmanın, eğitimin yanı sıra, en az onun kadar önemli olan istihbarat alanına yönelmesinde, birtakım stratejik gerekçeler rol oynamaktadır.”5

Aynı kitabın arka kapak tanıtımındaki yazı ise aynen şöyledir:

(Fetöcüler için) Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor… Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, Fethullah Gülen’den daha cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim ki daha çok Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar aramızdan yitip gidecekler”6

Rahmetli Necip Hablemitoğlu’nun geçmişteki uyarına dikkat etmeliyiz. Bu yüzden vatanımızın geleceğinin teminatlarını yetiştirenler devletimizin sıkı denetiminden geçmelidirler. Aynı zamanda KHK ile işten çıkarılmış veya önceden FETÖ’nün dershanelerinde okumuş ya da orada görev yapmış olanlar özel sektörün özel öğretim kursları adı altında açılan dershanelerinde ve kolejlerinde dahi olsalar öğretmenlik yaptırılmamalıdır. Mümkünse özel öğretim veya kolejlerde ya da devlete atanacak olan memurlara tekrardan güvenlik soruşturması getirilmelidir. Böylece buralarda görev yapacak öğretmenler güvenlik soruşturmasından geçirilmeli ve FETÖ bağlantısının olup olmadığı tespit edilmelidir. Ayrıca bu soruşturmalarda es kaza gözden kaçan bir durum olursa diye de ara ara seçkin müfettişler tarafından hem özel kurumlarda hem de devlet okullarında denetim yapmalılardır.

Çünkü öğretmen ve eğitim önemlidir. Nasıl ki vatanın bir karış toprağını kaybetmemek bizim için önemliyse eğitime ve öğretmenlerin içine sızıntı yerleşmesini önlemek de o derece önemlidir.     

DÜZELTME: Geçen Hafta “FETÖ’nün Eğitim Yapılanması” başlıklı köşe yazımda devlete atanan öğretmenlere de güvenlik soruşturması tekrardan getirilmelidir diye bir ibare kullanmıştım. Sonradan yaptığım kapsamlı araştırmaya göre: “Öğretmenlere yapılan güvenlik soruşturması Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ancak daha sonra meclisten bu kanun değiştirilerek geçirilmiş ve tekrardan devlete atanacak öğretmenlere güvenlik soruşturması getirilmiştir.” Bu hususu düzeltmek istedim. Kamuoyunun bilgisine sunarım.

1 Suyûti, el câmu’s Sağir, nr 10026; İbn Abdilberr, Camu Beyâni’l- İlm, nr.139.

2 “Kamuda FETÖ Temizliği”, https://www.trthaber.com/haber/gundem/kamuda-feto-temizligi-125-bin-678-personel-ihrac-edildi-694991.html, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

3 “En Fazla İhraç Emniyet’te”, https://www.yenisafak.com/gundem/en-fazla-ihrac-emniyette-3443669, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

4 Yıldıray Çiçek, “Kripto Damar Uyarısı”, Türkgün gazetesi, https://www.turkgun.com/kripto-damar-uyarisi, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

5 Necip Hablemitoğlu, Köstebek, Pozitif Yayınevi, Bas:37, İstanbul 2022.

6 a.g.e.

 

OSMANLI’DA KÜRT MESELESİNİN DOĞUŞU VE EZİLMİŞLİK YALANI

 

Bu zamana kadar yapılan propagandalarda hep Kürt vatandaşlarımızın ezildiğini iddia eden teröristler ile terör sempatizanları ve uzantıları tahmin ediyorum ki tarihi iyi bilmiyorlar. Ya da biliyorlar ama amaçları bölücülük olduğu için bilerek ve isteyerek bu tür ayrılıkçı fikirleri insanların beyinlerine işlemeye çalışıyorlar.

Peki tarihin gerçekleri ne?

Moğolların 1231’de Diyarbakır’da korkunç bir kıyım yaparak tek bir canlı insan bile bırakmadıkları; benzer katliamları diğer şehirlerde de gerçekleştirdikleri bilinmektedir. 1235-1236 yıllarında Moğol orduları Kürtlerin bulunduğu bölgeleri tekrar tekrar yağmaladılar.[1] 1252’de Diyarbakır bir kez daha yakılıp yıkıldı. 1258’de Moğol serdarı Hülagu, Bağdat dönüşünde, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Hakkari üzerine bir kanlı sefer daha düzenledi.[2]

Ortada “geri bıraktırılmış” değil, ama üst üste gelen istilalar vardı. 1393’te  bu kez Timur bütün İran ve Anadolu’yla birlikte Doğu Anadolu’yu tahrip etti. Kürtlerin yaşadığı bölgeleri ele geçirerek oğlu Celaleddin Miranşah’ın olmayan insafına bıraktı; o da Diyarbakır, Mardin, Turabidin ve Hasankeyf kentlerini yağmaladı. 1401’de Kürtler arasındaki bir isyan girişimi üzerine Timur, Erbil, Musul ve Cizre bölgelerine kanlı bir saldırı düzenledi. Tüm Cizre bölgesi yakılıp yıkılmış, geriye sadece tek bir Hıristiyan köyü kalmıştı.[3]

Moğollarla başlayan yıkımın en büyük kurbanı olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler gerileme dönemine girdi. XV.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. XX.yüzyıla kadar süren bu gerileme süreci sonunda Kürtler, Ortadoğu’nun en fakir ve azgelişmiş toplumlardan biri oldu.[4]

Osmanlılar, İranlılarla 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nın ardından Kürtlerin yaşadıkları bölgeyi ele geçirdiler. Ancak şu da bilinmelidir ki Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu’da hatta bugünkü Irak ve Suriye’de de değişik Türk boylarının yaşadığını unutmamak gerekir. Çaldıran savaşından sonra Kürtler, Osmanlılara ve Safevilere, İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını koruma içinde oldu. Bu süreçte pek çok Kürt beyi sık sık taraf değiştirdi. Yavuz Sultan Selim, Kürtler üzerinde mümkün olduğunca dolaylı denetim kurmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıların Kürt politikası, “böl ve yönet” şeklinde değil, “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerine yönetmelerine izin ver” şeklinde oldu. Kürt aşiretleri çoğunlukla Safevi Devletiyle ortak sınırdaki erişilmesi güç dağlık alanlarda yaşıyordu.

Osmanlıların Kürtlerin yaşadığı bölgelere ilgisinin temel nedeni, imparatorluğun doğu sınırlarının savunulmasını sağlamaktı.[5]

1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han’ın yerine onun kardeşi Karahan’ı tekrar Anadolu’ya göndermişti. Bir Türkmen beyi olan Karahan, Diyarbakır ve çevresini kuşattı. Yani çaldıran savaşından sadece iki yıl sonra Safeviler bir kez daha Kürtlerin yaşadığı bölgeye yürümüşlerdi.[6]

Bu durum karşısında Kürt aşiret beyleri bir araya toplanıp Osmanlı’dan yardım isteyen isterler ve sığınma nedenlerini şöyle açıklarlar;

         “Can’ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik…

Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler (dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir.”[7]

 

Burada hemen belirtmek isterim ki, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail yanlısı Alevi Türkmenlerin dinden çıkmasıyla suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka bir şey değildir. O dönemde aynı şekilde Safevilerde Sünnileri benzer şekilde aşağılayan ifadeler kullanıyordu. Bu durum tamamen o dönemin psikolojisini ve sosyolojik durumunu gösterir.

Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürt beylerinin isteğini kabul etti. Yavuz’un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Bitlisli İdris’in manevi desteğiyle, on bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safevi kuvvetlerinden kurtardı. Safevi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu özellikle Bitlisli İdris’in inisiyatifiyle Mardin’i de aldı. Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildi gibi Yavuz Selim adına İdris’in bölgenin Kürt ve Türk beyleriyle anlaşması sayesinde; Bitlis, Urmiye, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hısn Keyfa(Hasankeyf), Meyya Farkin ve Cezire-i İbn-i Ömer gibi, toplam yirmi beş mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı.[8]

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da İmparatorluğun uzun yüzyılları içinde Kürtler ile Türklerin ve imparatorluğun birbirleriyle belirli coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da önemli oranlarda kaynaşmış olmasıydı. Kürtlerin tarihi konusunda uzman olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında şöyle yazar;

         “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadılar, bazı durumlarda birbirleriyle karıştılar, bazı Türk liderler Kürtleri cezp etti veya bunun tam tersi oldu. Osmanlıların yükselişinden önce bile, Batı Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin genellikle Türkmen ve Kürt karışımı bir kökenden geldikleri kabul görmektedir. Aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlar ve bununla birlikte Türk veya Arap yoğunluklu bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini yitirdi.”

 

Osmanlı-Kürt ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.[9]

Artık yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.

 



[1]Akyol, a.g.e.,s.28.

[2] David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, Diane Pub. Co.,1996,s.23; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[3] a.g.e.,s.23; Zikreden,  Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[4] Akyol, a.g.e.,s.28

[5] İlker Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul 2011,s.33.

[6] Akyol, a.g.e.,s.31.

[7] Koca Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3.kitap, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir Gün adlı romanında, bu arizayı naklederek olayı anlatır, s.120; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.31.

[8] Akyol, a.g.e.,s.33.

[9] Başbuğ, a.g.e.,,s.34.


Diğer Yayınlar