20 Ağustos 2023 Pazar

TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN AÇIKLAMALARI - FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜNÜN DOĞUŞU

 


Devletimizin Kurumları Bir Daha Sevr Antlaşmasını Yaşamamak İçin Dizayn Edildi. Küresel Güçlerde Bu Süreçte Türkiye Üzerine Çok Büyük Kaos Planları Kurdu.

Türkler 1699 Karlofça Antlaşmasını imzaladıktan sonra iki yüz otuz sekiz yıl boyunca sürekli geriye çekiliş süreci başladı ve bu geri çekiliş Sakarya’da durduruldu. Zor geçen savaş yıllarından sonra Lozan Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin küllerinden inşa ettiğimiz yeni devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bütün dünyaya resmen tanıttık.

Fakat devletimizin kamu kurumları başta olmak üzere devlet yapılanmamız bir daha Sevr Antlaşmasını yaşamamak üzere dizayn edildi. Taarruz yerine savunma refleksleri geliştirildi. Atatürk’ün ölümünden sonra tek partili hayat ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle ülkemiz ekonomik olarak zor günler geçirdi. Bir yandan küresel güçlerin dünyayı yeniden dizayn etme projeleri bir yandan da hala gözlerini diktikleri Anadolu’yu parçalama hamleleri devam etti. Türkiye kendisini toparlamasın dış dünyaya açılmasın diye ülkemizde her daim kaos olayları plandı ve gerçekleştirildi. 1960’da Türk Milleti cumhuriyet döneminde ilk defa darbeyle tanıştı. Daha sonrasında öğrencilerin örgütlenmeye başlaması akabinde 12 Mart 1971 Muhtırası ve öğrenci olaylarının çatışmalara döndürülmesi ile sonrasında temelleri atılarak oluşturulan bölücü Kürtçü hareketler ve 1980 darbesinin yaşanmasıyla Türkiye’nin soluğu kesilmeye çalışıldı. Küresel Güçler, Türkiye üzerindeki kaos planlarını ortaya öyle bir koydular ki bir bütün olarak yok edemeyeceklerini anladıkları Türk Milletini bölüp parçalama siyasetiyle milletimizin arasına nifak tohumları serpiştirdiler. Önce Sağcı -  Solcu sonra Alevi – Sünni bu olayları takiben başı açık – başı kapalı denilerek insanlarımızın arasına tefrika sokuldu. Bunun sonucunda Hergün Gazetesine Göre 1977 – 1980 Yıllarında Sağ – Sol Çatışması başlıklı kitabımda da yazdığım gibi bölgesel suikastler gerçekleştirildi. Sivas, Kahramanmaraş, Çorum, Fatsa olayları birer bölgesel suikast amacını taşımaktadır. Amaç burada bölgede yaşayan halkı topyekun ayaklandırmak ve devlete isyan ettirmekti. Ayrıca bu olayları siyasi cinayetlerle tetiklediler. Başta Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi, Hamit Fendoğlu’na saldırı, Abdi İpekçi suikasti, İlhan Darendelioğlu, Ümit Yaşar Doğanay, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Gün Sazak, Nihat Erim ve Kemal Türkler’in öldürülmeleri sonucunda o dönemki Türkiye’de yaşanan düşük yoğunluklu savaş ortamını ülkenin bütününe yayarak bölünmesi ve parçalanması düzeyine getirmekti. Ayrıca o dönemde güçlendirilmeye çalışılan bölücü Kürtçü örgütlerle Türkiye’nin doğusunda bağımsız Sözde bir Kürdistan Devleti kurmak da bu bölünme planının bir parçasıydı.

 

FETÖ Terör Örgütü Bu Süreçte Sessiz Sedasız Ortaya Çıktı. Ancak Bu Takıyyeci Örgütü İlk Defa Bir Türk Milliyetçi Olan Şehit Tarihçi Necip Hablemitoğlu Fark Ederek Uyarılarda Bulundu.

Tüm süreçler yaşanırken sessiz sedasız bir oluşum daha ortaya çıktı ve bu oluşum yavaş yavaş devletin içine sızmaya başladı. Kimsede yaşanan bu süreçlerden dolayı sessiz sedasız takıyye yaparak kendini gizleyen bu sinsi örgütü fark edemedi. Birisi hariç, ilk defa açık açık FETÖ Terör Örgütünün tehlikeli bir yapılanma olduğunu söyleyen ve yine FETÖ tarafından şehit edildiği düşünülen vatansever bir Türk Milliyetçisi olan Tarihçi Necip Hablemitoğlu’ydu. O dönemde bu yapılanmayla ilgili çok uyarıları olmuştu.  

Tarihçi Necip Hablemitoğlu, FETÖ’nün karanlık yüzünü deşifre ettiği Köstebek adlı kitabının otuz yedinci baskısının ön sözünde ve arka kapağındaki tanıtım kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:

“Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını, yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. İşte bu yasadışı yapılanmanın, eğitimin yanı sıra, en az onun kadar önemli olan istihbarat alanına yönelmesinde, birtakım stratejik gerekçeler rol oynamaktadır.”1

Aynı kitabın arka kapak tanıtımındaki yazı ise aynen şöyledir:

(Fetöcüler için) Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor… Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, Fethullah Gülen’den daha cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim ki daha çok Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar aramızdan yitip gidecekler”2

Hablemitoğlu, FETÖ’nün o dönemde eğitim ve İstihbarat yapılanmalarına dikkat çekerek gelecekteki tehlikeyi ön görmüştü. Nitekim bu terörist yapılanma 15 Temmuz 2016 gecesi kalkışma ve ülkeyi işgale hazırlama girişimi yapmaya çalışarak ortaya çıktı. Ancak devletimizin yerli ve milli personeli ile Türk Milleti’nin sokaklara dökülmesiyle bu girişim sabaha karşı bastırıldı ve hainler gerekli cezalara çarptırıldı.

YAZININ DEVAMI YARIN

1 Necip Hablemitoğlu, Köstebek, Pozitif Yayınevi, Bas:37, İstanbul 2022.

2 a.g.e.

 


TARİHÇİ – YAZAR KUBİLAY MUHAMMET ÖZDEMİR’İN SON SAAT GAZETESİNE AÇIKLAMALARI

 


Tarihçi – Yazar Kubilay Muhammet Özdemir Son Saat gazetesine FETÖ Terör Örgütünü ve FETÖ’nün eğitim yapılanmasını, milli eğitimde değişmesi gerekenleri, öğretmenler sorununu, Türkiye’deki kurumların Sevr Antlaşması korkusunu bir daha yaşamamak için dizayn edildiğini ve 2016’dan sonraki kurumlardaki değişiklileri, Türkiye’nin uluslararası arenada güçlü bir yapıya kavuşarak etkin bir rol oynamasını konu aldığı düşüncelerini Son Saat gazetesine Açıklamıştır.

Tarihçi – Yazar Özdemir’in bu açıklamalarında olayların tarihsel süreçleri ile günümüz arasındaki bağlarını tespit ederek hem iç politikadaki hem de dış politikadakileri yansımalarını ortaya koymuştur.

Önemli bilgilerin verildiği bu açıklamalar Son Saat gazetesinde yayınlanacaktır.



18 Ağustos 2023 Cuma

DİSNEY+’İN ATATÜRK HAZIMSIZLIĞI


 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun 100. Yılına özel olarak hazırlanmış ve altı bölümden oluşan ve tüm dünyada gösterime girecek olan Atatürk dizisi Amerikan Ulusal Ermeni Komitesi / The Armenian National Committee of America’nın (ANCA) baskıları sonucunda dizinin yayınlanmasından vazgeçildi. Amerika’daki Ermeni lobisinin devreye girip Atatürk dizisinin Disney+’in küresel kataloğuna koydurmamak için baskı yapması sonuç verdi ve Atatürk dizisi dünya platformunda yer almaması kararlaştırıldı. Gelen tepkiler üzerine dizinin sadece Türkiye’deki bir kanal ve Türkiye’deki sinemalarda yer alacağı Disney+ yöneticileri tarafından açıklandı.

Başta Türk Milleti olarak birçok siyasi parti bu olayı protesto etti. Ancak ödül törenlerinde her konuda sözü olanlar kendi ülkesinin yaşadığı felaketlerde devletini kötüleyenler yeri geldiğinde depremzedelere dahi dil uzatanlar, LGBT sapkınlarının sözde haklarının savunuculuğunu yapanlar veya Türk Silahlı Kuvvetleri, terör örgütlerine operasyon yaptığında TSK’ya kimyasal silah kullandı iftirası atanları savunan sözde Atatürkçüler ve sözde ülkesini düşünen vatanseverler, Disney+’e tepki gösteremediler. Bazı milli hassasiyeti olan sanatçılarımızı ayrı tutarak bu sözde Atatürkçüler, Disney+ üyeliklerini dahi iptal edemediler veya anlaşmalarını bozamadılar. Kanaatimce gönüllerindeki Atatürk sevgisine para ağır basmış olmalı ki Disney+’ye tek bir kelime dahi söyleyemediler.   

Hani derler ya her şerde bir hayır vardır. Bu şerde milletimiz kimin ne olduğunu da görmüş oldu. Kimlerin sözde vatansever ve Atatürkçü olduğunu kimlerin gerçekten yerli, milli ve vatansever bir gerçek Atatürkçü olduğu da ortaya çıkmış oldu.

Bu olaydan ayrıca kendisine pay çıkarması gereken bir kesim daha var. Yıllardır Atatürk’ü mesnetsizce suçlayan, iftiralar atan, devlet ve millet için yaptığı icraatlar ile ilgili yalan yanlış konuşmalar yaparak Atatürk’ü suçlayan Siyasal İslamcılarda bu olaydan kendilerine bir pay çıkarmalılar ve Atatürk’ü sevmeyenlerin kim olduklarını görmelilerdir.

Atatürk’ü başta Yunanlılar, Ermeniler, İngilizler ve o dönemde Sözde Kürdistan isteyenler, Masonlar, Pontusçular kısacası Türk ve Türkiye karşıtı olan yapılanmalar sevmemektedir. Bu yüzden Atatürk’e kimlerin karşı olduğunu bilip ona göre eleştirmek gerekmektedir. Yine unutulmamalıdır ki FETÖ Terör Örgütü, siyasal İslam adı altında bu topraklardan Atatürk’ün ve Türklüğün adını silmeye çalışmıştır.

Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama sosyal medyayı aktif kullanan bir yazar olarak şunu fark ettim. 15 Temmuz darbe kalkışmasından 2 ay öncesinde sürekli Twitter’de “5816 sayılı kanun kaldırılsın, Atatürk, Laiklik” gibi hashtaglar açıldı. Maalesef o dönemde ve o dönemden önce muhafazakâr siyasetçiler başta olmak üzere muhafazakâr kesim gerek konuşmalarıyla gerek eylemleriyle gerek yazılarıyla bu hashtaglara olumsuz ve çok çirkin eleştirenler oldu.

Sonra günü geldi. Hainler harekete geçti ve 15 Temmuz darbe kalkışması gerçekleştirilmek istendi. Çok şükür ki milletimizin derin ferasetiyle bu kalkışma bastırıldı. Bu olayın sabahında Ak Parti Genel Merkezine koskocaman Atatürk’ün resmi asıldı. Ak Parti’nin sabahına yaptığı bu hareket bile bir şeyleri anlatmaya yetmiyor mu siyasal İslamcılar için?

Konuyu daha da açalım:

Düşman işgal etmek istediği toprakların önce milliyetçisine saldırır. Sonra o ülkeyi işgal etmeye kalkar. Bakınız Ergenekon ve Balyoz davalarında mesnetsiz FETÖ düzmeceleri sonucunda tutuklanan ve haksız yere hapis yatan milliyetçi subaylar örneğinde olduğu gibi bakınız Atatürk’ün manevi şahsiyetine saldırmak gibi ve yine bakınız MHP’ye o dönemde çekilmek istenen operasyonlar gibi… Bir ülkeyi işgal edeceklerin korktuğu bir kesim vardır. O korktukları kesim de o ülkenin milliyetçileridir. 

Bu yüzden ülkemizin kurucusuna ve fikirlerine sahip çıkalım. Yine milli kimliğimize ve kimliğimizi oluşturan, devletimizin temel felsefesi olan Türk Milliyetçiliğine de sahip çıkalım. Bu kavramları her ne pahasına olursa olsun. Sözde aydınlara sözde sanatçılara ve sözde vatanseverlere de bırakmayalım. Çünkü bu değerler onlara bırakılacak kadar kıymetsiz değildir. 

Ayrıca eril falan da olmayalım…


10 Ağustos 2023 Perşembe

EĞİTİM SİSTEMİNİN YANLIŞLIĞI


 

Bu zamana kadar eğitim sistemimizde yanlışlar çok yapıldı. Önceki yazımda da belirttiğim gibi 4+4+4 sistemi başta olmak üzere okulda kıyafet serbestliği, sınıfta kalmanın zorlaştırılması ve disiplin kurallarının sıkı bir şekilde uygulanamaması yapılan hataların başında gelmektedir. 

Bunlardan birisi sistemsel hata diğeri ise psikolojik hata unsurudur. Bu hata türleri yıllardır eğitim sisteminde öğrencilere dayatılmaktadır. Bu sistemsel ve psikolojik hatada gerek veliler gerekse bir takım eğitimciler çocuklarımıza hep yanlış bir düşünceyi beyinlerine empoze ettiler.

“Sayısaldan anlayan sözelden anlamaz, sözelden anlayan sayısaldan anlamaz.”

İşte bu fikri çocuklarımızın ve gençlerimizin beyinlerine yıllardır nakış gibi işledik. Ve çocuklarımızı kendi kendimize körelttik. Onlar da bu düşüncenin arkasına saklanarak düşük oldukları alanlarda nede olsa benim beynim buna basmıyormuş! Diyerek hep kaçtılar veya ötelediler. Bizde eğitim sisteminde bu yanlışa çanak tuttuk ve onları sayısal, sözel, eşit ağırlık diye sınıflara böldük.

Peki gerçekte bu iş böyle mi? Gerçekten Sayısaldan anlayan sözelden anlamaz, sözelden anlayan sayısaldan anlamaz” mı?

Türk milleti özellikle İslam’a geçtikten sonra ilim sahasına da büyük önem vermişlerdir. Böylece ilk Türk – İslam Devleti olan Karahanlı Devleti ilk olarak Semerkant Medresesini inşa etmiştir. Ayrıca burslu öğrenci uygulamasını gerçekleştiren ilk Türk – İslam Devleti olma özelliğini de taşımaktadır.

Sonrasında kurulan Buhara Medresesi, Nizamiye Medreseleri ve birçok medreseler Türk – İslam Medeniyetine büyük katkıları olmuştur. İşte bu ilim yuvaları sayesinde Ahmet Yeseviler, Yusuf Has Hacibler, Edip Ahmet Yüknekiler, Kaşgarlı Mahmutlar, Farabiler, İbn-i Sinalar ve birçok Türk – İslam âlimleri yetişmiştir. Bu yetişen âlimler sadece bir alanda kendisini yetiştirmemiş birden çok alanda kendilerini geliştirmişlerdir.

Örneğin: Farabi başlıca dört bilim dalında, İbn-i Rüşt ise beş bilim dalında eserler vermiştir. Bu durum şaşılacak bir şey değildir. Çünkü bu durum o dönemin bilim dünyasının olağan bir özelliğidir. Ancak şimdi günümüzde bir kişinin farklı bilim alanlarında bırakın eser vermesini kendi alanında dahi zorlanabiliyor. İşte bu eğitim sisteminin sonucunda ne öğrenciler düzgün yetişebiliyor ne de öğretmenler ve akademisyenler farklı alanlarda kendini geliştirebiliyor.

Farabi; Gökbilimci, Mantıkçı, Müzisyen kısaca filozof iken ve aynı zamanda Doğa Felsefesi, Metafizik, Psikoloji ve siyaset ile ilgilenebiliyorken yine İbn-i Rüşt; fakih, hekim yani kısaca filozof iken ve yine mantık, felsefe, metafizik, psikoloji, tıp ve astronomi gibi ilimlerle ilgileniyorken günümüzde bu kadar ilme sahip olarak yetiştirdiğimiz bir filozofumuz bir düşünürümüz yok.

Çünkü her şey para olmuş, günümüzde ilmin bir kıymeti harbiyesi kalmamış. Bu yüzden yıllarını vererek farklı alanlarda kendisini yetiştirmek isteyenler de maddi anlamda bir karşılık bulamayınca bu sefer çıktığı ilim yolundan vazgeçenlerde olmuş.

Onun için günümüzde ilime ve ilim öğrenmek isteyenlere kıymet verilmelidir. Eğitim sistemimiz gözden geçirilmelidir. Sayısal bilen sözel bilmez, sözel bilen sayısal bilmez saçmalığından vazgeçilmelidir. Yine üzerine basa basa ısrarla söylüyorum. Tarihimizdeki Türk – İslam âlimlerini ve okudukları ders programlarını inceleyip günümüz modern eğitim sistemi olarak uygulamalıyız.

Bakın görün o zaman her şey daha farklı olacaktır. Hem öğrenciler nitelikli hem de bu öğrenciler öğretmen veya akademisyen olduğunda daha ileri bir seviyede olacaklardır. En önemlisi ülkemizde her alanda nitelikli genç neslimiz olacaktır.     

 

DÜZELTME: Geçen Hafta “FETÖ’nün Eğitim Yapılanması” başlıklı köşe yazımda devlete atanan öğretmenlere de güvenlik soruşturması tekrardan getirilmelidir diye bir ibare kullanmıştım. Sonradan yaptığım kapsamlı araştırmaya göre: “Öğretmenlere yapılan güvenlik soruşturması Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ancak daha sonra meclisten bu kanun değiştirilerek geçirilmiş ve tekrardan devlete atanacak öğretmenlere güvenlik soruşturması getirilmiştir.” Bu hususu düzeltmek istedim. Kamuoyunun bilgisine sunarım.

 

7 Ağustos 2023 Pazartesi

FETÖ’NÜN EĞİTİM YAPILANMASI


 

Türk milleti olarak İslamiyet’e geçtikten sonra peygamberimize inen ilk emir “Oku” olduğu için ilme daha çok önem vermeye başladık. Çünkü peygamberimizin hadislerinde âlimlere ve ilme özendirmek için “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir”1 buyurulmaktadır. Bu yüzden tarihte birçok önemli buluşları yapan âlimler Türklerden çıktı. Ve bu âlimler Türk ve dünya medeniyetine çok büyük katkıları oldu.

Günümüzde değişen eğitim sisteminin neticesinde hem eğitimin devamlılığını sağlamak hem de Türk ve dünya medeniyetine katkı sağlamak için bu âlimlerin yerini akademisyenler ve öğretmenler aldı.

Fakat FETÖ Terör Örgütü mensupları böyle kutsal bir görev alanı olan öğretmenlik mesleğinin de içine sızdı. 15 Temmuz 2016 darbe ve işgal kalkışmasının bastırılmasıyla beraber 2022 verilerine göre kamuda FETÖ temizliği yapılarak 125 bin 678 kişi ihraç edildi.2

İhraç edilen bu kişilerin 41 bin 77’sinin İçişleri Bakanlığı personeli olurken ikinci sırayı 33 bin 716 ile Milli Eğitim Bakanlığı yer almaktadır. Milli Savunma Bakanlığından da 13 bin 410 kişi ihraç edildi. Diğer ihraçlar ise diğer kamu kurumlarından yapıldı.3 Bu verilerden de anlaşılacağı üzere FETÖ’nün ikinci en büyük yapılanması eğitimde olduğu görülmüştür.

FETÖ’ye bağlı olduğu tespit edilen özel okullarda kapatılmış ve burada görev yapan öğretmenlerinde lisansı iptal edilmiştir. Ayrıca FETÖ üyesi öğretmenlerin o dönemlerde terörün yoğun olduğu Güneydoğu bölgelerinde çok az olması ise dikkat çeken başka bir husus olmuştur. Devletimizin başarılı operasyonları sonucunda örgüt şemasının ise genellikle öğretmenler üzerinden sistemleştirilmesi de dikkat çeken diğer hususlar olmuştur.

Anlayacağınız FETÖ Terör Örgütü, kutsal bir meslek olan öğretmenliği kendi menfaatleri uğruna kullanmaya çalışarak bu mesleğin itibarını yerle bir etmeye çalışmıştır. Tıpkı Türk Silahlı Kuvvetlerinin içine yuvalanan hainlerle bu mesleğe nasıl itibar suikasti yaptıysa aynı şekilde öğretmenlere de yaptı. Ancak Türk milleti engin feraseti neticesinde ne peygamber ocağı olan Türk Silahlı Kuvvetlerini ne de ilim sahibi olan öğretmenleri topyekun zan altında bırakmadı. Hain ile kahramanı en iyi şekilde ayırt ederek devletinin kurumlarına ve onların şerefli personellerine sahip çıktı.

Ancak şu da unutulmamalıdır! Özellikle şu günlerde FETÖ’nün kripto damarından söz edilirken yeni 15 Temmuzlar yaşamamak için uyanık olunmalıdır. MHP Lideri Sn. Devlet Bahçeli partisinin grup toplantısında endişelerime katkı sunarak aynen şöyle bir cümle kurdu: “Hala FETÖ’nün kripto damarının siyaset, bürokrasi, eğitim, ekonomi, medya ve diğer alanlarda dip dalga halinde faaliyet içinde olduğunu bilmeyen, duymayan, görmeyen kalmadı” cümlesi boşa kurulan bir cümle değildir.4

Onun için hem milletçe hem devletçe hem de devletimizin içinde çalışan memurlar olarak da dikkatli olmalıyız. Çünkü FETÖ’nün gerçek yüzünü ilk defa ortaya çıkaran ve FETÖ suikastiyle şehit edilen Tarihçi Necip Hablemitoğlu, FETÖ’nün karanlık yüzünü deşifre ettiği Köstebek adlı kitabının otuz yedinci baskısının ön sözünde ve arka kapağındaki tanıtım kısmında aynen şu ifadeler yer alıyor:

“Fethullahçılar, mevcut ekonomik kaynaklarını, yapılabilecek en akılcı ve en değerli alana, eğitim yatırımına tahsis ettiklerinden, diğer şeriatçı yapılanmalara kıyasla, ülkemizin sadece bugününü değil, daha çok geleceğini tehdit etmektedirler. İşte bu yasadışı yapılanmanın, eğitimin yanı sıra, en az onun kadar önemli olan istihbarat alanına yönelmesinde, birtakım stratejik gerekçeler rol oynamaktadır.”5

Aynı kitabın arka kapak tanıtımındaki yazı ise aynen şöyledir:

(Fetöcüler için) Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor… Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından inisiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor. Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, Fethullah Gülen’den daha cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim ki daha çok Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar aramızdan yitip gidecekler”6

Rahmetli Necip Hablemitoğlu’nun geçmişteki uyarına dikkat etmeliyiz. Bu yüzden vatanımızın geleceğinin teminatlarını yetiştirenler devletimizin sıkı denetiminden geçmelidirler. Aynı zamanda KHK ile işten çıkarılmış veya önceden FETÖ’nün dershanelerinde okumuş ya da orada görev yapmış olanlar özel sektörün özel öğretim kursları adı altında açılan dershanelerinde ve kolejlerinde dahi olsalar öğretmenlik yaptırılmamalıdır. Mümkünse özel öğretim veya kolejlerde ya da devlete atanacak olan memurlara tekrardan güvenlik soruşturması getirilmelidir. Böylece buralarda görev yapacak öğretmenler güvenlik soruşturmasından geçirilmeli ve FETÖ bağlantısının olup olmadığı tespit edilmelidir. Ayrıca bu soruşturmalarda es kaza gözden kaçan bir durum olursa diye de ara ara seçkin müfettişler tarafından hem özel kurumlarda hem de devlet okullarında denetim yapmalılardır.

Çünkü öğretmen ve eğitim önemlidir. Nasıl ki vatanın bir karış toprağını kaybetmemek bizim için önemliyse eğitime ve öğretmenlerin içine sızıntı yerleşmesini önlemek de o derece önemlidir.     

DÜZELTME: Geçen Hafta “FETÖ’nün Eğitim Yapılanması” başlıklı köşe yazımda devlete atanan öğretmenlere de güvenlik soruşturması tekrardan getirilmelidir diye bir ibare kullanmıştım. Sonradan yaptığım kapsamlı araştırmaya göre: “Öğretmenlere yapılan güvenlik soruşturması Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ancak daha sonra meclisten bu kanun değiştirilerek geçirilmiş ve tekrardan devlete atanacak öğretmenlere güvenlik soruşturması getirilmiştir.” Bu hususu düzeltmek istedim. Kamuoyunun bilgisine sunarım.

1 Suyûti, el câmu’s Sağir, nr 10026; İbn Abdilberr, Camu Beyâni’l- İlm, nr.139.

2 “Kamuda FETÖ Temizliği”, https://www.trthaber.com/haber/gundem/kamuda-feto-temizligi-125-bin-678-personel-ihrac-edildi-694991.html, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

3 “En Fazla İhraç Emniyet’te”, https://www.yenisafak.com/gundem/en-fazla-ihrac-emniyette-3443669, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

4 Yıldıray Çiçek, “Kripto Damar Uyarısı”, Türkgün gazetesi, https://www.turkgun.com/kripto-damar-uyarisi, Erişim Tarihi: 30.07.2023.

5 Necip Hablemitoğlu, Köstebek, Pozitif Yayınevi, Bas:37, İstanbul 2022.

6 a.g.e.

 

OSMANLI’DA KÜRT MESELESİNİN DOĞUŞU VE EZİLMİŞLİK YALANI

 

Bu zamana kadar yapılan propagandalarda hep Kürt vatandaşlarımızın ezildiğini iddia eden teröristler ile terör sempatizanları ve uzantıları tahmin ediyorum ki tarihi iyi bilmiyorlar. Ya da biliyorlar ama amaçları bölücülük olduğu için bilerek ve isteyerek bu tür ayrılıkçı fikirleri insanların beyinlerine işlemeye çalışıyorlar.

Peki tarihin gerçekleri ne?

Moğolların 1231’de Diyarbakır’da korkunç bir kıyım yaparak tek bir canlı insan bile bırakmadıkları; benzer katliamları diğer şehirlerde de gerçekleştirdikleri bilinmektedir. 1235-1236 yıllarında Moğol orduları Kürtlerin bulunduğu bölgeleri tekrar tekrar yağmaladılar.[1] 1252’de Diyarbakır bir kez daha yakılıp yıkıldı. 1258’de Moğol serdarı Hülagu, Bağdat dönüşünde, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Hakkari üzerine bir kanlı sefer daha düzenledi.[2]

Ortada “geri bıraktırılmış” değil, ama üst üste gelen istilalar vardı. 1393’te  bu kez Timur bütün İran ve Anadolu’yla birlikte Doğu Anadolu’yu tahrip etti. Kürtlerin yaşadığı bölgeleri ele geçirerek oğlu Celaleddin Miranşah’ın olmayan insafına bıraktı; o da Diyarbakır, Mardin, Turabidin ve Hasankeyf kentlerini yağmaladı. 1401’de Kürtler arasındaki bir isyan girişimi üzerine Timur, Erbil, Musul ve Cizre bölgelerine kanlı bir saldırı düzenledi. Tüm Cizre bölgesi yakılıp yıkılmış, geriye sadece tek bir Hıristiyan köyü kalmıştı.[3]

Moğollarla başlayan yıkımın en büyük kurbanı olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler gerileme dönemine girdi. XV.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. XX.yüzyıla kadar süren bu gerileme süreci sonunda Kürtler, Ortadoğu’nun en fakir ve azgelişmiş toplumlardan biri oldu.[4]

Osmanlılar, İranlılarla 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nın ardından Kürtlerin yaşadıkları bölgeyi ele geçirdiler. Ancak şu da bilinmelidir ki Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu’da hatta bugünkü Irak ve Suriye’de de değişik Türk boylarının yaşadığını unutmamak gerekir. Çaldıran savaşından sonra Kürtler, Osmanlılara ve Safevilere, İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını koruma içinde oldu. Bu süreçte pek çok Kürt beyi sık sık taraf değiştirdi. Yavuz Sultan Selim, Kürtler üzerinde mümkün olduğunca dolaylı denetim kurmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıların Kürt politikası, “böl ve yönet” şeklinde değil, “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerine yönetmelerine izin ver” şeklinde oldu. Kürt aşiretleri çoğunlukla Safevi Devletiyle ortak sınırdaki erişilmesi güç dağlık alanlarda yaşıyordu.

Osmanlıların Kürtlerin yaşadığı bölgelere ilgisinin temel nedeni, imparatorluğun doğu sınırlarının savunulmasını sağlamaktı.[5]

1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han’ın yerine onun kardeşi Karahan’ı tekrar Anadolu’ya göndermişti. Bir Türkmen beyi olan Karahan, Diyarbakır ve çevresini kuşattı. Yani çaldıran savaşından sadece iki yıl sonra Safeviler bir kez daha Kürtlerin yaşadığı bölgeye yürümüşlerdi.[6]

Bu durum karşısında Kürt aşiret beyleri bir araya toplanıp Osmanlı’dan yardım isteyen isterler ve sığınma nedenlerini şöyle açıklarlar;

         “Can’ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik…

Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler (dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir.”[7]

 

Burada hemen belirtmek isterim ki, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail yanlısı Alevi Türkmenlerin dinden çıkmasıyla suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka bir şey değildir. O dönemde aynı şekilde Safevilerde Sünnileri benzer şekilde aşağılayan ifadeler kullanıyordu. Bu durum tamamen o dönemin psikolojisini ve sosyolojik durumunu gösterir.

Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürt beylerinin isteğini kabul etti. Yavuz’un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Bitlisli İdris’in manevi desteğiyle, on bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safevi kuvvetlerinden kurtardı. Safevi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu özellikle Bitlisli İdris’in inisiyatifiyle Mardin’i de aldı. Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildi gibi Yavuz Selim adına İdris’in bölgenin Kürt ve Türk beyleriyle anlaşması sayesinde; Bitlis, Urmiye, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hısn Keyfa(Hasankeyf), Meyya Farkin ve Cezire-i İbn-i Ömer gibi, toplam yirmi beş mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı.[8]

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da İmparatorluğun uzun yüzyılları içinde Kürtler ile Türklerin ve imparatorluğun birbirleriyle belirli coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da önemli oranlarda kaynaşmış olmasıydı. Kürtlerin tarihi konusunda uzman olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında şöyle yazar;

         “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadılar, bazı durumlarda birbirleriyle karıştılar, bazı Türk liderler Kürtleri cezp etti veya bunun tam tersi oldu. Osmanlıların yükselişinden önce bile, Batı Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin genellikle Türkmen ve Kürt karışımı bir kökenden geldikleri kabul görmektedir. Aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlar ve bununla birlikte Türk veya Arap yoğunluklu bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini yitirdi.”

 

Osmanlı-Kürt ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.[9]

Artık yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.

 



[1]Akyol, a.g.e.,s.28.

[2] David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, Diane Pub. Co.,1996,s.23; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[3] a.g.e.,s.23; Zikreden,  Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[4] Akyol, a.g.e.,s.28

[5] İlker Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul 2011,s.33.

[6] Akyol, a.g.e.,s.31.

[7] Koca Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3.kitap, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir Gün adlı romanında, bu arizayı naklederek olayı anlatır, s.120; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.31.

[8] Akyol, a.g.e.,s.33.

[9] Başbuğ, a.g.e.,,s.34.


12 Temmuz 2023 Çarşamba

CUMHURBAŞKANIMIZA AÇIK MEKTUP


 

Sayın Cumhurbaşkanım öncelikle zat-ı âlinizi selamlar ve görev sürenizce yapacağınız devlet işlerinde Allah’tan size yardımcı olmasını niyaz ederim.

Bu toprakların hamuruyla yoğrulmuş, ülkesinin ve devletinin milli çıkarlarını düşünen genç bir aydın olarak her zaman devletimi yönetenlere fikirlerimle ve yazılarımla sesimi duyurmaya çalıştım. Devletimi yönetenler doğru bir adım attıklarında her zaman destek olmuş yanlış bir adım attıklarında ise naçizane uyarılarda bulundum. Sizin de yerli ve milli âlimlerin ve aydınların fikirlerine önem veren bir lider olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden size yazdığım bu açık mektubumda benimde fikirlerime önem vereceğinizi düşünüyorum.

Daha önceki köşe yazılarımda sığınmacılar sorununun gelecekte ülkemiz için ne tür problemlere yol açacağını ayrıntılı bir şekilde ifade ettim. “Sığınmacılar Meselesine Türk Bakışı” makalemin incelenmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Bunun yanında ülkemizin önemli bir diğer sorunu ise ekonomidir. Bu sorununda yeni ekonomi bakanımız Sn. Şimşek’in akılcı politikalarıyla ve TCMB yeni Başkanı Sn. Erkan ile en kısa zamanda çözüme kavuşacağı kanaatindeyim.

Ancak ülkemizin en önemli sorunlarından birisi var ki işte bu sorun halledilmezse hiçbir şey hal olunmayacağını kanaatindeyim. O sorun EĞİTİM sorunudur. Mutlak suretle ve en acil köklü değişimler yapılarak bu sorun çözülmelidir. Çünkü bu sisteme göre çoğu da üniversite mezunu niteliksiz gençlerimiz yetişmektedir.

Bu konuyu ayrıntılı olarak size hem teknik yönünden hem de misaller vererek anlatmakta fayda görüyorum.

Sorunun kökenine inecek olursam 4+4+4 sistemine geçtiğimiz zaman zorunlu eğitimi 8 yıldan 12 yıla çıkardık ve bu durum niteliksiz gençlerin yetişmesinin önünü açtı. Çünkü bu sistem ile birlikte sınıfta kalma zorlaştı ve gençler öyle veya böyle bir şekilde derslerden geçirildi. Durum böyle olunca liseyi bitiren gençlerde şu düşünce hâkim oldu. “Ben zaten liseyi de bitirdim bir de üniversite sınavına da gireyim” diyerek üniversite sınavlarına girdiler ve üniversiteyi de kazananlar oldu. Şimdi bana haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz. “Madem bu gençler ders çalışmıyor nasıl üniversite kazanıyor diyebilirsiniz?” Hemen yanıtını vereyim Sayın Cumhurbaşkanım, siz aslında her evladımız bulunduğu ilde okusun, ailesinin yanından ayrılmasın diye iyi niyetle her ilimizde bir devlet üniversitesi açtınız. Bir de buna ek olarak devlet üniversitelerinin yanında imkânı olanlar özel üniversiteler açtı. Dolayısıyla ülkemizde üniversiteler çoğaldı. Hal böyle olunca üniversiteyi kazanma puanları düştü ve lisede pek de parlak olmayan bu gençlerde üniversitelere yerleşebildi.

Dolayısıyla bu kişiler öyle veya böyle arkadaşlarından sınav öncesi notları alarak bunları sınav zamanı ezberleyerek veya alttan ders bırakıp bir iki yıl sonra geçerek mezun oldular. Peki bu durum ne gibi sorunlara yol açtı? Az öncede ifade ettiğim gibi hem çoğu niteliksiz olarak yetişti hem de bu kişiler ben üniversite mezunuyum diye masa başı iş aramaya başladılar. Böylelikle işsizlikte artış oldu. Ayrıca hizmet sektöründe çırak açığı ortaya çıktı. Çünkü üniversiteyi de zoru zoruna bitirmiş bir genç kendisini niteliksiz olarak görmeyip hizmet sektöründeki işleri beğenmez oldu.

Ancak 8 yıllık zorunlu eğitim olsaydı. Genç kardeşlerimiz 8. Sınıfı bitirdikten sonra lise sınavlarına girecek kazanırsa Anadolu Lisesinde okuyacak, kazanamazsa adresine yakın bir liseye gidecek ve eğer başarılı olursa derslerinden geçecek ama başarısız olursa 2 yıl üst üstte sınıfta kaldığı zaman tasdiknamesi verilip okul ile ilişiği kesilecekti. Böylece hem lise mezunu niteliksiz gençlerimiz olmayacaktı. Hem de üniversitelere niteliksiz öğrenciler girmiş olmayacaktı. Durum böyle olunca kardeşlerimiz meslek lisesine geçiş yapacaklardı ve meslek öğreneceklerdi. Bu da çırak bulma sorununu ortadan kaldıracaktı. Böylece ülkemizde işletme sahibi olanlar çırak ihtiyacını sığınmacılardan sağlamak yerine kendi vatandaşlarımızdan sağlamış olacaklardı. Bu da gençlerimizin genç yaşta evine ekmek götürmesi demek olacaktı.

Bu yüzden başta 4+4+4 sisteminden vazgeçilmeli ve zorunlu eğitimin tekrardan 8 yıl olması gerekmektedir. Ayrıca liselerde tekrardan okul üniformaları getirilmeli ve eskisi gibi sınıf geçmek zorlaştırılmalı ve iki yıl üstü üste kalan öğrenciye tasdikname verilerek okul ile ilişiği kesilmelidir. Yine okul disiplin kuralları etkin bir şekilde uygulamaya konulmalıdır.

Her ilde üniversite uygulamasından vazgeçilmeli ve ülkemizin belli başlı yerlerinde evlatlarımızın da ulaşabileceği konumlardaki üniversiteler açık kalmalıdır. Bu üniversitelerin ise niteliğinin ve kalitesinin arttırılması için ek çalışmalar yapılmalıdır. Özel üniversite açılmasına ise sınırlama getirilmelidir. Yine her mesleğin bölümü açılmamalıdır. Örneğin tarihçiler önceden kütüphanecilik yapabiliyorlardı. Ancak kütüphanecilik bölümü açıldığı için artık tarihçiler kütüphaneci olarak atanamıyor bu da tarih bölümünün zaten önü tıkalıyken daha çok tıkanmasına sebebiyet veriyor.

Sayın Cumhurbaşkanım eğitimde bir diğer değişmesi gereken önemli konularda şunlardır.

Türk Milli Eğitimi ile ilgili gerek müfredat gerekse verilen dersler ile birlikte eğitim – öğretim ile ilgili değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ayrıca mevcut öğretmenlerin durumu ve atanamamış öğretmenlerin durumları ile sınav sistemleri hakkında da köklü değişimlerin olması da kaçınılmaz elzemdir.

Milli Eğitim sisteminin başta İlk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar’ın Eğitim Sistemi, Selçuklu’daki Nizamiye Medreselerinin ve Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Sahn-ı Saman Medreselerinin ve Cumhuriyetimiz döneminde kurulan Köy Enstitülerinden karma ve günümüze modernize edilmiş şekliyle uygularsak eğitimde köklü bir çağ açacağımızı düşünmekteyim.

Eskileri inceleyince ne olacak diye düşünmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken Avrupalı aydınlar ilkçağ eserlerini incelemiş ve kendi dillerine çevirerek Avrupa’nın karanlık çağını yenerek bilimde ve teknoloji de ilerlemişler hatta coğrafi keşifleri gerçekleştirmişlerdir. Hatta o dönemde zirveyi yaşayan Osmanlı Devletini bu yaptıkları reformlarla geçmeyi başarmışlardır.

Tüm bu konularla beraber Milli Eğitimin en önemli olmazsa olması öğretmenlerimiz KPSS sınav sistemi ile seçilirken kendi alanları haricindeki birçok derslere çalışmaktadırlar. Bu da öğretmenlerimize kendi alanlarında uzmanlaşmasının önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu nedenle öğretmen adaylarının sadece kendi branşından sınav yapılması gerektiğini düşünmekteyim.

Yine mevcut öğretmenlerimizi hizmet içi eğitimlerinin değişmesinin elzem olduğu kanaatindeyim.

Sayın Reis-i Cumhur Hazretleri bu konulardaki bilgi ve düşüncelerimi sizinle ve Milli Eğitim Bakanlığımızla paylaşmaktan memnuniyet duyarım.

Çünkü bir devlet için Milli Eğitim önem teşkil etmektedir. Unutulmamalıdır ki! Bir Cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin çöküşünün en büyük nedenlerinden birisi de eğitimin gerilemesi ve devlet olarak eğitimde kendisini yenileyememesi nedeniyle olmuştur.

 

Sayın Cumhurbaşkanım güçlü devletimizin ebediyen payidar kalması için ve yukarıda saydığım sebeplerden dolayı Milli Eğitimi bir vatan meselesi olarak görmekteyim. Size yazmış olduğum bu açık mektubumun değerlendirilmesini ve Milli Eğitim Bakanlığımızın gündemine de alınmasını arz ederim. Bu konularda da her daim devletime katkı sunmayı bir vatan borcu bilirim.

Zat-ı âlinize saygı ve hürmetlerimi sunar devletimizin işlerinde muvaffak olmanızı dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

Diğer Yayınlar