5 Ekim 2023 Perşembe

ARVASİ’YE GÖRE SÖMÜRGE EĞİTİMİ

 


Eğitim ile ilgili araştırmalar yaparken Seyyid Ahmet Arvasi’nin Milli Eğitim ve Kültür dergisinin birinci sayısındaki “Milliyetçi Düzende Türk Milli Eğitimi” başlıklı yazısını buldum. Bu yazıda aslında emperyalistlerin işgal etmek istedikleri ülkeleri eğitim yoluyla nasıl işgale hazırladıkları çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Bu yazının belli kısımlarını aynen alarak hem milli eğitim camiasıyla hem de milletimiz ile paylaşmak istedim.

Arvasi sömürge eğitimini aynen şöyle tanımlamış: “Siyasi açıdan bakıldığında en azından iki tip eğitim vardır. Birincisi; milleti hür, şahsiyetli, şerefli ve müstakil kılan milli eğitim: ikincisi ise; yabancı emel ve niyetlere göre planlanmış, milleti esir, zelil, şerefsiz kılan sömürge eğitimi.”

Arvasi sömürge eğitiminin tanımını yaptıktan sonra 1910 yılında Fransalı Jules Hamard adlı eğitimcinin! “Bir sömürgeyi ebediyen sömürge halinde tutmak için takibi gereken siyaset ve usuller” hakkında yazdığı, “Domonation et Colonisation” da geçen ifadeleri şu şekilde sıralamıştır:

“Jules Hamard’a göre;

1 – Sömürge eğitiminde çalışacak öğretmenler, liyakatli, ehliyetli ve iyi yetişmiş elemanlar olmamalıdır.

2 – Asla birinci sınıf ilim ve teknik adamlar yetiştirilmemeli, insanlar büyük hedefler ve projeler için hazırlanmamalıdır.

3 – Milli ve geleneksel eğitim kurumlarının gelişmeleri ve ıslahı önlenmeli, onların kapanmasına da, gelişmesine de engel olunmalıdır.

4 – Bilhassa edebiyat ve hukuk sahasında bilgin öğretmen yetiştirilmemelidir.

5 – Sömürge çocukları ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, sömürgecilerle işbirliği yapan yönetici sınıfların çocukları hariç, hiç biri Avrupa’ya, yüksek tahsil için gönderilmemelidir.”

Bu maddelere baktığınızda sömürgecilerin en çok korktuğu insan tipi iyi yetişmiş ve sömürge oyunlarını görebilen milliyetçi aydınlardır. Bu nedenle sömürgeciler bu tip insanların yetişmesini önlemek istemektedirler. Fransız sömürge eğitimi, sömürülecek ülkenin insanlarını cahil bırakmak, geliştirmemek ve idareci çocuklarını dejenere etmek fikri üzerine oturmaktadır. Ancak İngilizlerin bu konudaki taktik ve yöntemleri Fransızlardan çok farklıdır. Onlar sömürmek istedikleri ülkenin çocuklarını kendi eğitim modeline göre yetiştirip o ülkenin yerli çocuklarına İngiliz kültürünü empoze etmek ve yine İngiliz dilini sevdirmeye bilhassa inançlarından kopararak Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.

İngiliz eğitiminin esaslarını Arvasi şu şekilde sıralamıştır:

“ 1 – İngiliz kültürünü yüksek tabakadan başlayarak yukarıdan aşağıya indirmek,

2 – İlköğretimi yerli dillerle, orta ve yükseköğretimi İngilizce yaptırmak,

3 – İmtihanları kolay ve sudan tutmak, kalite buhranını tahrik etmek,

4 – Yükseköğretime ve bilhassa Avrupa’da ihtisasa, idareci ve yüksek sınıfın çocuklarını göndermek, kadın eğitimine hiç önem vermemek,

5 – Ülkedeki din ve mezhep çatışmalarını mazeret göstererek din ve ahlâk derslerini okullarda koydurmamak.

6 – Üniversitelerde İngilizlere hizmet edecek memur tedarik etmek esastır.”

İşte bu maddelere baktığımızda günümüzde bırakın eğitim sistemi yoluyla uygulanmasını milletimizin her bir ferdine özellikle çocuklar ile gençlere diziler, şarkılar ve sosyal medya gibi araçlarla empoze edilmeye çalışılıyor. Milletimizin fertleri sömürgecilerin sistemli saldırılarına artık cephelerde değil televizyonlar aracılığıyla bizzat evlerinde uğruyor. Bununla birlikte çocuklarımız ve gençlerimiz bu saldırılara ellerindeki telefondan doğru da  uğruyor. Bu şekilde yetişen çocuklar anarşinin, bölücülüğün, ahlaksızlığın, vatan ve millet tahripçiliğinin, din ve iman düşmanlığının öncülüğünü ve tahrikçiliğini vazife edinmezler mi?

Bu yüzden eğitimde kendi özümüze dönmeli ve milliyetçi eğitim ile çocuklarımızı, gençlerimizi eğitmeliyiz. Çünkü milliyetçi eğitim Arvasi’nin makalesinde neşrettiği gibi; “Kendi ülkesinde yabancı okullar ve yabancılaştırıcı okullar barındırmayan eğitimdir. Kendi milletine ve insanını yabancılaştırmadan çağdaş, sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik savaşa hazırlayan eğitimdir.”   


28 Eylül 2023 Perşembe

HÜZÜNLENME ÜMİTSİZLİĞE DÜŞME

 



Gerçekten gençler olarak çok işimiz var. Çünkü gençler olarak öyle bir dönemde yaşıyoruz ki bir yandan rızık peşinde bir yandan ideallerimizi gerçekleştirmenin diğer yandan da vatanımızın ve milletimizin dertlerinin çözümü için mücadele etmekteyiz. Fakat şunun bilincindeyiz.
Allah her kulunu dünyada başıboş dolaşsın diye yaratmamıştır. Bu nedenle O’nun Resulü Hz. Muhammed Efendimiz "İki günü eşit olan zarardadır" diye buyurmuştur.
Eğer iman ettiysek "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış" hadisi şerifini hayatımıza tatbik etmeli ve ona göre hayatımıza yön vermeliyiz.

Bunun için bir işte başarısız olduk diye hüzünlenmemeliyiz. Belki de hayırlısı böyleydi. Fakat biz bilemiyoruz. Belki de kapanan bir kapıdan daha da hayırlısı açılacaktır. Bunu biz değil ancak ve ancak Allah bilir. Onun için çalışmaktan vazgeçmemeliyiz. İdeallerimiz, vatanımız için ben tek başıma ne yapabilirim diye düşünmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki koca koca kaya parçaları ufak çakıl taşlarının yerinden kopmasıyla oynar bunu unutma!

Moralimiz bozulduğunda başta imanımızdan sonra da tarihimizden ilham almalıyız. Çünkü imanımız bize dayanma gücü tarihimizde ise bize ilham verecektir.

Türk büyüklerinden Mustafa Kemal çıktığı kurtuluş mücadelesinde yanında kaç kişi vardı? Mete Han'ın, Bilge Kağan'ın yanında kaç kişi vardı? Koskoca cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin obası Çabanoğulları Beyliğine vergi veren küçücük ve 400 çadırlık bir oba değil miydi?

Ancak Osman Gazi çabaladı, çalıştı, gaza etti ve Allah'ta onun nesline hükümdarlık nasip etti. Yeter ki iyi bir niyetiniz olsun. O zaman Allah'ta size mutlaka yardım edecektir. Çünkü Rabbimiz vaat etmediği bir şeyi kuluna buyurmamıştır. O değil mi Yüce Kur'an'da bizlere seslenerek şöyle diyen: "Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler." (Al-i İmran Suresi 160. Ayet)

Bu yüzdendir ki ümitsizliğe düşmemeli ve inancımız olan İslam’a ve adına Türkiye dediğimiz vatanımızın davasına ömrümüzü vakfetmeliyiz. Bunun içinde karşımıza çıkan meşakkatleri dervişane bir anlayışla göğüslemek mecburiyetindeyiz. Hiçbir zorluğun sonsuza dek sürmeyeceğini bilmeliyiz. Her zorluğun bir imtihan olduğuna iman ederiz. Daha kötüsüne maruz kalmadığımız için dua etmeli ve mücadeleyi asla elden bırakmamalıyız.

O zaman inanıyorum ki Allah’ta kuluna yardımcı olacaktır.

 


20 Eylül 2023 Çarşamba

SELÇUK BEY’İN İSLAMI KABULÜ VE TÜRKMEN ADI

 


Selçukluların tarih sahnesine çıkışını Dandanakan Savaşından 100 yıl öncesine kadar götürmek mümkündür. Tarihi kayıtlara göre Selçuk Bey, Oğuzların Kınık boyuna mensup bir aileden gelmiştir. Babası Dukak’ın ölümünden sonra Oğuzların ordusuna “Subaşı” yani bugünkü anlamda söylemek gerekirse Genelkurmay Başkanı olmuştur.

O dönemde Oğuzlar, 10.yüzyılın başında Hazar Denizinin doğusunda Sır Derya ve Seyhun Nehrinin orta yataklarında yaşarlardı. Oğuzlar döneminde Batıda Hazarlar, İdil Bulgarları, Doğuda Karluklar, Kuzeyde Kimekler Güneyde ise İslam Dünyası vardı.

Ayrıca Oğuzların devlet sistemine göre Oğuz Yabgu Devletinin başında Yabgu unvanı ile yöneten yöneticisi vardı. Başkentleri ise Yenikent idi. Oğuzlar yarı göçebe hayatı tercih etmişlerdi. Şehirleri olmalarına rağmen şehirde yaşamayı tercih etmemişlerdi. Hayvancılık ile uğraşmışlardı.

Selçuk Bey ise 900 yılı civarı dünyaya gelmiş ve doğduğu bu tarihte Oğuz Devletinin iç ve dış meseleleri vardı. Selçuk Bey’in babası Dukak da devletin ordu komutanıydı. Ayrıca cesur, karizmatik ve devlet işlerinde de becerikliydi. Bu yüzden Devlet Erkânı babasına hürmet ederdi. Dukak’ın oğlu Selçuk Bey ise Yenikent’te çok büyük bir eğitim almış, babası öldüğünde 18 yaşında olmasına rağmen ordunun başına geçmiş, babasının görevini devralmış ve Subaşılığına getirilmişti. 18 yaşında bu görevin verilmesinin sebebi ise Selçuk Beyin babası Dukak tarafından iyi yetiştirilmesinden kaynaklıydı. Haliyle genç yaşta ordu komutanı olduğu için çevresindekiler tarafından kıskanılmıştı.

 Selçuk Bey belki de gençliğin verdiği heyecan ile gözü hep yüksekte hatta Oğuz Yabgusunun makamında olmuştur. Bu yüzden gözü yüksekte olduğu için askeri olarak önlem almış ve kendisine bağlı birlikler kurmuştu. Bu nedenle Selçuk Bey, devlet erkânının yaptığı toplantıda devlet protokolündeki makamına oturmayıp bir üst makama oturarak niyetini başta Oğuz Yabgusu olmak üzere herkese belli etmişti. Bu sebeple Selçuk Bey’in hayatı tehlikeye girmiş ve bu tehlikeden kurtulmak için göç etme kararı almıştı. Tarihçiler Selçuk Beyin 930-935 yılları arasında Yenikent’den ayrıldığını tahmin etmektedir. Selçuk Bey mahiyetindekileri de alarak Oğuzların bir uç şehri olan Cend şehrine yerleşmişti. Cend şehri, İslam Devletleriyle sınır olan bir uç şehri idi. 

Selçuk Bey’in güneye inmesinin ilk sebebi batıya ya da doğuya giden Türklerin asimile olduğunu bilmesinden dolayı olmuştu. Böyle bir tehlikeye yol açmamak için güneye gitmişti. Ayrıca Hazarlarında güçlü olması bir başka etkendi. Selçuk Bey’in güneye inmesindeki bir başka sebep ise Abbasi Devleti’nden destek alma umudu olmuştu.

Selçuk Bey, Cend’e geldiğinde çok fakirdi. Biraz atı, 1500 devesi ve 50.000 koyunu vardı. Ancak o günün şartlarında savaşacak erkek sayının fazla olması avantajıydı.

 

Selçuk Bey, Cend’e gelince çok radikal bir karar vererek İslamiyet’i kabul etmiştir.

Selçuk Bey 935-940 yılları arası Müslümanlığı kabul etmişti. Bölgenin valisine bir elçi göndererek onlara İslam dinini öğretecek bir âlim istemişti. Selçuk Bey, İslamiyet’i kabul edince Gayrimüslim Oğuzlar, Müslüman Oğuzları kendilerinden ayırmak için onlara Türkmen ismini vermişlerdi. 

Yani “Men” eki burada küçültme anlamında kullanılmış ve Gayrimüslim Oğuzlar, İslamiyet’e geçen Oğuzların Türklükten ayrıldığını düşünmüş ve onlara küçültme anlamında Türkmen adını vermişlerdi. Selçuklular Müslüman olunca Oğuzlarla mücadeleye girmişti. Selçuklulardan vergi istemeye gelen Oğuz elçisine Müslümanlar Oğuzlar, Gayrimüslim’e haraç verilmez diyerek Gayrimüslim Oğuzlara cihat etme kararı almışlardı. Selçuk Bey, Gayrimüslim Oğuzlara karşı büyük zaferler kazanmıştı. Selçuk Bey bu savaşlar sırasında çok büyük acılar yaşamış ve oğlu Mikail’i kaybetmişti. Selçuk Bey’in Mikail, Arslan, Musa ve Yunus diye dört oğlu vardı. Tuğrul ve Çağrı Beyler ise Mikail’in çocuklarıydı. Selçuk Bey, oğlu Mikail şehit olunca Mikail’den olma torunları olan Tuğrul ve Çağrı’yı yanına almış ve en iyi şekilde yetiştirmişti.

Selçuk Bey, Gayrimüslim Oğuzlara savaş açınca şöhreti artmıştı. Diğer Müslüman Türkler, Selçuk Bey’in yanında toplanmışlardı. Böylece nüfusun artmasıyla sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Çünkü Selçuklular Cend’e artık sığamamış ve yeni otlaklar bulunması gerekmişti. Bu sebeple Selçuk Bey siyasi olarak Samanilerle anlaşmış ve Nur Kasabası civarında hayvanlarını otlatma izni almıştı. Böylece Selçuklu Devleti’nin kuruluşunun zemini hazırlanmıştı.

Kısaca Selçuk Bey’in durumu 10.yüzyılın sonuna doğru böyle şekillenmişti.


17 Eylül 2023 Pazar

KÜRESEL GÜÇLER AFRİKA’DA KARŞI KARŞIYA


 

Nijer’de 26 Temmuz 2023’de ordu yönetime el koymasıyla başlayan süreçte Afrika kıtasındaki ülkelerde kıtayı yıllardır sömüren Fransa ve İngiltere gibi güçlü etkilere sahip aktörlere karşı bir mücadele başladı.

Yıllardır küresel güçlerin iştahını kabartan Afrika kıtası küresel ekonomi için çok önemli yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir.

TASAM Afrika Enstitüsü Eş – Direktörü Dr. Huriye Yıldırım Çınar’a göre:

“Dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 60’ı, küresel petrol arazilerinin yüzde 9,6’sı, kobaltın yüzde 90’ı, manganezin yüzde 70’i ve yıllık uranyum üretiminin yüzde 18’i Afrika’ya aittir. Ayrıca küresel altın arzının yarısı ve elmas üretiminin de yüzde 45’inden fazlası yine Afrika ülkeleri tarafından gerçekleştiriliyor. Doğal zenginlikler dışında Hint Okyanusu, Atlantik Okyanusu ve Aden Körfezi’ni de kapsayan küresel ticaret deniz yolları üzerinde bulunması jeostratejik açıdan Afrika’nın önemini arttırıyor. Birleşmiş Milletler (BM) içinde yüzde 28’lik oranda en büyük bölgesel oylama grubuna sahip olması da Afrika’nın küresel siyasette dikkat çeken bir diğer özelliğidir.”1

Tarihte kıtanın yer altı zenginleri nedeniyle günümüzde ise hem yeraltı zenginlikleri hem de dünya siyasetindeki rolü nedeniyle küresel güçler Afrika’da birbirleri ile rekabete girmeye başlamışlardır. Bu nedenle Fransa ve İngiltere gibi yıllardır kıtanın üzerinde etkili olan devletlerin güç boşluğuna düşmesiyle birlikte bu boşluğa Rusya ve Çin yerleşmeye başlamıştır. Bununla birlikte Rusya ve Çin’in Afrika üzerindeki nüfuzunu arttırmaya başlamasıyla Afrika üzerinden de Amerika dolaylı olarak Rusya ve Çin ile çıkar çatışmasına girişmiştir.

Ancak Çin Afrika kıtasında büyük bir hız yakalamış ve kıta devletleri ile ekonomik temelli bir ilişkiler ağı inşa etmiştir. Günümüzde Çin’in çeşitli Afrika devletleri ile gerçekleştirdiği ticaretin 282 milyar dolar olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte Rusya’nın özellikle Kırım’ı ilhak ettikten sonra uluslararası yalnızlıktan kurtulmak ve kötü giden ekonomisini düzeltmek için Afrika’ya ile ilişkilerini ekonomik ve askeri anlaşmalar üzerine kurmaktadır. Bu nedenle Rusya, Afrika ile 20’den fazla askeri anlaşma imzalamıştır.2

Tüm bu ülkelerin yanı sıra Türkiye ise Afrika’ya insani ve diplomasi yönünden bakmakta ve kazan kazan politikası uygulayarak kıtanın kalkınmasını sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca yapılan askeri anlaşmalarla kıtadaki terör olaylarını önlemek ve kıtanın kendi güvenliğini sağlayacak seviyeye gelmesini amaçlamaktadır.

Bu politikaları Muhammed Yasir Okumuş şöyle özetlemiştir:

“Türkiye, küresel aktörlerin Afrika’ya olan ilgisinin artışıyla eş zamanlı olarak Afrika’ya yönelik çok boyutlu politikalar üretti ve bunun neticesinde kıta ülkeleri ile ikili ilişkiler gelişti. 2013 yılı itibarıyla Türkiye’nin “Afrika Açılım Politikası” sona erdi ve “Afrika Ortaklık Politikası” dönemine girildi. Türkiye’nin “Afrika’nın Sorunlarına Afrikalı Çözümler” ilkesini benimsediği, karşılıklı kazanımlara vurgu yaptığı, tahakküm kurmaktan uzak yaklaşımı, kıtada güvenilir bir imaj kazanmasına, dolayısıyla Afrika ile ilişkilerinin boyut değiştirmesine katkı sundu. 2014 ve 2021 yıllarında düzenlenen ikinci ve üçüncü Türkiye – Afrika zirveleri, ikili ilişkilerin dönüşümünü anlatması açısından somut örnekler olarak bu bağlamda öne çıkıyor.”3

Bu bağlamda Türkiye 2005’de Afrika Birliğine gözlemci üye, 2008’de Afrika Birliği Stratejik Ortaklığıyla ivme kazanan “Afrika Ortaklık Politikası” sayesinde kıtayla olan ikili ticaret hacmi 40 milyar doları aşarken, Afrika Türk Büyükelçiliği sayısı da 44’e ulaşmıştır. Bununla birlikte Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığının (TİKA) kıtada 22 temsilciliğinin bulunmasının yanında Türk Hava Yolları da Afrika’da 41 ülkede 62 farklı noktaya uçuş gerçekleştiriyor. Ayrıca Yunus Emre Enstitüsü, Afrika’da 7 ülkede faaliyet gösterirken Türkiye Maarif Vakfının ise 26 ülkede 191 müessesi bulunmaktadır.4

Tüm bu yapılanların dışında Türkiye neredeyse tüm Sivil Toplum Kuruluşları ve bazı Kamu Kurumları vasıtasıyla Afrika’ya insani yardım faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. Bu yüzden Afrika’da Türkiye’ye ve Türk halkına büyük bir teveccüh oluşmuştur.

Türkiye, Afrika’da sadece ekonomik kalkınmaya değil aynı zamanda güvenlik ve devletlerinin toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik de adımlar atmaktadır. Türkiye, Afrika ülkelerine kurumsal olarak verdiği desteğin yanında Somali’de TURKSOM askeri eğitim üssünün varlığı sayesinde yerel unsurlar eğitilmektedir. Yine Kuzey, Batı ve Orta Afrika gibi farklı alt bölgesel sistemlerde yer alan ülkelerle de savunma ve güvenlik anlaşmaları imzalayarak Afrika ülkeleri ile iş birlikleri arttırılmaktadır. Bu kapsamda Afrika’da en az 20 ülke Türkiye ile savunma sanayii alanında iş birliği yaparak silah ve askeri araç satın almıştır.5

Sonuç olarak Fransa, İngiltere, Amerika’nın kıtada güç kaybetmesi ve bu güç boşluğunu başta Çin ve Rusya’nın doldurmaya çalışması yine İran, Hindistan, Brezilya ve İsrail’in de kıtada Batılılarla rekabete girmesi Afrika’nın kalkınmasının yanı sıra Afrikalı liderlerinde elini güçlendirmektedir. Ancak bu rekabet dışında kalmak istemeyen Batılı ülkeler yapacakları kaos planları ile Afrika’da vekalet savaşları çıkartabilir veya her siyasi, askeri ve ekonomik krizi tetikleyip destekleyebilir.

Rekabetin ve ileride yaşanabilecek vekalet savaşlarının oluşacağı bir kıtada Türkiye hangi stratejik hamleleri yapacak, nasıl bir diplomasi ağı kuracak, askeri önlemler alacak mı? Bunları ilerleyen zamanlarda göreceğiz.

KAYNAKLAR

1 Huriye Yıldırım Çınar,  “Afrika’da Yeni Rekabet Sarmalı”, Anadolu Ajansı

2 Huriye Yıldırım Çınar,  “Afrika’da Yeni Rekabet Sarmalı”, Anadolu Ajansı

3 Muhammed Yasir Okumuş, “Zirvelerden Ufka Bakmak: 21. Yüzyılda Türkiye – Afrika İlişkileri”, Zirvelerden Ufka Bakmak: 21. Yüzyılda Türkiye-Afrika İlişkileri (ytb.gov.tr), Erişim Tarihi: 09.09.2023

4 Şebnem Cenk, “Sağlam Temellere Oturan Türkiye’nin Afrika Ortaklık Politikası Meyvelerini Veriyor”, Sağlam temellere oturan Türkiye'nin Afrika Ortaklık Politikası meyvelerini veriyor (aa.com.tr), Erişim Tarihi: 09.09.2023

5 Tunç Demirtaş, “Türkiye – Afrika İlişkileri”, SETA Güvenlik Radarı 2023’te Türkiye’nin Jeopolitik Ortamı 100. Yıla Giriş, Ocak 2023, s.75


31 Ağustos 2023 Perşembe

TARİHİMİZ GELECEĞİMİZİN AYNASIDIR 26 – 30 AĞUSTOS ZAFERLERİ


 

Büyük Türk Milleti’nin tarihi dünyada küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Bu nedenle Türk’ü tarihten çıkardığınız zaman ortada bir tarih kalmayacaktır. Çünkü Türkler dünyanın farklı bölgelerine göç ederek birçok devlet kurmuş ve vatanlaştırdığı yerleri kültür ve medeniyetiyle etkilemiştir. Bununla birlikte kimi zaman dünya tarihini kimi zamanda kendi tarihini değiştirecek hamleler yapmışlardır. İşte bu hamlelerden birisi 26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt Meydan Muharebesiyle Anadolu’nun kapılarını açarak vatanlaştırması olmuştur. Yine 26 Ağustos 1922’de Anadolu’yu işgal etmek isteyen Yunan Ordusuna karşı Mustafa Kemal’in komutanlığında Büyük Taarruz başlatıldı ve 30 Ağustos’ta düşmana öldürücü darbe vurulmak için “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri” emri verildi.

23 Ağustos 1921’de düşmanın Sakarya’da durdurulmasıyla başlayan süreç 30 Ağustos 1922’de düşmanı yurttan temizleme harekâtına dönüşmüştür.

Bu tarihsel süreci kısaca şöyle değerlendirebiliriz:

5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’e Başkomutanlık yetkilerini verdi. 23 Ağustos 1921’de başlayan, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muhaberesi kazanılmış ve Yunan Ordusu geri çekilmeye mecbur bırakılmıştır. Bu savaşın yankılarını Orgeneral Kazım Özalp hatıratında şöyle ifade etmiştir:

“21 gün devam eden şiddetli düşman taarruzlarının geri çevrilmesi ve çok yıpratıcı muharebeden sonra bizim karşı taarruza başlamamız ve düşmanı mağlup ederek derhal takibe koyulmamız, bütün cihanın önemle ilgisini çekmeye başlamıştı. Anadolu’da kurulan yeni Türk devletinin, fevkalâde kıymet ve kudreti olan mükemmel ve muntazam bir orduya dayandığı ve bu kuvvetin pek ustaca idare edilmekte bulunduğu kanaati gelişti. Yunan ordusu ile bizi mağlup etmenin mümkün olamayacağı daha o zaman anlaşılmış ve düşmanlarımızın en önemlileri bizimle sulh yapmak için başka yollardan gitmek lazım geldiğini anlamışlardı.”1

Ayrıca Özalp bu hatıratında Times gazetesi başta olmak üzere birçok yabancı basınında Yunan yenilgisini gazetelerinde yazdığını ve bu savaşın artık bırakılarak yerini diplomasinin alması gerektiğini ifade ettiklerini belirtmiştir.2

Ancak Sakarya Savaşından sonra esas mesele düşmanın topyekun yurttan çıkarılması idi. Fakat itilaf devletlerince yapılan mütareke ve sulh tekliflerine karşı fikirler ileri sürülerek diplomatik yolda denenmek istenmiştir.3

Buna mukabil Başkomutan Mustafa Kemal’in esas fikri şuydu:

“Memleketimizde bulunan düşmanlar silah kuvvetiyle çıkarılmadıkça, milli varlık ve kudreti fiilen ispat etmedikçe diplomasi alanında ümide kapılmanın caiz olmadığı hakkındaki inancımız kesin ve daimi idi. En doğru inancın bu olduğunu, bu olacağını tabii olarak kabul etmek gerekir. Hakikaten bugünün hayat şartları içinde bir fert için olduğu gibi bir millet için de kudret ve kabiliyetini eseri ile ve fiilen gösterip ispat etmedikçe itibar ve ehemmiyet beklemek boşunadır, kudret ve kabiliyetten yoksun olanlara iltifat olunamaz. İnsanlık, adalet, mürüvvet icaplarını bütün bu vasıfları haiz olduğunu gösterenler isteyebilirler. Cihan bir imtihan meydanıdır. Türk milleti bunca asırdan sonra yine bir imtihan, hem bu defa da en çetin bir imtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihanda başarı kazanamadan lütufkârane muameleyi beklemek bizim için caiz olabilir miydi?”4

Bu nedenle düşmanı yurttan temizlemek amacıyla 26 Ağustos 1922’de Afyon bölgesindeki Kocatepe’den taarruza geçildi. Yunan ordusu, Türk ordusu tarafından kuşatıldı ve düşman bozguna uğratıldı. 30 Ağustos’ta Başkumandanın ön cephede idare ettiği ve Aslıhanlar bölgesinde Türk ordusu tarafından kuşatılan düşman ordusu mağlup duruma düşürüldü.5

Kazım Özalp Başkumandanlık Meydan Savaşını şöyle ifade etmiştir:

“30 Ağustos günü Dumlupınar’da Başkumandanlık Meydan Muharebesi yapıldı. Burada düşman her taraftan sarılarak tam bir hezimete uğradı. Yunan ordusu ölü, yaralı ve kısmen de esir olmak üzere perişan oldu. Son anda başkumandanlığa getirdikleri Trikopis de eserler arasında idi.”6

31 Ağustos’ta, Çalköy Zafertepe’den idare edilen harekâta tarihimizde “Başkumandan Muharebesi” denilmesinin nedeni, Gazi Mustafa Kemal’in bu ön cephede bizzat bulunarak düşman ordusunu çevirme harekâtı yaparak başarı sağlamasındandır. İşte bu tarihte Dumlupınar’dan Büyük Millet Meclisi Ordularına Başkumandanın gönderdiği emir: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” olmuştur.7

Bundan sonraki süreçte düşman İzmir’e kadar kovalanmış Yunan ordusu İzmir’de denize dökülerek bu harekât tamamlanmıştır. Böylece 10 Eylül 1922’de Mustafa Kemal, İzmir’e girmiştir. Anadolu’nun batı bölgesi bu şekilde tamamen düşmandan temizlenmiştir. Sahada kazanılan zaferi Mudanya ve Lozan Konferansları takip etmiştir.

Böylece 1701’de Sultan Muhammed Alparslan’ın “size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır” sözü Mustafa Kemal’in düşmanı Anadolu’dan söküp atmasıyla vücut bulmuştur. Ancak bağımsız devletimizi kurmamıza rağmen düşmanın emelleri halen tükenmemiş yıllarca çeşitli kaos planları ile ülkemizi işgal etmeye çalışmışlardır. Bunun en büyük denemesini 15 Temmuz 2016’da FETÖ Terör Örgütü gerçekleştirmeye kalktı. Darbe kalkışmasıyla ülkemizi işgale hazırlamaya çalıştı. Ancak asil Türk milleti ve onun bağrından çıkan yerli ve milli personeller bu kalkışmayı sabaha karşı bastırdı. Başarılı olamayan Şark Planı hissedarları bu kez de Türkiye’yi terör eylemleri ile yıpratmaya çalıştı. Ayrıca ABD sınırımızın hemen ötesinde tonlarca silah yardımı yaptığı 30 bin kişilik bir terör ordusu kurdurdu. Böylece Türk askeri zafer ayı olan Ağustos ayına bir zafer daha ekledi. İşte o zafer 24 Ağustos 2016’da sınır ötesine başlattığı “Fırat Kalkanı Harekâtı” oldu. Bu harekâtları diğer sınır ötesi operasyonlar izledi ve binlerce terörist etkisiz hale getirildi. 2016’dan 1071’e ve 1922’ye selam gönderen Mehmetçik dünyaya “Anadolu ebediyen bizimdir” mesajını verdi.

Kaynaklar:

1Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919 – 1922, Türk Tarih Kurumu Yayınları, c. I – II, Bas:5, Ankara 2020, s.215.

2Kazım Özalp, a.g.e., s.215-216.

3Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Bas:6, Ankara 2020, s.91

4Afet İnan, a.g.e., s.91-92.

5Afet İnan, a.g.e., s.92.

6Kazım Özalp, a.g.e., s.234.

7Afet İnan, a.g.e., s.92-93.

 


29 Ağustos 2023 Salı

TARİHİMİZ GELECEĞİMİZİN AYNASIDIR "26 - 30 AĞUSTOS ZAFERLERİ"

 










Yarın 26 Ağustos ve 30 Ağustos Zaferiyle alakalı köşe yazım Son Saat gazetesinde ve internet sitesinde yayınlanacaktır.
Orgeneral Kazım Özalp'in ve Afet İnan'ın hatıratlarına da değindiğim bu yazımda 30 Ağustos ile alakalı önemli bilgiler içermektedir. Tarih severler ve araştırmacılar için yararlı bir yazı olarak karşınıza çıkacaktır.

23 Ağustos 2023 Çarşamba

TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN AÇIKLAMALARI - 2016’DAN SONRA TÜRKİYE

 


Türkiye 2016’dan Sonra Kamudan FETÖ’cüleri İhraç Ettikten Sonra Kamuda Yeni Yapılanmalara Gitti.

Türkiye tüm bu yaşadığı zorluklara rağmen ayakta kalmayı başarmış bir devlettir. Türkiye’nin yerinde hangi devlet olursa olsun üzerine bu kadar çok planlanan kaosa karşı yıkılırdı. Özellikle 2016’dan sonra kamudan FETÖ’cülerin ihraç edilmesiyle kamuda yeni yapılanmalar meydana getirildi. Özellikle Sn. Hakan Fidan’ın Milli İstihbarat Teşkilatının başında olduğu süreçte FETÖ’cüler temizlendi. İstihbarat teşkilatının operasyonal kabiliyeti geliştirildi. Artık sadece bilgi toplayan veya bilgi veren bir MİT değil artık sahada olan ve yeri geldiği zaman kendi elemanları ile yurt dışında saha operasyonları yapan bir MİT’e dönüştü. Yine MİT’in etkin yurt dışı diplomasi kabiliyeti arttırıldı. Bugün Hakan Fidan’ın MİT Başkanlığından, Dış İşleri Bakanlığına gelmesindeki en önemli etken işte budur. Çünkü MİT, sahada ve masada dengeleri belirleyici bir misyona ulaştı. Ayrıca kamu kurumlarımız Sevr Antlaşması korkusuyla savunma odaklı dizayn edilmişti. Ancak 2016’dan sonra bu durumun değiştiğini de gördük. Sevr Antlaşması korkusunu üzerimizden attık ve taarruza geçtik. Kurumlarımıza da ona göre ayar verdik. Özellikle FETÖ darbe kalkışması ve akabinde terör örgütlerinin Türkiye’yi hedef alması bardağı taşıran son damla oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kendi Silahlı Kuvvetlerinden de Çok Sayıda İhraçlar Yapmasına Rağmen Küresel Güçlere Savaş Açarak Sınır Ötesi Operasyonlara Başladı.

Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Emniyet Teşkilatından ve TSK’nın komuta kademesinden bir sürü ihraç ve tutuklamalar olmasına rağmen Türkiye küresel güçlere savaş açarak 40 gün sonra “24 Ağustos 2016 sabah dört sularında Cerablus’dan başlayarak başta DEAŞ Terör Örgütü olmak üzere bütün terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bir sınır ötesi operasyon başlattı. Yine bu operasyonların devamı niteliğinde DEAŞ, PKK, YPG, PYD gibi terörist unsurları temizlemek amacıyla 20 Ocak 2018’de “Zeytin Dalı Harekatı” yaparak 18 Mart 2018’de Afrin şehir merkezi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçti. Yine 9 Ekim 2019’da bu sefer “Barış Pınarı Harekatıyla” terörist unsurları kıran bir darbe vuruldu.” Bu operasyonlar çeşitli isimlerle halen devam etmektedir. Bu operasyonlarla Türkiye sınırlarını ve şehirlerini tehdit eden teröristleri imha etti. Ayrıca Türkiye bölgede oyun kurucu, denge değiştirici ve bölgesel bir güç olduğunu da tüm dünyaya gösterdi. Artık dünya karşısında yeni bir Türkiye olduğunun farkına varmaya başladı.

Türkiye Akdeniz’de, Kıbrıs Meselesinde, Libya Meselesinde, Azerbaycan – Ermenistan Savaşında, Rusya – Ukrayna Savaşında ve Birçok Meselede Dünyaya Güçlü Türkiye Mesajını Verdi.

2016’dan sonra Türkiye daha aktif bir şekilde “Uluslararası Arena” da boy gösterdi. Dünya Türkiyesiz bir planın olamayacağını gayet iyi anladı. Bu durumun ilk belirtisi Yunanistan’ın küstahlıklar yaparak deniz mili sayısını arttırmaya çalışarak bizi Antalya’ya sıkıştırmaya çalışması ve Kıbrıs’ın deniz yetki alanlarını sürekli ihlal etmesi olarak karşımıza çıktı. Bunu Fransa’nın Akdeniz konusundaki küstah açıklamaları da eklendi. Ancak Türkiye akılcı dış politika hamlesi ile Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Türkiye arasında 27 Kasım 2019’da Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması ile münhasır ekonomik bölgesini belirlendi. Bu anlaşma ise BM tarafından onaylandı. Böylece Türkiye, Akdeniz’de hesapları olan bütün ülkelerin hesaplarını suya düşürdü. Hem kendi haklarını hem Libya’nın haklarını hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını korumuş oldu. Bununla birlikte Azerbaycan – Ermenistan savaşında ise yıllardır Ermenilerin haksız yere işgal ettiği Dağlık Karabağ ve çevresi 27 Eylül 2020’de başlayan savaşla Türkiye’nin desteklediği Azerbaycan tarafından kurtarıldı. Bu savaş sonucunda Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapılan anlaşmaya göre de Zengezor Koridoru açılması kararlaştırıldı. Böylece Türkiye ile Orta Asya yani Türkistan arasındaki bağlantı da sağlanmış oldu. Yine Kırım’ın ilhakıyla başlayan ve 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı resmen işgaliyle devam eden süreçte Rusya – Ukrayna Savaşı başlamış ve halen günümüzde bu savaş devam etmektedir. Bu süreçte Rusya’ya karşı Avrupa Devletleri ve ABD Ambargo uyguladı. Buna karşı da Rusya’da Avrupa’ya enerji ve gıda ambargosu uyguladı. Böylece Avrupa kışın soğutan dondu ve tahıl gelmediği içinde aç kaldı. İşte burada Türkiye devreye girdi ve tahıl koridoru antlaşması ile dünyayı açlıktan kurtardı. Bu bile Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada söz sahibi olduğunu göstermeye yeterlidir. Sadece Türkiye bu konularda değil başta kendi bölgesindeki sorunlar olmak üzere Afrika ile de birçok projeler hayata geçirmiştir.

İnanıyorum ki Türkiye Eğitim Sistemindeki Kodlarına Tekrar Dönecek Olursa Türkiye’nin Yeniden Bir Cihan Devleti Olacağına İnanıyorum.  

Türkiye birçok yol kat etti. Gerek iç politikada yıllardır bitmeyen PKK Terör Örgütü bitirilme aşamasına getirildi. Gerek dış politikada uluslararası arenada sözü daha geçerli ve bölgesel güç konumuna geldiği görülmüştür. Ülkemizin daha da zirveyi görmesi için bu eğitim sorununu en kısa zamanda halletmeliyiz. Çünkü her şeyin başı eğitimdir. Eğitim olmadan kalite olmaz. Kaliteli nesiller yetişmez. Devletimizin bir cihan devleti olmasını istiyorsak, eğitimdeki kodlarımıza tekrar geri dönmeliyiz.

 

SON

 


Diğer Yayınlar