13 Mayıs 2025 Salı

ZİHİNSEL GÜÇ: LİDERLER NASIL MOTİVE OLUR?

 


Yeni Kitabım olan "ZİHİNSEL GÜÇ: LİDERLER NASIL MOTİVE OLUR?" adlı eserim SHOPİER'de E-KİTAP olarak yayınlanmıştır. 
Fiyatı 50 olarak belirlendi ve anında bilgisayarınıza, telefonunuza indirebileceğiniz formata dönüştürüldü. 

Kitabıma ulaşmak için linke tıklayınız: https://www.shopier.com/35958151

19 Nisan 2025 Cumartesi

KÜRESEL GÜÇLERİN YENİ ÇATIŞMA SAHASI TÜRKİSTAN (ORTA ASYA)

 








“Tarihe not düşüyorum. 3. Dünya Savaşı

                               Orta Doğu’dan  değil Orta Asya’dan başlayacaktır.

Tarih Bilim Uzmanı ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Kubilay Muhammet Özdemir”

 

Küresel güçler coğrafi keşifler yapıldığı süreçte Afrika’yı çatışma ve sömürü kıtası haline dönüştürmüştü. Afrika kıtasından yıllar sonra ise Ortadoğu bölgesi, küresel güçlerin çatışma ve sömürü sahası haline getirilmişti. Şimdi ise bu süreç Türkistan yani Rus tarihçilerin Türkistan denilmesin diye uydurdukları Orta Asya bölgesi için yapılmaya çalışılacaktır.

Türklerin ilk bilinen devleti Asya Hun Devletinden itibaren ve Büyük Türkiye olarak adlandırılan Türkistan coğrafyasına hükmeden Türkler, günümüzde de bu bölgede kalan soydaşlarıyla bağlarını koparmamıştır.

Günümüzde özellikle Türkiye’nin liderliğinde kurulan Türk Devletler Teşkilatı ve dolayısıyla Türk Birliğinin faaliyete geçirilmesiyle soydaşlarımızla bağlarımız daha da güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bunun akabinde ortak bir alfabenin, marşın, askeri gücün, ticaretin ve para fonunun oluşturulması gündemdeyken Türkistan’da yeni çatışma sahalarının oluşturulmaya çalışılması tesadüf müdür?

Özellikle ABD Başkanı Trump önceki başkanlığı döneminde Suriye’den tamamen Amerikan askerlerini çekmek istemiş fakat üst düzey yetkililer ve komuta kademesinin isteksizliği nedeniyle bu görüşünden vazgeçmişti. Amerikan askerlerini tamamen çekmek yerine Suriye’deki asker sayısını azaltmakla yetinmişti.

Kanaatimce Trump yeni başkanlık döneminde Amerikan askerlerini Ortadoğu’dan tamamen çekecek ve Türkistan’daki çatışmalarda devreye sokacaktır. Fakat bu bölgede Rusya ve Uzak Asya’da Çin gibi devletler varken ve yine Türkiye’nin öncülüğünde kurulan Türk Devletler Teşkilatıyla tüm Türk devletleri birleşmişken Trump yönetimi Asya’da, ABD askerlerini sıcak bir çatışma içerisine sokar mı? Tabi ki de hayır. Ancak şu da gözden kaçırılmamalıdır ki ABD’nin Orta Asya’da hem askeri üsleri hem de şirketleri bulunmaktadır. Bunun iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi bölgede Rusya ve Çin gibi devletleri kontrol altına alıp hareket kabiliyetini kısıtlamak, ikincisi ise Türkistan coğrafyasında Amerika olarak etkinliğini arttırmaktır. Bu süreçte devletlerarasında sıcak bir çatışma olmayacaktır.

Peki bahsettiğim sıcak çatışmalar nasıl başlayacak?

Küresel güçlerin her zamanki uyguladığı politika sonrası yaşanacak. Önce o bölgede terörizm etkin rol oynayacak, bölge karışacak, o bölgedeki devletlerde iç karışıklıklar, parçalanmalar meydana gelecek ve daha sonra karışan bölgeye ve devletlere demokrasi, yardım ve insan hakları götürüyoruz denilerek müdahalelerde bulunulacaktır. İşte o zaman devletlerarası çıkar çatışmaları başlayınca sıcak çatışmalar meydana gelecektir.

Türkistan coğrafyasında tahmin ettiğim iç karışıklık ise 2013 yılında dünya gündeminde kendinden söz ettiren ve Suriye’nin Rakka şehrini ele geçirerek sözde Irak Şam İslam Devleti’ni kurduğunu ilan eden ve adını DEAŞ olarak öğrendiğimiz terör örgütü ile olacaktır. Özellikle bu terör örgütü 2014 yılında Irak’ın Felluce ve Musul gibi şehirlerini ele geçirdikten sonra terör örgütü, devletleşme iddiasıyla ortaya çıkmış ve belirli bir toprak parçasını ele geçirerek bu iddiasını hayata geçirmeye başlamıştı. Fakat 2016 yılından itibaren ele geçirdiği belli alanları kaybetmiş ve örgüt başta Suriye olmak üzere Irak’ta zayıflamaya başlamıştır. Bu örgütün çökertilmesi ve yok edilmesi hiç şüphesiz DEAŞ Terör Örgütü ile göğüs göğüse muharebe eden tek ordu olan Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde olmuştur. Çünkü Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı ve sonraki harekâtlarla başta DEAŞ olmak üzere tüm terörist unsurları etkisiz hale getirmek için sınır ötesi operasyonlar yapmıştır ve halen bu operasyonlar devam etmektedir.

DEAŞ Terör Örgütünün 2018 yılı itibarıyla Orta Doğu’daki örgüt yapısı dağılmış ve bunun sonucunda örgüt Afganistan – Pakistan ve Afrika bölgelerine doğru kaymıştır. Türkistan coğrafyasını ilgilendiren kısım ise bu örgütün 2015 yılında Afganistan’da kurulması ve terör örgütünün yapılanma adı DEAŞ / Horasan olmasıydı.

Milli İstihbarat Akademisi’nin “Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/ Horasan Yapılanması” adlı raporunda bu terör örgütünün adı ile alakalı aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Grubun kendi adını “Horasan” olarak tanımlaması hem coğrafi hâkimiyet açısından hedeflerini somutlaştırdığını hem de özellikle eleman temini açısından Orta Asya’ya odaklandığını göstermektedir. Türk dünyası için de birçok açıdan önem arz eden bir bölgeyi isminde kullanmayı tercih etmesi, terör örgütünün özellikle Orta Asya’da hedef almak istediği alanı nasıl anlamlandırdığının anlaşılması açısından da dikkate değerlidir.” (“Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/Horasan Yapılanması”, Milli İstihbarat Akademisi, Rapor, Ankara - 17.05.2024.,s.12)  

Bu nedenle Türkistan coğrafyası önce DEAŞ Terör Örgütü ile karıştırılmak istenecek ve sonrasında her zamanki bildik senaryolar karşımıza çıkarak bölgeye ve bölgede iç karışıklıklarla zayıflamış olan devletlere müdahaleler gerçekleşecektir.

Kanaatimce bu müdahaleler Orta Doğu’daki ülkelerin kabul etmesi gibi olmayacaktır ve Türkistan coğrafyasında ters tepip 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olacaktır.

Önceki yazımda “Ne dersiniz? Sona yaklaşarak bir Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru gidiyor muyuz?” diye sormuştum.

Bu yazımda cevabını veriyorum.

3. Dünya Savaşı, Ortadoğu’dan değil Orta Asya (Türkistan)’dan başlayacaktır.

 


14 Ocak 2025 Salı

TEŞKİLAT-I MAHSUSA’NIN FEDAİSİ YAKUP CEMİL KİMDİR?

 

Yakup Cemil, Teşkilat-ı Mahsusa'nın önemli bir üyesiydi. 1883 yılında İstanbul'da doğan Yakup Cemil, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde faaliyet gösteren gizli istihbarat teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa'nın fedai subaylarından biriydi. Askeri eğitimini tamamladıktan sonra, genç yaşta bu gizli örgüte katılarak kısa sürede önemli görevler üstlendi.

Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında çeşitli gizli görevlerde yer aldı. Özellikle Kafkas Cephesi'nde Rus ordusuna karşı gerçekleştirilen operasyonlarda aktif rol oynadı. Bu operasyonlar sırasında, düşman hatlarına sızma, istihbarat toplama ve sabotaj faaliyetlerinde bulundu. Yakup Cemil'in bu görevlerdeki başarıları, onu Teşkilat-ı Mahsusa içinde saygın bir konuma yükseltti.

Yakup Cemil, cesur ve gözü kara kişiliğiyle tanınırdı. Tehlikeli görevleri tereddüt etmeden üstlenir, çoğu zaman imkansız görünen hedeflere ulaşmayı başarırdı. Ancak bu özellikleri zaman zaman sorun yaratırdı. Disipline gelmeyen yapısı ve ani kararlar alması, üstleriyle sık sık anlaşmazlığa düşmesine neden olurdu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, siyasi çalkantılar ve iç çekişmeler artmıştı. Bu ortamda Yakup Cemil, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleriyle yaşadığı anlaşmazlıklar sonucunda, giderek yalnızlaştı. 1916 yılında, savaşın gidişatından memnun olmayan bir grup subayın desteğini alarak, Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya suikast planladığı iddia edildi.

Bu iddialar üzerine tutuklanan Yakup Cemil, kısa bir yargılama sürecinin ardından idam cezasına çarptırıldı. 11 Eylül 1916'da Beyoğlu'ndaki Merkez Komutanlığı'nın bahçesinde idam edilen Yakup Cemil'in son sözlerinin "Yaşasın vatan!" olduğu rivayet edilir.

Yakup Cemil'in hayatı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerindeki karmaşık siyasi ortamı ve gizli faaliyetleri yansıtan ilginç bir örnek teşkil eder. Onun hikayesi, vatanseverlik, cesaret ve sadakat gibi kavramların, siyasi çalkantılar ve kişisel hırslarla nasıl iç içe geçebileceğini gösterir. Bugün hala tartışılan bir figür olan Yakup Cemil, Türk tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birinin canlı bir tanığı olarak kabul edilir.

11 Ocak 2025 Cumartesi

İBNÜL ARABİ KİMDİR?

 

İbnül Arabi, tam adıyla Muhyiddin İbn Arabi, 12. ve 13. yüzyıllarda yaşamış önemli bir İslam düşünürü, mutasavvıf ve filozoftur. 1165 yılında İspanya'nın Murcia şehrinde doğmuş ve 1240 yılında Şam'da vefat etmiştir. Endülüs'te doğup büyüyen İbnül Arabi, gençlik yıllarında çeşitli İslam bilimlerini öğrenmiş ve tasavvufa yönelmiştir.

İbnül Arabi, tasavvuf düşüncesinde "vahdet-i vücud" (varlığın birliği) öğretisiyle tanınır. Bu öğreti, tüm varlığın tek bir kaynaktan geldiğini ve aslında her şeyin Allah'ın tecellisi olduğunu savunur. Vahdet-i vücud anlayışı, evrendeki çokluğun aslında tek bir hakikatin farklı görünümleri olduğunu ileri sürer. Bu düşünce, İslam tasavvufunda derin izler bırakmış ve sonraki nesilleri etkilemiştir.

Eserleri arasında "Füsûsü'l-Hikem" ve "el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye" en önemlileri olarak kabul edilir. "Füsûsü'l-Hikem" (Hikmetlerin Özü), peygamberlerin hayatları üzerinden tasavvufi düşünceleri açıklayan bir eserdir. "el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye" (Mekke Fetihleri) ise İbnül Arabi'nin en kapsamlı eseri olup, tasavvuf, fıkıh, kelam ve tefsir gibi İslami ilimlerin geniş bir yelpazesini içerir. Bu eserlerinde İslam tasavvufunun temel kavramlarını derinlemesine incelemiş ve yorumlamıştır.

İbnül Arabi'nin düşünceleri, kendisinden sonraki İslam düşüncesini ve tasavvuf geleneğini derinden etkilemiştir. Onun fikirleri, sadece İslam dünyasında değil, aynı zamanda Batı felsefesi ve mistisizminde de yankı bulmuştur. Özellikle varlık anlayışı, insan-ı kâmil (mükemmel insan) kavramı ve marifet (ilahi bilgi) teorisi, sonraki dönemlerde birçok düşünür ve mutasavvıf tarafından ele alınmış ve geliştirilmiştir.

İbnül Arabi'nin öğretileri, bazı çevrelerce tartışmalı bulunsa da, onun İslam düşünce tarihindeki yeri ve önemi tartışılmazdır. Kendisine "Şeyhü'l-Ekber" (En Büyük Şeyh) unvanı verilmiş olup, bu unvan onun İslam tasavvufundaki saygın konumunu göstermektedir. Günümüzde de İbnül Arabi'nin eserleri ve düşünceleri üzerine yapılan çalışmalar devam etmekte, onun fikirleri modern çağda yeniden yorumlanmakta ve tartışılmaktadır.

5 Ocak 2025 Pazar

SURİYE’DEKİ SON DURUM NEDİR?






Suriye'deki mevcut durum karmaşık ve zorlu bir insani kriz olarak devam etmektedir. Bu kriz, ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi yapısını derinden etkilemekte ve milyonlarca insanın hayatını tehdit etmektedir: 

1. Güvenlik: Çatışmalar ve güvenlik sorunları sürmektedir. Ülkenin farklı bölgelerinde devam eden silahlı çatışmalar, sivil halkın güvenliğini tehdit etmekte ve istikrarsızlığı artırmaktadır. Bu durum, insani yardım çalışmalarını da zorlaştırmaktadır.

2. Sağlık sistemi: Sağlık altyapısı ciddi hasar görmüş, hizmetler aksatılmıştır. Sağlık tesisleri hedef alınmakta, çalışanlar risk altındadır (Omar, 2020). Hastanelerin ve kliniklerin büyük bir kısmı ya tahrip edilmiş ya da işlevini yitirmiştir. Tıbbi malzeme ve ilaç eksikliği, nitelikli sağlık personeli yetersizliği gibi sorunlar, sağlık hizmetlerinin sunumunu ciddi şekilde etkilemektedir. 

3. Salgın hastalıklar: Kolera salgını özellikle kuzeybatı bölgelerinde yayılmaktadır. Su ve sanitasyon altyapısının zarar görmesi bunu hızlandırmaktadır (Tarnas et al., 2023). Ayrıca, COVID-19 pandemisi gibi küresel sağlık krizleri, zaten kırılgan olan Suriye sağlık sistemini daha da zorlamaktadır. Aşılama kampanyalarının yetersizliği ve temel hijyen koşullarının sağlanamaması, bulaşıcı hastalıkların yayılma riskini artırmaktadır. 

4. Doğal afetler: 2023 başındaki depremler sağlık risklerini artırmıştır. Bu depremler, zaten kriz altındaki bölgelerde yeni zorluklar yaratmış, altyapıyı daha da tahrip etmiş ve insani yardım ihtiyacını katlamıştır. Deprem sonrası barınma, gıda ve sağlık hizmetlerine erişim sorunları daha da derinleşmiştir.

5. Yerinden edilme: Milyonlarca Suriyeli ülke içinde yerinden edilmiş veya komşu ülkelere sığınmıştır. Türkiye 1.2 milyondan fazla, Lübnan 1.2 milyon civarında Suriyeli barındırmaktadır (González et al., 2016; Koca, 2016). Bu durum, hem Suriye'de kalan nüfus için hem de mültecileri kabul eden ülkeler için ciddi sosyo-ekonomik zorluklar yaratmaktadır. Mülteci kamplarındaki yaşam koşulları genellikle yetersiz olup, eğitim, sağlık ve iş imkanlarına erişim kısıtlıdır.

6. Çocukların durumu: Birçok çocuk ebeveynlerini kaybetmiş, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşamaktadır (Elsafti et al., 2016). Çocuk işçiliği, erken yaşta evlilik ve çocuk asker kullanımı gibi sorunlar yaygınlaşmıştır. Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ve diğer psikolojik sorunlar, çocukların gelişimini olumsuz etkilemektedir. 

7. Ruh sağlığı: Mülteciler ve yerinden edilmiş kişiler arasında ruh sağlığı sorunları yaygındır (Tekeli-Yesil et al., 2018). Uzun süren çatışma ortamı, kayıplar ve belirsizlik, depresyon, anksiyete ve TSSB gibi ruhsal sorunların artmasına neden olmuştur. Ruh sağlığı hizmetlerine erişim ise oldukça sınırlıdır.

8. Ekonomik zorluklar: Ülke ekonomisi çökmüş durumdadır. Yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksulluk oranları, temel ihtiyaçlara erişimi zorlaştırmaktadır. Uluslararası yaptırımlar ve ambargolar, ekonomik toparlanmayı daha da güçleştirmektedir.

9. Altyapı sorunları: Su, elektrik ve kanalizasyon sistemleri büyük ölçüde zarar görmüştür. Temiz suya erişim, birçok bölgede ciddi bir sorundur ve bu durum halk sağlığını tehdit etmektedir.

10. Eğitim krizi: Okulların büyük bir kısmı ya tahrip olmuş ya da sığınak olarak kullanılmaktadır. Milyonlarca çocuk eğitimden mahrum kalmış, bu da "kayıp bir nesil" riskini ortaya çıkarmıştır. 

Sonuç olarak, Suriye'de sağlık, eğitim, güvenlik ve temel yaşam koşulları açısından ciddi sorunlar devam etmektedir. Uluslararası toplumun koordineli çabaları ve kapsamlı bir barış planı olmadan, bu karmaşık insani krizin çözülmesi oldukça zor görünmektedir. Suriye halkının acil ihtiyaçlarının karşılanması ve ülkenin yeniden inşası için uzun vadeli, sürdürülebilir çözümlere ihtiyaç vardır.

1 Aralık 2024 Pazar

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ


 

19. yüzyılda dünya; siyasi, ilmi, teknik ve ekonomik yönden büyük değişiklere sahne olmuştu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu eski ihtişamlı günlerini geride bırakmış yenidünya düzenine ayak uyduramamış ve Viyana kapılarından dönerek 1699 Karlofça Antlaşması ile 238 yıllık geri çekiliş sürecine girmiştir. Bu süreçte ortaçağ karanlığındaki Avrupa atılım yapmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nu her alanda zor durumda bırakarak en sonunda açık Pazar yani sömürge durumuna düşürmüştür.

Avrupa’nın coğrafi keşifleri gerçekleştirmesi ile başta sömürdüğü Afrika ülkelerindeki altın, elmas ve çeşitli yer altı kaynaklarını ülkelerine kaçırmasıyla Avrupa kıtası zenginleşmişti. Bu zenginleşme sürecini reform ve rönesans hareketleri izlemiş Rönesans hareketleri ile sanat, bilim, edebiyat alanında yenilikler yapılmış ve Hümanizm yani insancıllık akımı ortaya atılarak Avrupa eskiçağdaki eserleri inceleyerek ve üzerine katarak bilimde ilerleme kaydetmiştir. Bu sayede kilisenin etkisi kırılmış ve reform hareketleri başlamıştır. Bu gelişmelerde Avrupa’da skolastik düşüncesinin yıkılmasıyla beraber bir Aydınlanma Çağı’nın oluşmasına neden olmuştur. Bu aydınlanma çağıyla bilimin daha da gelişmesi sonucunda buharlı makinelerin gelişmesi ve en nihayetinde Sanayi Devrimi’nin yapılmasıyla üretim insan kol gücü yerini makineye bırakmış ve üretimde artış sağlanmıştır. Fakat üretim için gerekli hammaddeler karşılanması için dünya devletleri kendi toprakları ve hatta kendi kıtaları dışındaki ülkeleri sömürmek için kendi aralarında sömürgecilik yarışına girmişlerdir.

İşte bu sebeple çağın gerisinde kalan o yıllarda sanayi devrimini gerçekleştiremeyen ipek ve baharat yollarının öneminin kalmadığı ve halen tarımda makineler yerine insan kuvvetinin kullanılması Osmanlı Devleti’ni çöküşe geçiren başlıca sebepler olarak karşımıza çıkarmıştır. Bir de 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte milliyetçilik akımıyla her millete ulus devlet fikriyatı yayılınca Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak toprak kaybetmeye ve ayrıca açık pazar haline gelmişti. Devletin yıkılmaması için birçok ıslahatlar yapılmış, fermanlar yayınlanmış, fikir akımları ortaya atılmış ancak hiçbirisi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü durduramamıştır. Bu süreç dünya devletlerini ve imparatorlukları Birinci Dünya Savaşına götürmüş ve 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında Osmanlı ve ittifak kurduğu devletlerin yenilmesi ile sonlanmıştır. Osmanlı imparatorluğu Çanakkale Cephesi hariç tüm cephelerde yenilmiş ve 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesini imzalayarak savaştan yenik ayılmıştır. Bundan sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları artmış ve sıkıştığı Anadolu coğrafyası ile işgale uğramaya başlamıştı.    

Afet inan eserinden işgallerle ilgili şu bilgileri vermiştir:

“İşgaller, denizden ve karadan 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren başlamıştır. Hatta Musul ve İskenderun gibi mütareke olduğu tarihte Osmanlı ordusunun elinde bulunan yerler bile alınmak istendiğinde buna karşı gelen kumandanlara İtilaf kuvvetleri 7. Maddeye göre hareket ettiklerini bildirmişlerdir. Irak sınırında General Ali İhsan, Suriye sınırında ise Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal bulunuyordu. 13 Kasım 1918’de itilaf devletlerinin savaş gemilerinden kurulan büyük bir filo Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a girmiştir. İstanbul resmen işgal olmasa da fiilen işgal edilmiş oluyordu. Osmanlı hükümetine ait birçok resmi ve özel binalara el konulmuştu. Diğer taraftan Anadolu içlerindeki merkezler olduğu gibi Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki yerler de işgal ediliyordu.” (Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2020, s.22) 

Tüm bu zorluklar ve işgaller karşında Türk milleti susmamış ve bulunduğu bölgeleri korumak için halkça teşkilatlanıp Kuva-yı Milliye’yi kurarak bağımsızlık mücadelesine başlamışlardır. Sonrasında düzenli orduya geçilerek işgalciler yurttan atılmış ve Lozan Antlaşması imzalanarak yeni devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya tanıttırılmıştır.

KAYBEDİLEN CEPHEDE KAZILAN ZAFER

 

Mustafa Kemal’in Suriye – Filistin cephesine gönderilmesiyle beraber orada yaşanan olaylarla ilgili hep bir takım görüşler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal bu cephede başarılı mı oldu? Yoksa tek kurşun atmadan bu cephedeki mücadeleleri kayıp mı etti? Bu yazımda bu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım. Bu cevabı vermek için bana ayrılan köşe yeter mi bilmiyorum. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda en uzun süre devam eden ve en çok kayıp verdiği tek meydan muharebesinin yapıldığı cephe, Filistin olmuştur. Bu yüzden bu konu aslında başlı başına bir araştırma makalesi olmalıdır. Fakat bu konuya köşemde özetleyebildiğim kadar kısa tutmaya çalışacağım.  

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ankara Yolu Dergisi’nin 2013 yılında 51. sayısında Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal” adlı makalesinde bu konuyu çok iyi bir şekilde araştırmıştır. Bende onun özet kısmını aynen alıntı yaparak köşe yazıma başlıyorum. 

“Filistin Cephesi’nde yaşanan Nablus Meydan Muhaberesine gelmeden önceki süreçteki yaşanan çarpışmalar şunlardır: Birinci ve İkinci Kanal Harekâtları, Birinci, İkinci, Üçüncü Gazze Muharebeleri, Kudüs Muhaberesi, Birinci ve İkinci Şeria Muharebeleri olmuştur. Mustafa Kemal ise 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni oluşturulan Yıldırım Ordular Grubunun 7. Ordu Komutanlığına atanmış fakat bu grubun komutanı olan eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamamıştır. Bunun üzerine 2 Ekim 1917’de istifa ederek, İstanbul’a gitmiştir. Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nde durumun kritikleşmesi üzerine, bizzat Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 5 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu Komutanlığına atanmıştır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmak amacıyla, Filistin Cephesi’nde kesin sonuç almayı planlamıştır. Filistin Cephesi’nde Osmanlı’nın batıdan – doğuya doğru 8. 7. ve 4. Orduları tertiplenmişti. Avrupa Cephesi’nden Filistin Cephesi’ne atanan General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, 19 Eylül 1918’de taarruza başlamış aynı gün 8. Ordu bölgesinden Yıldırım Ordular Grubunun cephesini yarmayı başarmıştır. Tarihe Nablus Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş sonunda Cevat Paşanın 8. Ordusuyla, Mersinli Cemal Paşa’nın 4. Ordusu imha olurken, Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordusu büyük zayiat vermesine rağmen düzenli bir şekilde geri çekilmeyi başarmıştır. Fakat Filistin kaybedilmiştir. İngiliz Ordusu ile isyan eden Araplar işbirliği yaparak Filistin’den sonra kuzey istikametinde takip harekâtını sürdürmüşler ve bunun sonucunda Ürdün ve Suriye’yi de işgal etmişlerdir.” (Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muhabrebesi’nde Mustafa Kemal, Atatürk Yolu Dergisi, 2013, s.617)

Yıldırım Ordularının geri çekilişi Halep’e kadar sürmüş ancak süvari ve zırhlı vasıtalara sahip olan İngilizlere karşı direnişin burada da yapılamayacağı öngörülünce Halep’in dağlık bölgelerine konuşlanılmıştı. Böylece İngilizlerle Halep’te muharebeler olurken ayrıca İngilizlerle birlikte hareket eden Araplar ile Şerif Faysal’ın kuvvetleri de Halep’e saldırmışlardır. Bununla birlikte Halep’te bir kısım Araplarda silahlanarak bu isyancılara katılmış ve sokak çatışmaları başlatmışlardı. Ancak bu sokak çatışmalarını Mustafa Kemal kazanmış ve 7. Ordu kıtalarını Halep’in 5 km. kuzeyine çekmiş ve ordu karargâhını da Katma’ya nakletmişti. Katma, Afrin’in Racu Beldesidir. Mustafa Kemal, Katma yakınlarındaki bu beldeyi üs bölgesi olarak belirleyerek 7. Ordu Karargâhını ve bazı birliklerini burada konuşlandırmıştır. (Süleyman Hatipoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın Afrin’deki (Katma ve Racu Faaliyetleri, s.651-652)

Kaybedilen Cephede kazanılan zaferi Celal Bayar’ın, “Bende Yazdım” adlı kitabında Mustafa Kemal’in şu sözlerine yer verilmiştir:

“Nablus Karargâhında ikinci defa 7. Ordu kumandanıyım. İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve vaziyeti tetkik etmek oldu. Bu teftiş neticesindeki kanaatim şu idi ki: Her şey bitmiştir. Yakın felakete mâni olmak ve esaslı tedbir almak müşküldü. İstanbul’dan çıkalı daha on beş gün olmamıştı. Yatağımda yatıyordum. Bir gün kurmay başkanım her vakit olduğu gibi bana o günün raporlarını okudu. Basit raporlar, her zamanki gibi… Yalnız, bu raporlar içinde bir nokta nazarı dikkatimi celbetti. Bir İngiliz esirinin ifadesi… Ve onun delâletiyle keşfettim ki bir veya bir iki gün sonra İngilizler, bütün cephe üzerinde ciddi taarruzlarını yapacaklardır. Biraz sonra kurmay heyetimi toplu olarak göreceğim dedim. Yataktan kalktım, giyindim, iş odasına giderek bir muharebe emri yazdırdım. Bu emirde; düşman 19 Eylül günü akşamı umumi taarruz yapacaktır diyor, buna karşı ordumca alınacak tedbirleri zikrediyorum. Bu emri, malûmat vermek için Grup Kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya gönderdim. Çok hürmet ettiğim bu zat benim raporlardan çıkardığım neticeyi uzak görmüş ve gülmüş. Bununla beraber ihtiyattan bir zarar gelmez diyerek bana da fazla bir şey söylemeye lüzum görmemiş… Ben, verdiğim emrin yanlış anlaşılacağını tahmin etmiştim. Bu sebeple düşmanın işaret ettiğim zamandaki taarruzunu çok dikkatle takip ediyordum. 19 – 20 Eylül gecesi kolordu kumandanlarını telefon başına çağırdım ve sordum: ‘Verdiğim emri ve ona göre icap eden tedbirleri aldınız mı?’ ‘Emirleriniz yapılmıştır.’ Cevabını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu hatlarımız üzerine ateş etmeye başladı. Gece muhabere ile geçti. Benim ordunun sağ kanadındaki ordu yarıldı, esir oldu. Ve boş kalan bu cepheden geçen düşman süvarileri, Liman Von Sanders’in karargâhını bastı. Hakikat anlaşılmıştı, fakat neye yarar? Ben, uzun tafsilat ile izah olunabilir müşkülat içinde nehirden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam’a kadar getirebildim. Benim karargâhım Rayak’da, Liman Von Sanders Paşa’nınki Bâlebek’de idi. Gördüğüme göre Rayak civarında dağınık, intizamını kaybetmiş, maneviyatı bozulmuş birtakım insanlardan başka kuvvet denecek bir şey yoktu. Bunları, güvendiğim subaylar ve kumandanlar vasıtasıyla derhal toplayıp düzene sokturdum. Bu işleri yaptığım esnada bir taraftan da Rayak İstasyonunun kâmilen ateşe verilmesini emretmiştim. Bende şu kanaat belirdi: Bütün cephelerde ve bütün kuvvetlerde üzerinde emir ve kumanda kalmamıştır. Âdeta delice bir emir verdim. Bu emrin esaslı noktaları şunlardır: ‘Şam’da bulunan bütün kuvvetler, benim orada bıraktığım İsmet Bey’in emri altında ve Rayak havalisindeki kuvvetler Ali Fuat Paşa’nın kumandası altında kuzeye hareket edeceklerdir.’ Emrin ve suretini bütün kuvvetlerin kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya bilgi edinmek için gönderdim. Liman Von Sanders çok âlicenap bir tarzda: ‘Karar budur’ dedi. ‘Fakat ben nihayet bir ecnebiyim, bu kararı veremem. Ancak memleketin sahipleri verebilirler.’ O halde, dedim: Kararım tatbik olunacaktır. Kararım şu idi ki: ‘Ortada kalan 7. Ordu unvanı ve birçok enkaz… Bunları Halep’te, Suriye’nin kuzey ucunda toplamak, ondan sonra yeni karar almak.’ Ve bunu bizzat ben yapacaktım. Bahsettiğim kuvvetleri Halep’te topladım. Halep kumandanına verdiğim talimatta esas olan şu nokta vardı: ‘Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim. Yarın Halep’in Batı Kuzeyinde İngilizler ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketinizi tanzim ediniz.’ Olaylar dilediğim gibi cereyan etti. Ertesi gün, sabahleyin benim kuvvetlerimin geri çekildiğini zanneden Arap ve İngilizler sevinçle taarruza başladılar ve tarafımızdan alınmış olan tertibat ile mağlup olup bozguna uğradılar. İşte orada bu zafer neticesi, bir hat tespit ve tahdit ettim. Ve kuvvetlerime emir verdim ki: Düşman bu hattın ilerisine geçmeyecektir. Ve nitekim geçememiştir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1997, s.3 – 4)   

Böylece 26 Ekim 1918 günü gerçekten Türk askerinin geri çekildiğini sanan Araplar ve İngilizler saldırıya geçtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı düzen karşısında mağlup olmuşlardı. Bunun neticesinde Mustafa Kemal Paşa, Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvari Ordusunu ve asi Arapları 26 Ekim 1918 günü yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın son muhaberesi olan Katma Muhaberesinde perişan ederek düşman ordusunu bugünkü güney sınırımızda durdurmuş ve Toros Geçitlerini düşmana tamamen kapatmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu bu son savunma hattına defalarca taarruz yapılmışsa da bunların hepsi geri püskürtülmüş ve iki gün sonrada bu savunma hattının içerisine Antakya’da dâhil edilerek korumaya alınmıştı. (Hatipoğlu, “a.g.m.”, 652-654)    

Fakat düşman Anadolu’nun giriş kapısında durdurulmasına ve sağlam bir savunma hattı oluşturulmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu, Güney’deki bu tehdit sonucunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak teslim bayrağını çekmiştir.

Fakat milli mücadeleyi oluşturan çekirdek kadronun çoğu bu cephede savaşarak tecrübe kazanmış ve Mustafa Kemal liderliğinde milli mücadeleyi başarıya ulaştırarak bağımsız Türk devletini kurmayı başarmışlardır. 

16 Kasım 2024 Cumartesi

ORTADOĞU’NUN ÜZERİNDEN YILLAR GEÇTİ


 

Ortadoğu gazetesinde ilk köşe yazım 17 Kasım 2019 yılında, “Türkiye Bumerang Cehennemi” başlıklı yazı olarak çıkmıştı. Buradaki yazımda Ortadoğu’da Habil ile Kabil’in olayından başlamış ve Ortadoğu’da akan ilk kardeş kanından bahsetmiştim.

İlk köşe yazımdan yıllar geçmesine rağmen Ortadoğu’da halen kardeş kanı durmak bilmemiş. Sahi kardeş kanı bu topraklara Habil ile Kabil’in kavgasından sonra akmamış mıydı? O yüzden asırlar süren bir kavga varken neden 5 yılda olanlara şaşıyorum ki öyle değil mi?

Tarihler 15 Temmuz 2016’yı gösteriyordu. Türkiye Cumhuriyeti ağır bir tehdit altındaydı. Kamu kurum ve kuruluşlarının içerisine binlerce Pensilvanya kaynaklı hainler yerleştirilmiş ve bu hainler 15 Temmuz akşamı Türk Devleti’nin kendini koruma reflekslerini imha etmek için harekete geçerek bir grup eli silahlı FETÖ’cüyle darbe kalkışması yapmaya çalışmıştı. Fakat bu kalkışma başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere devletimizin yerli ve milli personelleri olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Güçleri ile MİT ve bu gecenin silahsız kahramanları olan Türk Milleti tarafından sabaha karşı bastırıldı. Böylece Türk Milleti kendi üzerine yazılan senaryoları yırtıp attı.

Bu olaylardan sonra Türk milleti 27 gün meydanlarda demokrasi nöbetleri tuttu. Bu süre zarfında da binlerce FETÖ’cü personel kurumlardan ihraç edildi. Hatta bu ihraçlarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesinden de çok sayıda ihraç olmasına rağmen Türk devleti kendisini 40 gün gibi kısa bir sürede toparlamış ve 15 Temmuz’dan sonra sürekli terör saldırına uğrayan Türk devleti, Küresel güçlere kafa tutarak sabaha karşı 04.00’da 24 Ağustos 2016’da Cerablus’tan tanklarla girerek sınır ötesi operasyonlarını başlattı. DEAŞ Terör Örgütü başta olmak üzere bütün terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bu sınır ötesi operasyon ile dünyaya şu mesajı verdik: “Sizler bizim içimizden devşirmeler çıkabilirsiniz. Hatta bu devşirmeleri ihraç edince komuta kadememizde de eksikler olabilir. Ama biz buna rağmen 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanır. Girilemez denilen yere gireriz” dedik ve bu operasyonları 20 Ocak 2018’de “Zeytin Dalı Harekâtı”18 Mart 2018’de Afrin Operasyonu yine 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı Harekâtı sonrasında Pençe 1-2-3 Harekâtları, Pençe Kaplan Operasyonu, Bahar Kalanı Harekâtı, Pençe Kartal Harekâtları ve Pençe Kartal – 2 Gara isimleriyle sınır ötesi operasyonları takip etmiştir. Ayrıca Pençe Kilit Harekâtı da unutulmamalıdır.

Bu süreçte yurt içinde Eren Operasyonları gerçekleştirilmiş ve terör örgütüne hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük darbeler vurulmuştur. Bunun sonucunda Türk milleti rahat bir nefes almış ancak o rahat nefesi almak için kendi canlarını feda eden şehitlerimize de ağlamıştır.

Sonuç olarak yurt içinde eskisi gibi karakol basan, istediği zaman eylem yapan güçlü bir PKK Terör Örgütü yok edilmiş dağlardaki binlerce teröristin sayısı artık elle sayılacak düzeye indirilmiştir. Bu nedenle sınırlarımızın dışına çekilen terörist unsurlar ise başta ABD destekli olmak üzere el altından Türkiye’ye müttefik gibi görünüp ancak arkasından vurmaya çalışanlarla birlikte ağır silahlar ve zırhlı araçlarla teröristler donatılarak Türkiye’nin sınırlarının hemen yanı başında bir terör ordusu kurdurulmak istenmiştir. Fakat Türkiye bunlara da müsaade etmemiştir. Ancak müttefik görünümlü ülkeler bu emellerinden vazgeçmemişler ve halen terör örgütlerini isim değiştirerek desteklemeye, beslemeye ve eğit, donat faaliyetlerine devam etmektedirler.

Bu nedenle devletimize müttefik gibi görünen ülkelerin başkanlık seçimlerinin bize ve Ortadoğu’ya herhangi bir yararı olmayacaktır. Çünkü birisinin iktidardan gidip diğerinin gelmesi Ortadoğu’ya huzuru getirmeyecektir. Çünkü şahıslar değişse de hepsinin Ortadoğu politikası aynı; böl, parçala, yönet ve sömür…

Arap Baharıyla bölünüp, parçalanan Ortadoğu ülkeleri, 15 Temmuz’da Türkiye’de iç karışıklık çıkarma denemeleri ve son bir yıldır İsrail’in, Filistin katliamları…

Ne dersiniz? Sona yaklaşarak bir Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru gidiyor muyuz?


PKK TERÖR ÖRGÜTÜ

 


Terör Örgütü PKK’nın kuruluşunun ilk yıllarında yuvalandığı Irak’ta 1400 yıllık Türk varlığı ve 1000 yıllık Türk hâkimiyet tarihi vardır. Bundan 100 küsur yıl önce Irak, Osmanlı İmparatorluğunun; Bağdat, Basra ve Musul vilayetlerinden meydana geliyordu. Sözde Kuzey Irak diye bilinen 36. Paralelin kuzeyi ise, Osmanlı’nın Musul vilayetinin sadece önemsiz bir parçasını oluştururdu. (Hasan Celal Güzel, Kuzey Irak, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, s.7)

Silahlı faaliyetlerini buradan organize eden terör örgütü Irak’ı bir üs merkezi olarak kullanmış ve Türkiye’nin askeri hedeflerine saldırıları buradan düzenlenmiştir.

Türkiye 1968’den itibaren başta öğrenci olayları ve çeşitli örgütlenmemelerle kendisini düşük yoğunluklu bir savaşın içerisinde bulmuştur. Özellikle 1973 ve 1978 yılları düşük yoğunluklu savaşın ülke içerisinde artış gösterdiği yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu süreçte Türk Solunun içerisinde fikri yapılanmasını oluşturan örgüt mensupları 1980 yılına giden süreçte yapılanmasını tamamlamış ve 15 Ağustos 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’de ilk silahlı saldırısına PKK Terör Örgütü olarak başlamıştır. 

PKK Terör Örgütünün ideolojik yapılanması ise Marksist, Leninist ve etnik ayrımcı bir ideoloji olarak karşımıza çıkmıştır. Eylemlerini asker, polis, sivil, kadın ve çocuk ayrımı yapmadan gerçekleştirmiş ve on binlerce insanımızı katletmiştir. Bunun yanında silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, çocuk kaçırma gibi suçlara karışmış bu örgütün en büyük zarar verdiği Güneydoğu bölgemiz ve o bölgede yaşayan Kürt vatandaşlarımız olmuştur. Çünkü çocukları zorla dağlara kaçırılarak militan olarak yetiştirilip devlete kurşun sıkar hale getirilmiştir. Bu örgütü kuranlar veya bu örgütü siyasi olarak destekleyenlerin çocukları yurt dışında zenginlik içerisinde büyürken kaçırılan bu çocuklar yine kendisi gibi bu topraklarda yaşayan ve askerlik vazifesini yapmak için gelen Mehmetçiğe karşı kurşun sıktırmışlardır. Az duymadık aynı aileden bir evladı askerde diğer evladı PKK Terör Örgütünün elinde olan ailelerin dramını.

Bu yüzden özellikle Kürt vatandaşlarımız uyanık olmalılardır. Türkiye’nin hepimize yettiğini Türk bayrağın gölgesinin serinliğinin hepimize ferahlık vereceğini, kardeşi kardeşe kırdırmak istediklerini ve bu yüzden ülkemizdeki herkesin içerisine nifak tohumları serpmek istediklerinin bilincinde olmalılardır.

Vatan hainlerinin, siyasi uzantılarının ya da Kandil’deki hainlerin veya yurt dışında yaşayıp sosyal medyadan ortalığı karıştırma vazifesi üstelenenler, Kürt kardeşlerimize bu vatanda birlik ve beraberlik içerisinde yaşadıkları için zehrini akıtmak isteyenlere hep birlikte karşı duralım. Bizi parçalara bölmek isteyenlere karşı tek yürek olalım.

2000 yılı aşkın Türk devleti geleneği her zaman düşmanlıklarla ve fitneyle karşı karşıya kalmış ve bu konularda 2000 yılı aşkın tecrübesi ile her daim yerinde müdahale refleksi ile devletini ve milletini korumayı başarmış veya yoluna yeni bir Türk devleti ile devam etmiştir. Atalarımızdan bize miras kalan bu tecrübe ile elbet bir gün ülkemiz içindeki terör kalıntıları başta olmak üzere Irak ve Suriye’deki ve yurt dışında saklanan tüm teröristleri ve hatta onları destekleyenleri elbet Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerekli cezaya çarptıracaktır.

 


ÖNCE VATAN

 


Biz kadim Türk milletinin fertlerine vatan nedir diye sorduklarında dedelerimizin mezar taşının olduğu her deriz. Çünkü dünyanın her tarafında Türkler olarak izimiz var. Ayak bastığımız her yeri vatanlaştıran ve güzelleştiren bir merhametimiz var.

Bu merhametimizle mazluma umut olduk. Zalime kalkan olduk. Yüzyıllarca bu merhamet ile birçok milletin, kurduğumuz devletlerimizin gölgesinde serinlemesi için çalıştık. Onun için vatanı kutsal bildik ve onun uğrunda yeri gelince canlarımızı feda ettik. Çünkü inandık ki vatan, toprağın bize verdikleridir. Bu nedenle toprağın bize verdiklerine karşı ona hizmet etmemiz gereklidir. Ancak uğruna canlarımızı verdiğimiz vatanımızın gençleri ellerimizden kayıp gidiyor. Vatan bilinçleri, bilinçli olarak kalplerinden sökülüp atılmaya çalışıyor. Gençlerimiz, sosyal medya araçları ve çeşitli uygulamalarla tanışıyor ve bunların içerisine hapsolup dış dünyaya, ailelerine, çevrelerine, arkadaşlarına kendilerini kapatıyorlar. Bu da onlarda bir zaman sonra yalnızlığa o yalnızlık hissi ise psikolojik sıkıntılara dönüşüyor.

Vatanımızın kalbi ve beyni olan gençlerimiz kendi inançlarına, gelenek ve göreneklerine, kültürüne, medeniyetine yabancılaşmış hatta düşmanlaşmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu da onlarda vatan ve millet sevgisi gibi milli değerlerin kaybolmasına, namus kavramının yok olmasına sebebiyet veriyor.

Bu sonuçlar tahlil edildiğinde ortaya kendini kaybetmiş bir nesil çıkıyor. Bizim bu nesli kazanmamız lazım. Onun içinde başta eğitim sistemimizi ve öğretmenlerimizi eskiden olduğu gibi saygınlığını ve itibarını arttırmalı ayrıca yetkilerini genişletmeliyiz.

En önemlisi ise atanamayan öğretmenler sorununu Türkiye gündeminden çıkarılıp eğitimde çağ atmalıyız. Eğitimde çağ atlamak için ise kadim Türk tarihindeki eğitim sisteminden yola çıkılmalı ve günümüz Türkiye’sine bu sistemleri modernize ederek eğitilecek olan gençliğimizin karşısına çıkarmalıyız. DNA’mızın kodlarıyla hareket etmez başka kodlarla yürümeye çalışırsak o sistem çöker ve altında ne yazık ki gençliğimiz ve geleceğimiz kalır.

Şu bir gerçek ki Çanakkale Cephesi’nden geçemeyenler, cebimize giren bir telefondan ve evimizdeki televizyondan girdiler ve bu sefer inanın çok ağır bir taarruz halindeler.

Bu taarruzu durdurmak için 109 yıl önce atalarımız “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedi. Biz ise atalarımızın torunları olarak bu taarruzu durdurmak için “ÖNCE VATAN” diyeceğiz.

 


Diğer Yayınlar