7 Ağustos 2023 Pazartesi

OSMANLI’DA KÜRT MESELESİNİN DOĞUŞU VE EZİLMİŞLİK YALANI

 

Bu zamana kadar yapılan propagandalarda hep Kürt vatandaşlarımızın ezildiğini iddia eden teröristler ile terör sempatizanları ve uzantıları tahmin ediyorum ki tarihi iyi bilmiyorlar. Ya da biliyorlar ama amaçları bölücülük olduğu için bilerek ve isteyerek bu tür ayrılıkçı fikirleri insanların beyinlerine işlemeye çalışıyorlar.

Peki tarihin gerçekleri ne?

Moğolların 1231’de Diyarbakır’da korkunç bir kıyım yaparak tek bir canlı insan bile bırakmadıkları; benzer katliamları diğer şehirlerde de gerçekleştirdikleri bilinmektedir. 1235-1236 yıllarında Moğol orduları Kürtlerin bulunduğu bölgeleri tekrar tekrar yağmaladılar.[1] 1252’de Diyarbakır bir kez daha yakılıp yıkıldı. 1258’de Moğol serdarı Hülagu, Bağdat dönüşünde, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Hakkari üzerine bir kanlı sefer daha düzenledi.[2]

Ortada “geri bıraktırılmış” değil, ama üst üste gelen istilalar vardı. 1393’te  bu kez Timur bütün İran ve Anadolu’yla birlikte Doğu Anadolu’yu tahrip etti. Kürtlerin yaşadığı bölgeleri ele geçirerek oğlu Celaleddin Miranşah’ın olmayan insafına bıraktı; o da Diyarbakır, Mardin, Turabidin ve Hasankeyf kentlerini yağmaladı. 1401’de Kürtler arasındaki bir isyan girişimi üzerine Timur, Erbil, Musul ve Cizre bölgelerine kanlı bir saldırı düzenledi. Tüm Cizre bölgesi yakılıp yıkılmış, geriye sadece tek bir Hıristiyan köyü kalmıştı.[3]

Moğollarla başlayan yıkımın en büyük kurbanı olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler gerileme dönemine girdi. XV.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. XX.yüzyıla kadar süren bu gerileme süreci sonunda Kürtler, Ortadoğu’nun en fakir ve azgelişmiş toplumlardan biri oldu.[4]

Osmanlılar, İranlılarla 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nın ardından Kürtlerin yaşadıkları bölgeyi ele geçirdiler. Ancak şu da bilinmelidir ki Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu’da hatta bugünkü Irak ve Suriye’de de değişik Türk boylarının yaşadığını unutmamak gerekir. Çaldıran savaşından sonra Kürtler, Osmanlılara ve Safevilere, İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını koruma içinde oldu. Bu süreçte pek çok Kürt beyi sık sık taraf değiştirdi. Yavuz Sultan Selim, Kürtler üzerinde mümkün olduğunca dolaylı denetim kurmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıların Kürt politikası, “böl ve yönet” şeklinde değil, “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerine yönetmelerine izin ver” şeklinde oldu. Kürt aşiretleri çoğunlukla Safevi Devletiyle ortak sınırdaki erişilmesi güç dağlık alanlarda yaşıyordu.

Osmanlıların Kürtlerin yaşadığı bölgelere ilgisinin temel nedeni, imparatorluğun doğu sınırlarının savunulmasını sağlamaktı.[5]

1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han’ın yerine onun kardeşi Karahan’ı tekrar Anadolu’ya göndermişti. Bir Türkmen beyi olan Karahan, Diyarbakır ve çevresini kuşattı. Yani çaldıran savaşından sadece iki yıl sonra Safeviler bir kez daha Kürtlerin yaşadığı bölgeye yürümüşlerdi.[6]

Bu durum karşısında Kürt aşiret beyleri bir araya toplanıp Osmanlı’dan yardım isteyen isterler ve sığınma nedenlerini şöyle açıklarlar;

         “Can’ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik…

Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler (dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir.”[7]

 

Burada hemen belirtmek isterim ki, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail yanlısı Alevi Türkmenlerin dinden çıkmasıyla suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka bir şey değildir. O dönemde aynı şekilde Safevilerde Sünnileri benzer şekilde aşağılayan ifadeler kullanıyordu. Bu durum tamamen o dönemin psikolojisini ve sosyolojik durumunu gösterir.

Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürt beylerinin isteğini kabul etti. Yavuz’un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Bitlisli İdris’in manevi desteğiyle, on bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safevi kuvvetlerinden kurtardı. Safevi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu özellikle Bitlisli İdris’in inisiyatifiyle Mardin’i de aldı. Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildi gibi Yavuz Selim adına İdris’in bölgenin Kürt ve Türk beyleriyle anlaşması sayesinde; Bitlis, Urmiye, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hısn Keyfa(Hasankeyf), Meyya Farkin ve Cezire-i İbn-i Ömer gibi, toplam yirmi beş mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı.[8]

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da İmparatorluğun uzun yüzyılları içinde Kürtler ile Türklerin ve imparatorluğun birbirleriyle belirli coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da önemli oranlarda kaynaşmış olmasıydı. Kürtlerin tarihi konusunda uzman olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında şöyle yazar;

         “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadılar, bazı durumlarda birbirleriyle karıştılar, bazı Türk liderler Kürtleri cezp etti veya bunun tam tersi oldu. Osmanlıların yükselişinden önce bile, Batı Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin genellikle Türkmen ve Kürt karışımı bir kökenden geldikleri kabul görmektedir. Aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlar ve bununla birlikte Türk veya Arap yoğunluklu bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini yitirdi.”

 

Osmanlı-Kürt ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.[9]

Artık yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.

 



[1]Akyol, a.g.e.,s.28.

[2] David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, Diane Pub. Co.,1996,s.23; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[3] a.g.e.,s.23; Zikreden,  Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[4] Akyol, a.g.e.,s.28

[5] İlker Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul 2011,s.33.

[6] Akyol, a.g.e.,s.31.

[7] Koca Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3.kitap, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir Gün adlı romanında, bu arizayı naklederek olayı anlatır, s.120; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.31.

[8] Akyol, a.g.e.,s.33.

[9] Başbuğ, a.g.e.,,s.34.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Diğer Yayınlar