26 Ekim 2023 Perşembe

İSRAİL BİR TERÖR DEVLETİDİR

 

Savaşın bile bir ahlakı, şerefi ve haysiyeti vardır. Mesela kadınlara, çocuklara, yaşlılara kısacası sivillere dokunulmaz. Sonra hastane, ibadethane ve okul gibi yerler vurulmaz. Ancak İsrail, Filistin’e olan saldırılarını tamamen savaş hukukuna aykırı olarak ve ahlaksızca sürdürüyor. İsrail sivil yerleşim yerleri başta olmak üzere hastaneleri, ibadethaneleri ve okul gibi yerleri de vuruyor. Dünyanın gözü önünde resmen katliam ve soykırım yapıyor. Her zamanki gibi Birleşmiş Milletler de yapılan bu soykırıma üç maymunu oynayarak susuyor. Üstüne bir de ABD, İsrail’in yaptığı insanlık suçuna destek veriyor.

İsrail yaptığı katliamlara bir yenisi daha ekledi. Geçenlerde bir hastaneyi vurdu. Orada masum yüzlerce Filistinli bebekleri ve çocukları şehit etti. Bu hangi insanlığa ve hangi savaş hukukuna sığar. Yüzlerce binlerce masumun kanı yıllardır İsrail’in ellerinde ve o çok medeni! Olan Amerika ve Avrupa buna sessiz kalıyor. ( Birkaç ülke hariç)

Akıllara hemen Mehmet Akif’in İstiklal Marşımızda yazdığı “Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar” dizesi geliyor. Gerçekten de öyle değil mi? Katliamcı olanlar barbar olanlar hep dünyaya sözde medeniyeti yayacağım diyenler değil miydi?

Fakat ne hikmetse sözde barbar olan terörist olan Müslümanlar ve onların devletleri oluyor. Bu ikiyüzlülük değil de nedir?

Tarihe baktığımızda Avrupa’nın yeni keşfettikleri kıtalardan tutun da 19. Yüzyıla kadar işgal ettikleri her yerde kan ve gözyaşı olmuştur. Portekizliler, İspanyalılar Amerika’yı keşfettiğinde İnka ve Aztek Medeniyetini ve Kızılderilileri soykırıma tabi tutmadılar mı? Fransa ve İngiltere’de Afrika’da siyahileri soykırıma tabi tutmadı mı? Yunanlılar başta olmak üzere itilaf devletleri Anadolu’yu işgal ettiklerinde Türkleri soykırıma tabi tutmadı mı? Ve yine Yunan ordusu hamile kadınların karınlarını canlı canlı deşerek çocuk erkek mi kız mı olacak diye iddialaşmadılar mı? Taciz ve tecavüz girişimlerinde bulunmadılar mı? Fazla uzak bir tarihe gitmeye gerek yok. ABD, Irak’ı işgal ettiğinde Amerikalı askerler binlerce Iraklıya işkence yaparak kadınlara tecavüz ederek onları soykırıma tabi tutmadı mı? Yine Çinliler, Doğu Türkistan’da Türklere halen hem etnik hem de kültürel soykırım yapmıyor mu? Yine Arakan’da, Arakanlı Müslümanlar, Budistler tarafından canlı canlı yakılarak, işkenceler edilerek soykırıma uğramıyor mu?

Ama nedense bunları bu sözde medeni geçinenler yapmıyor. Her şeyi Müslümanlar yapıyor öyle mi? Bizim dinimiz bizim milletimiz ve atalarımız kesinlikle ne soykırım yapmıştır. Ne de insanlara zorla dininden, dilinden ve kültüründen koparmıştır. Her zaman hoşgörü ile yaklaşmıştır.

Bu kadar soykırımcılık yapıp üstüne bir de üç maymunu oynayan sözde medeni geçinen devletlere Türk tarihine ve İslam’a laf ettirmem. Türklere ve İslam’a laf edenler önce kendi tarihlere ve yaptıkları zulümlere baksın.

Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesidir. Bu sebeple başta Türkler ve bütün İslam âlemi için önemlidir. Bu nedenle İsrail sivillere karşı yaptığı bu hukuksuz saldırılar karşısında Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmalıdır. Ancak Avrupa üç maymunu oynamamalıdır. Ortada bir soykırım vardır. Soykırım uluslararası hukukta suçtur. Tarih ve günümüz devletleri bu suçu görmemezlikten gelemez. Görmemezlikten gelmeye devam edenleri ise tarih ve insanlık affetmez. En önemlisi ise bütün Müslüman devletlerin uyanması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti etrafında tek yürek olması ve tarihte de Türk devletine karşı atalarının yaptıkları hatayı yapmamaları lazımdır.

Son olarak şunu ifade etmek istiyorum ki İsrail bir gün bu yaptığı insanlık dışı katliamlarının hesabını tarih ve insanlık karşısında verecektir.


20 Ekim 2023 Cuma

GÜNÜMÜZDE ÖĞRETMEN SORUNU


 

Günümüzde milli eğitim camiasının en önemli sorunlarından biriside öğretmenlerin nasıl yetiştirilmesi gerektiği ve öğretmen atamalarıdır. Çünkü bu sorunlar gün geçtikçe daha da derinleşerek sorunlara yol açmakta ve bu sorunlar başta devletimize ve yetişen evlatlarımıza sirayet etmektedir. Çünkü bir devleti ayakta tutan en önemli unsurlardan birisi de milli eğitimidir. Hemen şunu hatırlatmamda fayda var. Cihana hükmeden 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesini incelediğinizde bu gerileme sebeplerinden birisinin de eğitimin yavaş yavaş çökmeye başlaması olduğunu göreceksiniz. Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra eğitim sistemimizi şöyle özetleyebilirim.

Gerek ilkokul, ortaokul gerekse lisede disiplin kurallarının aşırı derecede esnetilmesi, sınıfta kalmanın olmaması, ders geçmenin kolaylaştırılması, devamsızlığın önemsenmemesi ve öğretmenlerin kanunlarla korunmaması eğitim sistemini her geçen gün kötüye götürmektedir. Yine üniversitelerde baraj puanının kaldırılması ve bununla birlikte her ilimize üniversite açılması ve bu üniversitelerden her yıl binlerce mezun verilmesi ve KPSS sınav sisteminin öğretmeni seçmede yanlış bir yöntem uygulaması ve kendi alanında uzmanlaşmasında yetersizliğe sebep olması öğrenci ve öğretmen kalitesinin de düşmesine sebebiyet vermektedir.    

Milli eğitim yeni bakanı en azından liseler için sınıf tekrarının geleceğini ve devamsızlığın işleme konulacağını ifade etti. Fakat bunlar öğrenci ve öğretmen sorununda yeterli adımlar değildir. Öncelikle zorunlu eğitimin 12 yıldan tekrar 8 yıla indirilmesi gereklidir. Yine her kademede sınıfta kalma tekrar geri getirilmelidir. Birinci sınıfta okuma yazma öğrenemeyen ikinci sınıfa geçirilmemelidir. ŞÖK kaldırılmalıdır. Yine liselerde iki yıl üst üste kalanlara tasdikname verilme uygulaması geri getirilmelidir. Üniversite sınavlarında baraj puanı uygulaması geri getirilmelidir. Özellikle her ilde açılan üniversitelerin bazılarının kapatılarak bölge üniversitesi haline getirilmesi ve eğitimin niteliğinin arttırılması ve özel üniversitelerin sayısının sınırlandırılması ve ikinci öğretimlerin ya kapatılması ya da sayısının sınırlandırılması elzemdir. Yine açık öğretimin sınırlandırılması gereklidir. Açık öğretime geçişler veya kayıt olmalar zorlaştırılmalıdır. Bunlar eğitim sisteminde mutlak hayata geçirilmesi gereken önemli meselelerdir.

Bunlar hayata geçirilmez ise öğretmenlik mülakatını değil 45 dakika 45 günde yapılsa yine eğitim sistemi düzelmez yine öğretmen sorunu çözülmez.

Öğretmen seçiminde KPSS sınav uygulamasının tekrar gözden geçirilmesi gereklidir. Çünkü bir öğretmen adayı önce KPSS Genel Yetenek – Genel Kültür sınavına giriyor. Orada Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Vatandaşlık, Güncel Sorular, Sözel ve Sayısal Mantık, Geometri sorularından sınava giriyor. Yine aynı gün öğleden sonra Eğitim Bilimleri adı altında 8 dersten daha sınava giriyor ve iki hafta sonra branş öğretmenleri kendi branşındaki sınava giriyor. Bu öğretmen adayı toplamda 17 civarında dersten sınava tabi tutuluyor. Peki bu öğretmen adayı üniversitede 4 yıl tarih veya matematik bölümü okumuş olsun. 4 yıl sonra mezun olan bu tarih öğretmeni en son matematik dersini 4 sene önce lisede görmüş oldu veya bir matematik bölümü mezunu öğretmen adayı en son tarih dersini 4 sene önce lisede görmüş oldu.

Ve üniversiteden mezun edilen öğretmen adayı 4 sene önce gördüğü derslerden KPSS sınavına çekiliyor ve deniliyor ki o da yetmez bir de üniversitede gördüğün derslerden sınava gir deniliyor ve böylece öğretmen adaylarını birçok ders ve mülakat ile birlikte 4 aşamalı bir sınav sistemine tabi tutulmuş oluyor.

Ve böylece bir öğretmen adayı yıllarca atanmak için uğraş veriyor. Sonra bu sistem diyor ki neden öğretmen kendi alanında uzmanlaşamadı? Neden ders anlatma becerisi kazanamadı? Neden şöyle oldu? Neden böyle oldu?

Sorunun cevabı çok basit… Sistemden dolayı…

Bu nedenle mülakatın şekli ve süresiyle ilgili değişiklik yapılacağına KPSS sınav sistemi ile ilgili değişiklik yapılsa aslında daha iyi olacaktır. Peki bu değişiklik ne olmalıdır?

Öncelikle devletin diğer memurluklarına atanmak isteyenler için KPSS Genel Kültür -  Genel Yetenek sınavı aynen devam etmelidir. Ancak Öğretmen seçmek için ise KPSS Genel Kültür Genel Yetenek ve Eğitim Bilimleri sınavı şart koşulmamalıdır. Öğretmenler için bu sınavlar yapılmamalıdır. Eğer öğretmenleri sadece kendi alanında sınava hazırlarsak her öğretmen kendi alanında daha iyi bilgi sahibi olacaktır. Tarihçiyi sadece tarih alanından, matematikçiyi sadece matematik alanından sınava sokarsak daha nitelikli öğretmen yetiştirmiş olacağız. Bu nedenle öğretmenler için sadece tek bir KPSS Alan sınavı yeterli olacaktır. Geri kalan alan dışı eğitim ile ilgili bilgiler öğretmene verilmek isteniyorsa bu bakanlıkça yürütülen hizmet içi eğitimlerle verilebilir.

Ayrıca yukarıda saydığım diğer hususlarda milli eğitimde uygulanmaya başlanırsa hem her yıl biriken mezun sorunu halledilmiş olacaktır. Hem öğretmen atamaları daha da kolaylaşacaktır. Hem de kendisini geliştirmiş öğretmenler ülkemiz için daha nitelikli öğrenciler yetiştirmiş olacaktır.  Vatanını düşünen entelektüel birikime sahip bir aydın olarak bu önerilerimi başta Cumhurbaşkanlığımız olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığımız dikkate almalıdır.    


12 Ekim 2023 Perşembe

DEVLETİMİN YANINDAYIM


 
















Tarihçi – Yazar Kubilay Muhammet Özdemir olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı başta olmak üzere devletimin tüm kamu kurumlarının yanındayım. Devletimin ve devletimin kurumlarının gerçekleştirdiği operasyonların haklılığını ülkemize ve tüm dünyaya fikirlerim ve kalemim ile anlatmaktan vazgeçmeyeceğim. Devletimin terörle mücadelesini satılmış kalemşörlerin ve sosyal medya teröristlerinin kirletmesine ve iftira kampanyasına dönüştürmesine fırsat vermemek bir Tarihçi – Yazar olarak boynumun borcudur.

1 Ekim 2023 tarihinde İçişleri Bakanlığımız Emniyet Genel Müdürlüğü giriş kapısı önüne gelen 2 terörist bombalı saldırıda bulunmuş ve kahraman polislerimiz bu saldırı girişimine anında karşılık vererek teröristleri engellemiş ve etkisiz hale getirmişti. Olayda iki polisimiz yaralandı. Saldırı girişimi araştırıldığında ise bir başka acı olay ile karşılaşıldı. Kayseri’de Veteriner olarak çalışan Mikail Bozlağan isimli vatandaşımız bu teröristler tarafından alçakça şehit edilmiş ve aracı gasp edilmişti. Teröristler eylemi gerçekleştirdikleri yere bu araç ile gelmişlerdi.

Yapılan araştırmalar sonucunda bu teröristlerin bölücü terör örgütü mensubu PKK /KCK üyesi oldukları tespit edildi.

Yaşanan tüm bu gelişmeler üzerine Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan bu terör saldırısına Türk devletinin cevabının net olacağını ifade ederek; “3. Tarafların PKK’lı YPG’li tesislerden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum. Silahlı Kuvvetlerinin terör saldırısına cevabı net olacak ve bunu gerçekleştirdiklerine pişman olacaklar” dedi.   

Sonrasında ülkemiz uluslararası hukuka göre Birleşmiş Milletler 51. Maddesi gereği meşru müdafaa hakkını kullanarak önce Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından sonrasından ise Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Irak’ın Kuzeyi ve Suriye’ye art arda hava harekâtı ile operasyonlar gerçekleştirildi ve birçok hedef ve terörist imha edildi.

Ayrıca terör örgütüne karşı bu operasyonlar sürerken bir SİHA’mız ABD tarafından düşürüldü. Bu olayın ardından terör örgütü,  TSK’nın Tel Rıfat’taki askeri üssüne saldırıda bulundu ve 5 polisimiz ile 3 askerimiz yaralandı. Ancak yaralı polislerimizden birisi şehit oldu. Bu saldırıya misilleme yapan TSK, 26 teröristi etkisiz hale getirdi.

Hiç şüphesiz ki yıllardır terörden en çok canı yanan bizim ülkemiz ve milletimiz olmuştur. Yıllardır bitmeyen bir terörün içerisinde Türkiye hapsedilmek istendi. Hem yurt içinde hem de yurt dışında ülkemize müttefik görünümlü kişiler tarafından bu terör örgütleri beslendi, yardım yapıldı. Hatta bizzat o ülkelerin askeri tarafından o teröristler eğitildi. Bununla da yetinmediler teröristlere kucak açarak kendi ülkelerinde barınma imkânı sağladılar. Ayrıca örgüt mensuplarına silah, gıda ve para yardımı yaptılar.

Ancak Türkiye kendisini hapsetmek ve sınırlamak isteyen küresel güçlere karşı kabuğunu kırdı ve başta devletimizin içerisine sızmış devşirmeleri temizleyerek terör örgütlerine ülkemizin dört bir tarafını dar etti. O da yetmedi, sınırlarımızın dışında bize tehdit sallayan tüm terörist unsurlarla mücadele ederek yanı başımızda ABD destekli 3000 tır silah yardımı yapılan ve kurdurulmak istenen bir terör ordusunu imha etti. DEAŞ ile göğüs göğüse çarpışan ve yok eden tek ordu Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. PKK/YPG/KCK ve çeşitli isimlerle anılan terör örgütleri ile mücadele eden yine Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı oldu.

Bizde bu topraklarda yaşan genç aydınlar olarak devletimizin ve devletin unsurları olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı başta olmak üzere tüm kamu kurumlarımızın açıkça fikirlerim ve kalemim ile yanlarındayım. Çünkü fikirler harbinde kalemler silahtır. Benim askerim, polisim, istihbaratçım cephede mücadele ederken onları ve yaptıkları operasyonları karalamak isteyen kalemşörlere ve sosyal medya teröristlerine karşı üzerimize düşen neyse onu yaparak devletimizin yanında olma sorumluluğumuz vardır. Nasıl ki cephe hattında ülkemizi silahıyla koruyacak askerlere, polislere ve istihbaratçılara ihtiyaç varsa fikir sahasında da bu operasyonların haklılığını ve mücadelemizi ülkemize ve dünyaya anlatacak yazarlara ihtiyaç vardır.  


5 Ekim 2023 Perşembe

ARVASİ’YE GÖRE SÖMÜRGE EĞİTİMİ

 


Eğitim ile ilgili araştırmalar yaparken Seyyid Ahmet Arvasi’nin Milli Eğitim ve Kültür dergisinin birinci sayısındaki “Milliyetçi Düzende Türk Milli Eğitimi” başlıklı yazısını buldum. Bu yazıda aslında emperyalistlerin işgal etmek istedikleri ülkeleri eğitim yoluyla nasıl işgale hazırladıkları çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Bu yazının belli kısımlarını aynen alarak hem milli eğitim camiasıyla hem de milletimiz ile paylaşmak istedim.

Arvasi sömürge eğitimini aynen şöyle tanımlamış: “Siyasi açıdan bakıldığında en azından iki tip eğitim vardır. Birincisi; milleti hür, şahsiyetli, şerefli ve müstakil kılan milli eğitim: ikincisi ise; yabancı emel ve niyetlere göre planlanmış, milleti esir, zelil, şerefsiz kılan sömürge eğitimi.”

Arvasi sömürge eğitiminin tanımını yaptıktan sonra 1910 yılında Fransalı Jules Hamard adlı eğitimcinin! “Bir sömürgeyi ebediyen sömürge halinde tutmak için takibi gereken siyaset ve usuller” hakkında yazdığı, “Domonation et Colonisation” da geçen ifadeleri şu şekilde sıralamıştır:

“Jules Hamard’a göre;

1 – Sömürge eğitiminde çalışacak öğretmenler, liyakatli, ehliyetli ve iyi yetişmiş elemanlar olmamalıdır.

2 – Asla birinci sınıf ilim ve teknik adamlar yetiştirilmemeli, insanlar büyük hedefler ve projeler için hazırlanmamalıdır.

3 – Milli ve geleneksel eğitim kurumlarının gelişmeleri ve ıslahı önlenmeli, onların kapanmasına da, gelişmesine de engel olunmalıdır.

4 – Bilhassa edebiyat ve hukuk sahasında bilgin öğretmen yetiştirilmemelidir.

5 – Sömürge çocukları ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, sömürgecilerle işbirliği yapan yönetici sınıfların çocukları hariç, hiç biri Avrupa’ya, yüksek tahsil için gönderilmemelidir.”

Bu maddelere baktığınızda sömürgecilerin en çok korktuğu insan tipi iyi yetişmiş ve sömürge oyunlarını görebilen milliyetçi aydınlardır. Bu nedenle sömürgeciler bu tip insanların yetişmesini önlemek istemektedirler. Fransız sömürge eğitimi, sömürülecek ülkenin insanlarını cahil bırakmak, geliştirmemek ve idareci çocuklarını dejenere etmek fikri üzerine oturmaktadır. Ancak İngilizlerin bu konudaki taktik ve yöntemleri Fransızlardan çok farklıdır. Onlar sömürmek istedikleri ülkenin çocuklarını kendi eğitim modeline göre yetiştirip o ülkenin yerli çocuklarına İngiliz kültürünü empoze etmek ve yine İngiliz dilini sevdirmeye bilhassa inançlarından kopararak Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.

İngiliz eğitiminin esaslarını Arvasi şu şekilde sıralamıştır:

“ 1 – İngiliz kültürünü yüksek tabakadan başlayarak yukarıdan aşağıya indirmek,

2 – İlköğretimi yerli dillerle, orta ve yükseköğretimi İngilizce yaptırmak,

3 – İmtihanları kolay ve sudan tutmak, kalite buhranını tahrik etmek,

4 – Yükseköğretime ve bilhassa Avrupa’da ihtisasa, idareci ve yüksek sınıfın çocuklarını göndermek, kadın eğitimine hiç önem vermemek,

5 – Ülkedeki din ve mezhep çatışmalarını mazeret göstererek din ve ahlâk derslerini okullarda koydurmamak.

6 – Üniversitelerde İngilizlere hizmet edecek memur tedarik etmek esastır.”

İşte bu maddelere baktığımızda günümüzde bırakın eğitim sistemi yoluyla uygulanmasını milletimizin her bir ferdine özellikle çocuklar ile gençlere diziler, şarkılar ve sosyal medya gibi araçlarla empoze edilmeye çalışılıyor. Milletimizin fertleri sömürgecilerin sistemli saldırılarına artık cephelerde değil televizyonlar aracılığıyla bizzat evlerinde uğruyor. Bununla birlikte çocuklarımız ve gençlerimiz bu saldırılara ellerindeki telefondan doğru da  uğruyor. Bu şekilde yetişen çocuklar anarşinin, bölücülüğün, ahlaksızlığın, vatan ve millet tahripçiliğinin, din ve iman düşmanlığının öncülüğünü ve tahrikçiliğini vazife edinmezler mi?

Bu yüzden eğitimde kendi özümüze dönmeli ve milliyetçi eğitim ile çocuklarımızı, gençlerimizi eğitmeliyiz. Çünkü milliyetçi eğitim Arvasi’nin makalesinde neşrettiği gibi; “Kendi ülkesinde yabancı okullar ve yabancılaştırıcı okullar barındırmayan eğitimdir. Kendi milletine ve insanını yabancılaştırmadan çağdaş, sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik savaşa hazırlayan eğitimdir.”   


28 Eylül 2023 Perşembe

HÜZÜNLENME ÜMİTSİZLİĞE DÜŞME

 



Gerçekten gençler olarak çok işimiz var. Çünkü gençler olarak öyle bir dönemde yaşıyoruz ki bir yandan rızık peşinde bir yandan ideallerimizi gerçekleştirmenin diğer yandan da vatanımızın ve milletimizin dertlerinin çözümü için mücadele etmekteyiz. Fakat şunun bilincindeyiz.
Allah her kulunu dünyada başıboş dolaşsın diye yaratmamıştır. Bu nedenle O’nun Resulü Hz. Muhammed Efendimiz "İki günü eşit olan zarardadır" diye buyurmuştur.
Eğer iman ettiysek "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış" hadisi şerifini hayatımıza tatbik etmeli ve ona göre hayatımıza yön vermeliyiz.

Bunun için bir işte başarısız olduk diye hüzünlenmemeliyiz. Belki de hayırlısı böyleydi. Fakat biz bilemiyoruz. Belki de kapanan bir kapıdan daha da hayırlısı açılacaktır. Bunu biz değil ancak ve ancak Allah bilir. Onun için çalışmaktan vazgeçmemeliyiz. İdeallerimiz, vatanımız için ben tek başıma ne yapabilirim diye düşünmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki koca koca kaya parçaları ufak çakıl taşlarının yerinden kopmasıyla oynar bunu unutma!

Moralimiz bozulduğunda başta imanımızdan sonra da tarihimizden ilham almalıyız. Çünkü imanımız bize dayanma gücü tarihimizde ise bize ilham verecektir.

Türk büyüklerinden Mustafa Kemal çıktığı kurtuluş mücadelesinde yanında kaç kişi vardı? Mete Han'ın, Bilge Kağan'ın yanında kaç kişi vardı? Koskoca cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin obası Çabanoğulları Beyliğine vergi veren küçücük ve 400 çadırlık bir oba değil miydi?

Ancak Osman Gazi çabaladı, çalıştı, gaza etti ve Allah'ta onun nesline hükümdarlık nasip etti. Yeter ki iyi bir niyetiniz olsun. O zaman Allah'ta size mutlaka yardım edecektir. Çünkü Rabbimiz vaat etmediği bir şeyi kuluna buyurmamıştır. O değil mi Yüce Kur'an'da bizlere seslenerek şöyle diyen: "Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler." (Al-i İmran Suresi 160. Ayet)

Bu yüzdendir ki ümitsizliğe düşmemeli ve inancımız olan İslam’a ve adına Türkiye dediğimiz vatanımızın davasına ömrümüzü vakfetmeliyiz. Bunun içinde karşımıza çıkan meşakkatleri dervişane bir anlayışla göğüslemek mecburiyetindeyiz. Hiçbir zorluğun sonsuza dek sürmeyeceğini bilmeliyiz. Her zorluğun bir imtihan olduğuna iman ederiz. Daha kötüsüne maruz kalmadığımız için dua etmeli ve mücadeleyi asla elden bırakmamalıyız.

O zaman inanıyorum ki Allah’ta kuluna yardımcı olacaktır.

 


20 Eylül 2023 Çarşamba

SELÇUK BEY’İN İSLAMI KABULÜ VE TÜRKMEN ADI

 


Selçukluların tarih sahnesine çıkışını Dandanakan Savaşından 100 yıl öncesine kadar götürmek mümkündür. Tarihi kayıtlara göre Selçuk Bey, Oğuzların Kınık boyuna mensup bir aileden gelmiştir. Babası Dukak’ın ölümünden sonra Oğuzların ordusuna “Subaşı” yani bugünkü anlamda söylemek gerekirse Genelkurmay Başkanı olmuştur.

O dönemde Oğuzlar, 10.yüzyılın başında Hazar Denizinin doğusunda Sır Derya ve Seyhun Nehrinin orta yataklarında yaşarlardı. Oğuzlar döneminde Batıda Hazarlar, İdil Bulgarları, Doğuda Karluklar, Kuzeyde Kimekler Güneyde ise İslam Dünyası vardı.

Ayrıca Oğuzların devlet sistemine göre Oğuz Yabgu Devletinin başında Yabgu unvanı ile yöneten yöneticisi vardı. Başkentleri ise Yenikent idi. Oğuzlar yarı göçebe hayatı tercih etmişlerdi. Şehirleri olmalarına rağmen şehirde yaşamayı tercih etmemişlerdi. Hayvancılık ile uğraşmışlardı.

Selçuk Bey ise 900 yılı civarı dünyaya gelmiş ve doğduğu bu tarihte Oğuz Devletinin iç ve dış meseleleri vardı. Selçuk Bey’in babası Dukak da devletin ordu komutanıydı. Ayrıca cesur, karizmatik ve devlet işlerinde de becerikliydi. Bu yüzden Devlet Erkânı babasına hürmet ederdi. Dukak’ın oğlu Selçuk Bey ise Yenikent’te çok büyük bir eğitim almış, babası öldüğünde 18 yaşında olmasına rağmen ordunun başına geçmiş, babasının görevini devralmış ve Subaşılığına getirilmişti. 18 yaşında bu görevin verilmesinin sebebi ise Selçuk Beyin babası Dukak tarafından iyi yetiştirilmesinden kaynaklıydı. Haliyle genç yaşta ordu komutanı olduğu için çevresindekiler tarafından kıskanılmıştı.

 Selçuk Bey belki de gençliğin verdiği heyecan ile gözü hep yüksekte hatta Oğuz Yabgusunun makamında olmuştur. Bu yüzden gözü yüksekte olduğu için askeri olarak önlem almış ve kendisine bağlı birlikler kurmuştu. Bu nedenle Selçuk Bey, devlet erkânının yaptığı toplantıda devlet protokolündeki makamına oturmayıp bir üst makama oturarak niyetini başta Oğuz Yabgusu olmak üzere herkese belli etmişti. Bu sebeple Selçuk Bey’in hayatı tehlikeye girmiş ve bu tehlikeden kurtulmak için göç etme kararı almıştı. Tarihçiler Selçuk Beyin 930-935 yılları arasında Yenikent’den ayrıldığını tahmin etmektedir. Selçuk Bey mahiyetindekileri de alarak Oğuzların bir uç şehri olan Cend şehrine yerleşmişti. Cend şehri, İslam Devletleriyle sınır olan bir uç şehri idi. 

Selçuk Bey’in güneye inmesinin ilk sebebi batıya ya da doğuya giden Türklerin asimile olduğunu bilmesinden dolayı olmuştu. Böyle bir tehlikeye yol açmamak için güneye gitmişti. Ayrıca Hazarlarında güçlü olması bir başka etkendi. Selçuk Bey’in güneye inmesindeki bir başka sebep ise Abbasi Devleti’nden destek alma umudu olmuştu.

Selçuk Bey, Cend’e geldiğinde çok fakirdi. Biraz atı, 1500 devesi ve 50.000 koyunu vardı. Ancak o günün şartlarında savaşacak erkek sayının fazla olması avantajıydı.

 

Selçuk Bey, Cend’e gelince çok radikal bir karar vererek İslamiyet’i kabul etmiştir.

Selçuk Bey 935-940 yılları arası Müslümanlığı kabul etmişti. Bölgenin valisine bir elçi göndererek onlara İslam dinini öğretecek bir âlim istemişti. Selçuk Bey, İslamiyet’i kabul edince Gayrimüslim Oğuzlar, Müslüman Oğuzları kendilerinden ayırmak için onlara Türkmen ismini vermişlerdi. 

Yani “Men” eki burada küçültme anlamında kullanılmış ve Gayrimüslim Oğuzlar, İslamiyet’e geçen Oğuzların Türklükten ayrıldığını düşünmüş ve onlara küçültme anlamında Türkmen adını vermişlerdi. Selçuklular Müslüman olunca Oğuzlarla mücadeleye girmişti. Selçuklulardan vergi istemeye gelen Oğuz elçisine Müslümanlar Oğuzlar, Gayrimüslim’e haraç verilmez diyerek Gayrimüslim Oğuzlara cihat etme kararı almışlardı. Selçuk Bey, Gayrimüslim Oğuzlara karşı büyük zaferler kazanmıştı. Selçuk Bey bu savaşlar sırasında çok büyük acılar yaşamış ve oğlu Mikail’i kaybetmişti. Selçuk Bey’in Mikail, Arslan, Musa ve Yunus diye dört oğlu vardı. Tuğrul ve Çağrı Beyler ise Mikail’in çocuklarıydı. Selçuk Bey, oğlu Mikail şehit olunca Mikail’den olma torunları olan Tuğrul ve Çağrı’yı yanına almış ve en iyi şekilde yetiştirmişti.

Selçuk Bey, Gayrimüslim Oğuzlara savaş açınca şöhreti artmıştı. Diğer Müslüman Türkler, Selçuk Bey’in yanında toplanmışlardı. Böylece nüfusun artmasıyla sıkıntılar baş göstermeye başlamıştı. Çünkü Selçuklular Cend’e artık sığamamış ve yeni otlaklar bulunması gerekmişti. Bu sebeple Selçuk Bey siyasi olarak Samanilerle anlaşmış ve Nur Kasabası civarında hayvanlarını otlatma izni almıştı. Böylece Selçuklu Devleti’nin kuruluşunun zemini hazırlanmıştı.

Kısaca Selçuk Bey’in durumu 10.yüzyılın sonuna doğru böyle şekillenmişti.


17 Eylül 2023 Pazar

KÜRESEL GÜÇLER AFRİKA’DA KARŞI KARŞIYA


 

Nijer’de 26 Temmuz 2023’de ordu yönetime el koymasıyla başlayan süreçte Afrika kıtasındaki ülkelerde kıtayı yıllardır sömüren Fransa ve İngiltere gibi güçlü etkilere sahip aktörlere karşı bir mücadele başladı.

Yıllardır küresel güçlerin iştahını kabartan Afrika kıtası küresel ekonomi için çok önemli yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahiptir.

TASAM Afrika Enstitüsü Eş – Direktörü Dr. Huriye Yıldırım Çınar’a göre:

“Dünyadaki tarım arazilerinin yüzde 60’ı, küresel petrol arazilerinin yüzde 9,6’sı, kobaltın yüzde 90’ı, manganezin yüzde 70’i ve yıllık uranyum üretiminin yüzde 18’i Afrika’ya aittir. Ayrıca küresel altın arzının yarısı ve elmas üretiminin de yüzde 45’inden fazlası yine Afrika ülkeleri tarafından gerçekleştiriliyor. Doğal zenginlikler dışında Hint Okyanusu, Atlantik Okyanusu ve Aden Körfezi’ni de kapsayan küresel ticaret deniz yolları üzerinde bulunması jeostratejik açıdan Afrika’nın önemini arttırıyor. Birleşmiş Milletler (BM) içinde yüzde 28’lik oranda en büyük bölgesel oylama grubuna sahip olması da Afrika’nın küresel siyasette dikkat çeken bir diğer özelliğidir.”1

Tarihte kıtanın yer altı zenginleri nedeniyle günümüzde ise hem yeraltı zenginlikleri hem de dünya siyasetindeki rolü nedeniyle küresel güçler Afrika’da birbirleri ile rekabete girmeye başlamışlardır. Bu nedenle Fransa ve İngiltere gibi yıllardır kıtanın üzerinde etkili olan devletlerin güç boşluğuna düşmesiyle birlikte bu boşluğa Rusya ve Çin yerleşmeye başlamıştır. Bununla birlikte Rusya ve Çin’in Afrika üzerindeki nüfuzunu arttırmaya başlamasıyla Afrika üzerinden de Amerika dolaylı olarak Rusya ve Çin ile çıkar çatışmasına girişmiştir.

Ancak Çin Afrika kıtasında büyük bir hız yakalamış ve kıta devletleri ile ekonomik temelli bir ilişkiler ağı inşa etmiştir. Günümüzde Çin’in çeşitli Afrika devletleri ile gerçekleştirdiği ticaretin 282 milyar dolar olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte Rusya’nın özellikle Kırım’ı ilhak ettikten sonra uluslararası yalnızlıktan kurtulmak ve kötü giden ekonomisini düzeltmek için Afrika’ya ile ilişkilerini ekonomik ve askeri anlaşmalar üzerine kurmaktadır. Bu nedenle Rusya, Afrika ile 20’den fazla askeri anlaşma imzalamıştır.2

Tüm bu ülkelerin yanı sıra Türkiye ise Afrika’ya insani ve diplomasi yönünden bakmakta ve kazan kazan politikası uygulayarak kıtanın kalkınmasını sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca yapılan askeri anlaşmalarla kıtadaki terör olaylarını önlemek ve kıtanın kendi güvenliğini sağlayacak seviyeye gelmesini amaçlamaktadır.

Bu politikaları Muhammed Yasir Okumuş şöyle özetlemiştir:

“Türkiye, küresel aktörlerin Afrika’ya olan ilgisinin artışıyla eş zamanlı olarak Afrika’ya yönelik çok boyutlu politikalar üretti ve bunun neticesinde kıta ülkeleri ile ikili ilişkiler gelişti. 2013 yılı itibarıyla Türkiye’nin “Afrika Açılım Politikası” sona erdi ve “Afrika Ortaklık Politikası” dönemine girildi. Türkiye’nin “Afrika’nın Sorunlarına Afrikalı Çözümler” ilkesini benimsediği, karşılıklı kazanımlara vurgu yaptığı, tahakküm kurmaktan uzak yaklaşımı, kıtada güvenilir bir imaj kazanmasına, dolayısıyla Afrika ile ilişkilerinin boyut değiştirmesine katkı sundu. 2014 ve 2021 yıllarında düzenlenen ikinci ve üçüncü Türkiye – Afrika zirveleri, ikili ilişkilerin dönüşümünü anlatması açısından somut örnekler olarak bu bağlamda öne çıkıyor.”3

Bu bağlamda Türkiye 2005’de Afrika Birliğine gözlemci üye, 2008’de Afrika Birliği Stratejik Ortaklığıyla ivme kazanan “Afrika Ortaklık Politikası” sayesinde kıtayla olan ikili ticaret hacmi 40 milyar doları aşarken, Afrika Türk Büyükelçiliği sayısı da 44’e ulaşmıştır. Bununla birlikte Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığının (TİKA) kıtada 22 temsilciliğinin bulunmasının yanında Türk Hava Yolları da Afrika’da 41 ülkede 62 farklı noktaya uçuş gerçekleştiriyor. Ayrıca Yunus Emre Enstitüsü, Afrika’da 7 ülkede faaliyet gösterirken Türkiye Maarif Vakfının ise 26 ülkede 191 müessesi bulunmaktadır.4

Tüm bu yapılanların dışında Türkiye neredeyse tüm Sivil Toplum Kuruluşları ve bazı Kamu Kurumları vasıtasıyla Afrika’ya insani yardım faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. Bu yüzden Afrika’da Türkiye’ye ve Türk halkına büyük bir teveccüh oluşmuştur.

Türkiye, Afrika’da sadece ekonomik kalkınmaya değil aynı zamanda güvenlik ve devletlerinin toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik de adımlar atmaktadır. Türkiye, Afrika ülkelerine kurumsal olarak verdiği desteğin yanında Somali’de TURKSOM askeri eğitim üssünün varlığı sayesinde yerel unsurlar eğitilmektedir. Yine Kuzey, Batı ve Orta Afrika gibi farklı alt bölgesel sistemlerde yer alan ülkelerle de savunma ve güvenlik anlaşmaları imzalayarak Afrika ülkeleri ile iş birlikleri arttırılmaktadır. Bu kapsamda Afrika’da en az 20 ülke Türkiye ile savunma sanayii alanında iş birliği yaparak silah ve askeri araç satın almıştır.5

Sonuç olarak Fransa, İngiltere, Amerika’nın kıtada güç kaybetmesi ve bu güç boşluğunu başta Çin ve Rusya’nın doldurmaya çalışması yine İran, Hindistan, Brezilya ve İsrail’in de kıtada Batılılarla rekabete girmesi Afrika’nın kalkınmasının yanı sıra Afrikalı liderlerinde elini güçlendirmektedir. Ancak bu rekabet dışında kalmak istemeyen Batılı ülkeler yapacakları kaos planları ile Afrika’da vekalet savaşları çıkartabilir veya her siyasi, askeri ve ekonomik krizi tetikleyip destekleyebilir.

Rekabetin ve ileride yaşanabilecek vekalet savaşlarının oluşacağı bir kıtada Türkiye hangi stratejik hamleleri yapacak, nasıl bir diplomasi ağı kuracak, askeri önlemler alacak mı? Bunları ilerleyen zamanlarda göreceğiz.

KAYNAKLAR

1 Huriye Yıldırım Çınar,  “Afrika’da Yeni Rekabet Sarmalı”, Anadolu Ajansı

2 Huriye Yıldırım Çınar,  “Afrika’da Yeni Rekabet Sarmalı”, Anadolu Ajansı

3 Muhammed Yasir Okumuş, “Zirvelerden Ufka Bakmak: 21. Yüzyılda Türkiye – Afrika İlişkileri”, Zirvelerden Ufka Bakmak: 21. Yüzyılda Türkiye-Afrika İlişkileri (ytb.gov.tr), Erişim Tarihi: 09.09.2023

4 Şebnem Cenk, “Sağlam Temellere Oturan Türkiye’nin Afrika Ortaklık Politikası Meyvelerini Veriyor”, Sağlam temellere oturan Türkiye'nin Afrika Ortaklık Politikası meyvelerini veriyor (aa.com.tr), Erişim Tarihi: 09.09.2023

5 Tunç Demirtaş, “Türkiye – Afrika İlişkileri”, SETA Güvenlik Radarı 2023’te Türkiye’nin Jeopolitik Ortamı 100. Yıla Giriş, Ocak 2023, s.75


Diğer Yayınlar