17 Mayıs 2020 Pazar

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN ARASINDAKİ EGE SORUNU




Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Yunanistan’ın son zamanlardaki işgalci tavırlarını hem Ege’de hem de Akdeniz’de görüyoruz.
Libya’da çıkan iç karışıklıklardan yararlanan Yunanistan, Libya’ya ait 39.000 Km2 deniz alanını işgal etmiştir. Aynı zamanda Yunanistan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kışkırtmak ve arama faaliyetlerini durdurmak amacıyla Mısır ve İsrail ile ittifaklar yapmakta ve Türkiye’yi Akdeniz’de enerji mücadelesinde yalnız bırakmaya çalışmaktadır. Buna mukabil Yunanistan, Girit kıyılarından Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir Münhasır Ekonomik Bölge belirleyerek Türkiye’nin yasal hakkı olan Münhasır Ekonomik Bölgesinin bir kısmında hak ihlalinde bulunmaktadır. Yunanistan burada sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türkiye’nin garantörlüğünü yaptığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakkını ihlal etmektedir. Çünkü Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın 400 km güneyindeki alanda kendi başına buyruk hareket ederek uluslararası enerji şirketlerine araştırma lisansı vermektedir.[2] Tabi tüm bunların yanında bir de Ege Denizini Yunan gölü haline getirme ve egemenlik hakkı iddia etmektedir.

Türkiye ile Yunanistan arasında tarihsel husumetlerin günümüze kadar gelmesi tesadüf değildir. Bu yüzden birçok konuda Yunanistan ile karşı karşıya geliyoruz. Günümüze yakın anlaşmazlıklara bakarsak eğer Ege sorunları, Kıbrıs sorunu ve Batı Trakya sorunu olmak üzere üç gruba toplayabiliriz. Ancak bunlardan Ege sorunları olan; kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası ve adaların silahlandırılması ile ilgili sorunlar iki ülkeyi sürekli karşı karşıya getiren egemenlik sorunlarıdır.[3]
Yunanistan sürekli Ege’de hak iddia etmeye çalışıp kendi aldığı kararlara göre önce deniz milini 3’den 6’ya çıkarttı. Sonra ise mil sayısını 12’ye çıkartmak istedi ancak Türkiye bunu savaş sebebi sayacağını duyurunca vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü Yunan tarafının deniz milini 12’ye çıkarması demek Ege’nin bir Yunan gölü haline gelmesi ve Türkiye’nin Ege’de hiçbir şekilde söz hakkının olmaması demektir.

Yunanistan’ın 1960’lardan itibaren yerli ve yabancı birçok petrol şirketine araştırma izni vererek Ege’deki faaliyetlerini sürdürdü. Türkiye ise anca1 Kasım 1973’de Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na Ege’de araştırma izni verdi ve aynı gün kendi kıta sahanlığını gösteren bir haritayı resmi gazetede yayınladı. Türkiye burada 1958 sözleşmesine taraf olmadığını belirterek, kıta sahanlığı sınırlandırmasını doğal uzantı ilkesine dayanarak Ege denizinin en derin noktalarından geçen hatta göre belirlediğini ifade etmiştir.[4]

Zaten Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşmasından ve Montrö Boğazlar sözleşmesinden doğan hakları mevcuttur. Ancak Yunan tarafı bunları çiğnemeye çalışmakla beraber Ege Denizinde kendi üstünlüğünü kurmaya çalışıyor.
1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge oluşturdu. Silahsızlandırılmış adalar, eşit karasuyu, paylaşılmış kıta sahanlığı ve geniş açık deniz ilkelerinin korunması her iki tarafında Ege Denizi’nden eşit şartlarda yararlanmasını sağlamıştır.[5] 

Ancak Yunanistan bu antlaşmalara rağmen Türkiye’nin Ege’deki egemenliğini ihlal etmeye çalışıyor ve ayrıca Doğu Ege adalarına asker ve silah yığıyor.  Yunanistan’ın 1960’da başlayan bu tavrı Türk makamlarca protesto edilse de Yunanistan bu tarihlerde adaları silahlandırdığını reddediyordu. Ancak 1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin Ege Ordusunu kurmasını gerekçe göstererek Doğu Ege Adalarını silahlandırmayı açık bir şekilde devam etti. Ayrıca Yunanistan’ın iddiasına göre 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Lozan Barış Antlaşması’nı ortadan kaldırdığını ileri sürerek Yunanistan kendisinde Limni ve Semadirek adalarını silahlandırma hakkını görüyor.[6]

“Ancak Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde bu sözleşmenin Lozan Barış Antlaşması’nın yerini alacağını belirtmişse de bu sözleşme Türkiye’nin güvenliği ve boğazlardan serbest geçişinin güvenliği açısından yapılmış olup Lozan Antlaşması’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olmayan maddeleri yürürlüktedir.”[7]

Bu yüzden Yunanistan’ın Ege denizindeki bu girişimleri hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin güvenliğini de tehdit etmektedir. Çünkü Ege Denizi’ndeki Yunanistan’a ait bazı adalar Türk kıyılarına çok yakındır. Bu adaların silahlandırılması demek Çanakkale Boğazının serbest geçişinin güvenliğini ve Türkiye’nin tüm batı kıyılarının Yunan tehtidi altında olması demektir. 
Ancak Türkiye son yıllarda Akdeniz’de var olma mücadelesi vermesine rağmen Ege’deki haklarını da koruma mücadelesi vererek Mavi Vatan Doktrini ile işgallere karşı aktif mücadele veriyor.

Yeni şafak’ın haberine göre;
 Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, 100’den fazla STK ile birlikte hukuken Türkiye’ye ait olan ancak fiilen işgal altındaki 12 Ada, Girit ve Batı Trakya gibi konuları yargıya taşıma kararı aldı. Derneğe akademik destek veren İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, davayı uluslararası en üst mercilere taşıyacakları bilgisini paylaştı. Doğu Akdeniz ve Ege’de uluslararası hukuku çiğneyen komşular olduğunu, bunların başında da Yunanistan’ın geldiğini ifade eden Topsakal, Atina’nın hukuku hiçe sayıp 12 Adalar’a asker çıkardığını söyleyerek şunları belirtti.[8]
Bu davayı deniz hukukçularımız takip edecek. Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler’in (BM) yanısıra insan hakları kuruluşlarına kadar bu davayı götürmeyi düşünüyoruz. Bu dava süreci sadece Türkiye ile sınırlı değil, ayrıca KKTC’nin de haklarını bu davalara ekledik. Oradaki STK’larla birlikte hareket edeceğiz. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan’ın da içinde olduğu Türk Dünyası STK’lar Birliği de bize destek veriyor ve dava sürecini takip edecek. Aynı şekilde Balkanlar’da da çok büyük bir STK topluluğumuz var. Balkanlar’daki kardeşlerimiz de sürece dahil olacak. Süreci yakında fiilen başlatmış olacağız.”[9]

Ege ve Akdeniz’de sıkıntı yaşamak istemiyorsak ve kıyı sınırlarımızın güvende olmasını arzuluyorsak Türkiye Cumhuriyeti olarak Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesinden doğan haklarımızı sonuna kadar kullanmalı askeri olduğu kadar da hukuksal olarak da varlığımız korunmalıdır.





[1]Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blogger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2] Kubilay Muhammet Özdemir, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz Hamlesi”, Ortadoğu Gazetesi, 22 Aralık 2019
[3] Tayyar Arı, “Kıta Sahanlığı Sorunu ve Türk-Yunan İlişkileri”, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,  c,13, say:1-2, Mart-Kasım 1992, s.167
[4] Tayyar Arı, “a.g.m.”, s.169
[5] Mehmet Kanat, “Küreselleşen Dünya’da Ege Adalarının Deniz Güvenliği Açısından Türkiye Jeopolitiği İçin Önemi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Coğrafya Anabilim Dalı, Lisans Bitirme Tezi, Mayıs 2018, s.46
[6] Mehmet Kanat, “a.g.e.”, s.53
[7] Mehmet Kanat, “a.g.e.” s.54

[8] Yeni Şafak Gazetesi, Atina'nın uykuları kaçacak: Girit ve 12 Adanın Türkiye'ye iadesi için dava açılıyor”, 14 Mayıs 2020

[9] İlyas Topsakal, Atina'nın uykuları kaçacak: Girit ve 12 Adanın Türkiye'ye iadesi için dava açılıyor”, Yeni Şafak Gazetesi, 14 Mayıs 2020


#Türkiye #Adalar #Yunanistan #Ege





11 Mayıs 2020 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN KÜRESEL GÜÇLERLE MÜCADELESİ




             Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Türkler tarih boyunca irili ufaklı birçok devlet kurup dünyaya yön vermiş büyük bir millettir. Türk milleti bu yön çerçevesinde çeşitli coğrafyalara göç ederek buralarda kalıcı olup milletleri her türlü etkilemeyi başarmıştır. Türklerin 4.yüzyılda Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa’ya başlattığı göç ile birlikte Batı şekillenmeye başladı. Büyük Türk Hükümdarı Atilla ile şekillenen Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun temelleri sarsılmaya başladı. Ayrıca Papanın Atilla’nın ayaklarına kapanmasını ve tarihler 1071’i gösterdiğinde ise Malazgirt zaferiyle Alparslan’ın Romen Diyojeni yenmesini, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesini Küresel güçler asla unutmadı. 

Özellikle Anadolu topraklarının Türklerin elinde kalmasını bir türlü kendilerine yediremediler. Hiç şüphesiz ki tarihte büyük değişimlere yol açan diğer Türk devletleri ile de uğraştılar ancak Türkleri kırma noktası olarak Osmanlı İmparatorluğunun gerileme süreci ile başlattılar. 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı çok büyük kan kaybına uğradı. Bu Antlaşma ile Osmanlı’nın Orta Avrupa’daki egemenliği büyük ölçüde sona erdi. Osmanlı Devleti, Batı’da ilk kez bu kadar toprak kaybetti. Bunun yanında antlaşma ile ilk kez siyasi ve askeri açıdan kaybettik. Osmanlı, Avrupa’dan geri çekilmeye Avrupa ise saldırıya geçti. Osmanlı 1699’dan 1918 Mondros Antlaşmasına ve 1920 Sevr Antlaşmasının imzalanmasına kadar ki geçen süre zarfında açık pazar haline geldi ve resmen işgale uğradı. Özellikle dünyanın kesişme noktası olan Anadolu’dan Türkleri atmak için küresel güçler büyük oyunlar kurdular. Ancak tarihler 19 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Milli Mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal’i hesap edemediler. Küresel güçlerin kurmuş olduğu ve üzerinde yıllarca çalıştığı tarihi “Şark Planı”nı Mustafa Kemal ve arkadaşları çökertmeyi başardılar. “13 Eylül 1683 Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.”[2] Şark planı ile başlayan 1699 Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla hızlanan küresel güçler oyunu çökertilerek Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tün dünyaya resmen tanıtıldı.

Zor geçen milli mücadele ve ardından yeni kurulan devletin sancılarına rağmen Türk Milleti ayakta kalmayı başardı. Yeni Türk devleti benzeri görülmemiş inkılaplar yaparak çağdaşlaşma yolunda büyük mesafeler katetti. Ancak küresel güçlerin Anadolu’dan tamamen sökülüp atılması gerekliydi. Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk, ekonomi başta olmak üzere tüm alanlarda millileşme politikası izledi. Ayrıca Mason localarına kökü dışarıda zararlı faaliyetler diyerek 1935 yılında tüm mason localarının kapatılması emrini verdi.

Ancak küresel güçler rahat durmayacaktı. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Anadolu toprakları üzerindeki kirli emellerini planlamaya başladılar. Özellikle Türkiye’nin dolaylı yollardan kan kaybetmesi için 1960 darbesi ve sonraki sokak çatışmaları ile 1980 darbesi yine ardından binlerce insanımızın ölmesine neden olan bölücü terör ile dini istismar eden örgütlerinin desteklenip Türkiye’nin başına musallat edilmesi küresel güçlerin Anadolu üzerine kurdukları oyunlardandır. Etnik kimlik üzerinden çıkarılan çatışmalar, mezhep kavgasının çıkarılmak istenmesi, ekonomik bunalımlar ve yine çeşitli terör olayları oynanan oyunların diğer ayağını oluşturmaktaydı. Türkiye dolaylı olarak kan kaybettirilmek isteniyor. Kendi içinde enerjisinin tüketilip bölge bölge parçalanması hedefleniyordu. Ancak 2200 yıllık Türk devlet geleneğine sahip Türk milletinin içerisinden çıkan vatansever evlatları bu oyunları bozmaya çalışıyor ve bu uğurda şehit oluyordu.
Ancak küresel güçler Türk devletinin içine sızıntı yerleştirmeye başladı. Vatansever, milliyetçi kişiler uydurulan gerekçelerle önü kesiliyor yada mahkeme karşısına çıkarılıp içeriye atılıyordu. Onlardan doğan boşluğa ise küresel güç destekli Fetöcüler yerleşiyordu. Uzun bir sürecin ardından bu davalardan beraat edenler yani milli devletin kanadını oluşturanlar ile Fetöcü yapılanma karşı karşıya geldi. Fetö ise milli kanadı güçlendirmemek için son darbeyi vurmak üzere 15 Temmuz 2016 günü harekete geçti. 

Fakat başarılı olamadı. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk milleti ve devletin içindeki vatansever asker, polis, istihbarat görevlileri kısaca tüm birimler vatanı korumak için direnişe geçtiler ve darbe sabaha karşı bastırıldı. Ancak çok canımız yandı.
251 vatan evladı şehit oldu. 2194 kişi gazimiz oldu. Küresel güçler Türkiye’ye 1980’den tam 36 yıl sonra çok büyük bir darbe vurarak parçalayacaktı. Ancak devlet ve millet buna müsaade etmedi. Tüm bunlardan sonra ardı ardına yapılan terör saldırıları sonucunda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde birçok insanımız katledildi. Ancak yinede yılmadık. Mücadeleden geri durmadık.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı ve yargıdan bir sürü ihraçlar ve tutuklamalar olmasına rağmen Türkiye Küresel güçlere savaş açarak 40 gün sonra “24 Ağustos 2016 sabah dört sularında Cerablus’dan başlayarak başta DEAŞ olmak terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bir sınır ötesi operasyonunu başlattı. Yine bu operasyonun devamı niteliğinde DEAŞ, PKK, YPG, PYD gibi terörist unsurları temizlemek amacıyla 20 Ocak 2018 “Zeytin Dalı Harekatı” yaparak 18 Mart 2018’de Afrin şehir merkezi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçti. Yine 9 Ekim 2019’da bu sefer “Barış Pınarı Harekatıyla” terörist unsurları kıran bir darbe vuruldu.”[3]

Artık Türk’ün rahat etmediği Yurtta ve Cihan’da Sulh olmayacaktı. Türk milleti Küresel güçlere karşı savunmadan saldırıya geçmişti. Tıpkı 97 yıl önceki milli mücadelenin bir benzerini farklı zamanlarda farklı mekânlarda ama aynı düşmana karşı yapıyordu.
Küresel güçler yeni bir dünya düzeni kurarken bütün yöntemleri uygulamakta bazı ülkeler askeri müdahale ile işgal edilmekte bazı ülkelerde ise iktidarlar renkli devrimlerle değiştirilmekte idi. Böylelikle bu coğrafyaları kendi çıkarları açısından yeniden dizayn etmek üzere Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi, Renkli Devrimler, Arap Baharı diye adlandırdığı projelerle dünyayı savaş alanına dönüştürdüler.[4]  

Çünkü ulus devletlerin gelişmelerin önünde bir engel olduğu yönündeki düşünceler güçlendikçe, küresel ideolojiye uygun yeni bir siyasal iktidar ilişkisine yönelik artışlar görüldü. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, G-8 ülkeleri, Bankacılık Sektörü, Uluslararası Borsa Hareketleri vb. kuruluşlar düzenledikleri seminerler sonunda yayınladıkları raporlarında küreselleşmenin önündeki en büyük engelin ulus devlet olduğuna vurgu yapıyorlar. Dünya ekonomisine yön veren ülke ve kuruluşların ulus devleti gelişmeler önünde en büyük engel olarak görmeleri ulus devletin geleceğinin ne kadar ciddi tehlikede olduğunu gösteriyordu.[5]

Sonuç itibariyle; küresel güçlerin ulus devlet olan Türkiye’nin, bulunduğu coğrafi konumun önemi ve tarihi kindarlıkları sebebiyle günümüzde de uğraşmaya devam ediyorlar. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti küresel güçlere savaş açarak, dünya beşten büyüktür diyerek mazlumların yanında olmaya devam ediyor ve bugün dünyanın bütün cephelerinde mücadele ediyor.



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blooger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2]İsmail Habip Sevük; (d. 1892, Edremit - ö. 17 Ocak 1954, İstanbul), Türk yazar, edebiyat tarihçisi, gazeteci, siyasetçi. Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu'da çıkarılan çeşitli gazetelerde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme aldı. Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat tarihi kitabı olan “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” adlı eserin yazarıdır[1]. VII. TBMM’de Sinop milletvekili olarak yer almıştır (1943-1946).
 [3] Kubilay Muhammet Özdemir, Türkiye’nin Suriye ve Libya Üzerinden Dolaylı Olarak Dünya İle Mücadelesi, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2020/05/turkiyenin-suriye-ve-libya-uzerinden_6.html , Erişim Tarihi; 6 Mayıs 2020
[4] Ünal Acar, “Küresel Güç Mücadelesi ve Ulus-Devletin Geleceği”, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ISSN 1309-1387, c.11, Say: 27, Mart 2019
[5] Ünal Acar, “a.g.m.”, Mart 2019


6 Mayıs 2020 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN SURİYE VE LİBYA ÜZERİNDEN DOLAYLI OLARAK DÜNYA İLE MÜCADELESİ



Kubilay Muhammet Özdemir[1]
 ÖZET
Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyadaki coğrafi konumu sebebiyle en çok üzerine plan yapılan bir devlettir. Hiçbir sömürgeci güç Türkiye’yi Anadolu coğrafyasında istemez ve bölgede zayıflatmak ister işte buyüzden dünya devletleri tarafından aslında müttefik gibi görünüp ancak arkadan dolaylı olarak düşmanlık yaparak Türkiye’nin aleyhine olacak gelişmelere destek vererek niyetlerini  belli ederler. Arap Baharıyla sarsıntısı geçiren ülkeler, Suriye’de çıkarılan iç savaş ve Türkiye’yi Akdeniz’de hapsetme çabaları bunların hepsi dünya devletlerinin birer oyunudur. Bu makalemde Türkiye’nin bu durumlar karşısında sessiz kalmamasını Libya ve Suriye üzerinden dünya devletleri ve onların kuklaları olan Arap devletleri ile mücadelelerini anlatacağım.

Anahtar Kelimeler; Türkiye, Suriye, Libya, UMH, Hafter, Arap Baharı, Petrol

MAKALEME ULAŞMAK İÇİN BAĞLANTIYA TIKLAYINCA ACADEMİA.EDU'YA YÖNLENDİRİLECEKSİNİZ.

https://www.academia.edu/42953209/T%C3%9CRK%C4%B0YE_N%C4%B0N_SUR%C4%B0YE_VE_L%C4%B0BYA_%C3%9CZER%C4%B0NDEN_DOLAYLI_OLARAK_D%C3%9CNYA_%C4%B0LE_M%C3%9CCADELES%C4%B0


[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)


23 Nisan 2020 Perşembe

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN 100.YILI




Kubilay Muhammet Özdemir[1]

ÖZET
Bugün 23 Nisan 2020 yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin 100.yılı, bundan tam 100 yıl önce 23 Nisan 1920’de yeni bir meclis açıldı. Bu meclis işgale uğrayan Anadolu’yu kurtarma ve görevini yerine getiremeyen İstanbul Hükümetinin yerine ülkeyi temsil etme görevi üstlenmiş daha sonra ise işgalcileri Anadolu’dan atmak için mücadele etmiş bir meclistir. Yine bu meclis Lozan’da tüm dünyaya yeni kuralan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tanıtmış ve bağımsızlığımızın kazanılmasında önemli bir rol üstlenmiş meclistir. 100.yılını kutladığımız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anısına bir tarihçi olarak şahsımca bugünün tarihine not düşmek amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına uzanan kısa bir makale kaleme almak istedim. Bu yazım Osmanlı Devleti’nin Mondros Mütakesiyle teslim bayrağını çekmesi sürecinden başlayıp Mustafa Kemal’in Milli Mücadeleyi başlatmak için Samsun’a çıkışından kongreler düzenlemesine kadar olan süreç ile birlikte İstanbul’un işgali sonrasında Ankara’da yeni bir meclisin açılmasına karar verilmesi meseleleri dahil olmak üzere genel bir değerlendirme yapılmıştır.
Bu makalemdeki amacım yukarıda da bahsetmiş olduğum üzere; “Bir tarihçi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi anısına bugünün tarihe not düşmek için bu makaleyi neşrettim.”

Anahtar Kelimeler; Mustafa Kemal, Milli Mücadele, Türkiye Büyük Millet Meclisi




GİRİŞ
Anadolu toprakları işgale uğradığında onun kurtarılmasında büyük bir öneme sahip olmuş, ülkeyi temsil etme iradesine kavuşmuş, kurucu ve savaş meclisi olma özelliği ile savaşlar yönetmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100.yılına eriştik.

Cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ömrünü tamamladı ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile teslim bayrağını çekti. O tarihte Mustafa Kemal ise Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atanmış ancak kısa bir süre sonra görevinden ayrılıp İstanbul’a gelmişti. O gün denizin ortasında demirlemiş düşman donanmasını görünce yaveri Cevat Abbas’a “Geldikleri gibi giderler!” demişti.  İstanbul’da ilk işi sadrazamlıktan istifa eden Ahmet İzzet Paşa ile görüşmek oldu. Ardından padişah ve Meclis-i Mebusan üyeleri ile görüşmelerde bulundu. Ancak o dönemdeki işgal karamsarlığı kurtuluşun mümkün olmadığını söyleyenlerin çoğunlukta olduğu bir dönemdi. Yine onlara göre  ya İngilizlerin ya da Amerikalıların himayesine girersek ancak kurtuluşun böyle mümkün olduğunu tek çare bunlarla işbirliği yapmak olduğunu düşünenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar yüksekti. 

Ancak Mustafa Kemal bu fikirlerin hiç birisini isabet görmemiş ve bu durum karşısında “Milli egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak” ülküsünü edinerek “Ya İstiklal Ya Ölüm” ülküsü ile mücadeleye başlanması gerektiğini savunmuştur. Bu kararını hayata geçirmek için İstanbul’dan ayrılıp millet ile beraber bu işi yapmak ve kafasına koyduğu planları uygulamak için Anadolu’ya geçmeye karar vermişti. Yine bu dönemde Samsun ve çevresinde bazı asayişsizlik sorunları meydana gelmiş silahlı Pontus Rum çeteleri Türklere saldırıp köyleri yıkıp yakmaya başlamıştı. Fakat amaç Monros Mütakerisinin 7. Maddesini “Kendileri için tehdit oluşturan bölgeleri işgal etme hakkına sahiptir” gerekçe gösterip bölgenin işgalini gerçekleştirip, sorumlu olarak Türkleri göstermekti. Bunun üzerine İngilizler Karadeniz bölgesinde asayiş ve sükun sağlanamadığı takdirde Mondros Mütakerisinin 7. Maddesi gereğince buraları işgale mecbur kalacaklarını hükümete bir nota ile bildirdiler. Bunun üzerine Mustafa Kemal’i hem İstanbul’dan uzaklaştırmak hem de işgali önlemesi için Anadolu’ya geçme izni verip geniş yetkilerle 30 Nisan 1919’da 9. Ordu müfettişliği görevine getirildi.

 Mustafa Kemal bu geniş yetkilerin kendisine veriliş gerekçesini Büyük Nutku’nda şöyle anlatmıştır;
“Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu’ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerini şaşırabilirsiniz. Hemen söyleyeyim ki bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Her ne olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşamamı isteyenlerin buldukları gerekçe; Samsun ve çevresinde asayişsizliği yerinde görüp tedbir almak için Samsun’a kadar gitmekti. Ben bu işin yerine getirilmesinin bir makam ve selahiyet sahibi olmaya bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde Genelkurmay’da bulunan ve benim amacımı bir ölçüde sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetkiyle ilgili yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır.”[2]

MÜCADELE BAŞLIYOR
Ancak buna rağmen işgal süreci hızlandı ve 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru ile İstanbul’dan hareket etmiş ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştır.  Bu yolculuk Türk milletinin küllerinden doğduğunun ve düşmanı yurttan silip süpürme hareketini müjdeleyerek yeni kurulması düşünülen Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı bir başlangıç oldu.

Mustafa Kemal faaliyetlerini gerçekleştirmeye Havza’daki görüşmelerinden başladı. Burada halkın ileri gelenlerini karargahta toplayarak düşmana karşı direniş kararı aldı. 25 Mayıs’tan 12 Haziran’a kadar Havza’da kalan Mustafa Kemal bu süreç içerisinde; “istanbul’daki fikirlerini sistemleştirmiş, hareketinin stratejisini tesbit etmiştir.”  Bu yapılan çalışmalar tüm engellemelere rağmen başarılı olmuş, halk ve ordu mensupları ulusal hareketi anlamaya başlamıştı. Bu girişimlerin millet adına yapıldığını daha da iyi anlatmak amacıyla “Amasya Tamimi” bu yolda atılmış en önemli adım olmuştur.

Amasya Tamimine göre;
“Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir. İstanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi adeta yok olmuş gösteriyor. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

Amasya’da yayınlanan bu tamim; yazarlar tarafından Anadolu İhtilâli’nin bildirisi olarak değerlendirilmiştir.[3]  Aslında bu durum tam anlamıyla yeni bir devletin kurulmasının ayak sesleriydi.

Tüm bu olup bitenler karşısında işgal kuvvetleri ve İstanbul Hükümeti tedirgin olmaya başladılar. İngilizlerin baskısı sonucu Dahiliye Nazırı Ali Kemal, 23 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın görevinden uzaklaştırıldığını bildirdi.[4] Bununla birlikte padişah da Mustafa Kemal’in geri dönmesini isteyen bir telgraf gönderdi. Fakat Mustafa Kemal bu çağrılara uymadı. Sivas Kongresine uygun bir zemin hazırlamak düşüncesi ile Erzurum’a doğru yola koyuldu. Erzurum kongresinde bir “Heyet-i Temsiliye” kurulup alınan kararların ardından Sivas kongresi gerçekleştirildi.  Sivas Kongresinde ise Heyet-i Temsiliye’ye tüm yurdu temsil etme görevi verildi. Ayrıca Sivas Kongresi sırasında, İstanbul Hükümetinin milli hareketi yok etme uğraşları da devam etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Damat Ferit Paşa hükümetine karşı faaliyete geçmiş ve İstanbul’a telgraflar çekerek hükümeti düşmanlarla işbirliği yapmakla ve milletin kudret ve iradesini anlamamakla suçlamıştır. Bunun sonucunda Mustafa Kemal’in bu girişimleri sonuç verdi ve arkasını işgal devletlerine dayayan Damat Ferit Paşa hükümeti 30 Eylül 1919’da istifa etmek zorunda bırakıldı. Onun yerine ise Ali Rıza Paşa sadrazamlığa getirildi. Damat Ferit kabinesinin düşürülmesi, Heyet-i Temsiliye’nin gücünün önemli bir göstergesi olmuştur.

Ayrıca; “İstanbul ile bağların koparılmasından İstanbul Hükümetinin devrilmesine kadar, Sivas’taki Temsil Heyeti geçici hükümet olarak Anadolu’da devlet otoritesini yerine getirmiş ve bir yürütme organı olarak görev yapmıştır.”[5]
Ali Rıza Paşa kabinesi, milli hareketin etkisiyle kurulmuştur ve Ali Rıza Paşa’nın teklifiyle Amasya’da bir görüşme yapılması kararlaştırılmıştır. Bu görüşmenin önemli sonuçları olmuştur.
“Erzurum ve Sivas Kongrelerinde teşkil edilen milli teşkilat ve Heyet-i Temsiliye resmen İstanbul Hükümeti tarafından tanındı. Ayrıca Sivas Kongresi kararları da yine İstanbul Hükümeti tarafından kabul edildi. Bunun yanında Milli iradeyi hakim kılacak meclisin toplanması için seçimlerin yapılması kabul edildi.”[6]

Bu görüşmenin bir başka kazanımı da ulusal kurtuluş mücadelesine karşı çekingen tavır içinde olanlar İstanbul Hükümetine mensup bir Nazırın Kuva-yı Milliye temsilcileri ile anlaştığını görünce bu kişilerin çekingen tavırları yerini ulusal kurtuluş mücadelesine katılarak milli heyetin yanında yer alma duygusuna bırakmıştır.
Mustafa Kemal ve arkadaşları 18 Aralık 1919’da Sivas’tan hareket ederek önce Kayseri’ye ardından 27 Aralık’ta Ankara’ya ulaşmışlardır. Bu tarihten sonra Ankara Milli Mücadele’nin, İstiklal davasının ve millet egemenliğinin kalbi olmuştur.
Tarihler 12 Ocak 1920’yi gösterirken son Osmanlı Meclis-i Mebusân’ı İstanbul’da toplandı. Önceden görüşüldüğü üzere verilen sözlerin bir kısmı yerine getirilmedi. Ancak bu mecliste milli davaya inan milletvekillerinin çabalarıyla 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli kabul ettirildi ve 17 Şubat 1920’de dünyaya duyuruldu.

“Misak-ı Milli olağanüstü şartlarda kabul edilen bir metin diğer bir anlamı ile özgürlük ve bağımsızlık bildirgesidir. Şark Meselesini çözmek isteyen Türk Milletinin varlığına kast eden Küresel güçlere karşı milletimizin bir cevabı niteliğinde olmuştur. Ayrıca galip devletlere karşı Türk Milletinin direneceğini gösteren bu belge işgalcilere ve onları tetikleyen küresel güçlere karşı boyun eğme siyaseti değil mücadele siyasetini ön plana çıkarmıştır.”

Ancak bu mücadele tavrımızın karşılığı sert oldu. İstanbul 16 Mart 1920’de ikinci kez  işgal edildi. Bu kez yapılan işgal daha ağırdı. Bütün devlet binalarına el konuldu. Bununla birlikte  İngilizler Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak Türk askerlerini şehit ettiler. Ayrıca Meclis-i Mebusan’ın akşam oturumu da basılarak milletvekillerini tutuklanıp Malta’ya sürdüler. İngiliz Yüksek Komiseri İşgali bir başarı olarak kabul ediyor ve raporunda işgali “Anadolu’daki milliyetçilere karşı öldürücü olmasa bile ağır bir darbe olduğunu savunuyordu.” Lakin İngiliz Genelkurmayı bu düşüncede değildi. Genelkurmayın araştırmalarına göre Anadolu’da “İngiltere’nin fermanı geçmiyordu.”
İstanbul’un işgalini haber alan Mustafa Kemal derhal karşı harekata geçmiş ve İngilizlere misilleme yapmıştır. Öncelikle İstanbul ile muhabere kesilmiş, İngiliz kuvvetlerinin Batı Anadolu’daki stratejik yerlerden çıkarılıp silahsızlandırılmasını emretmiş aynı zamanda İstanbul’da gerçekleştirilen tutuklamalara misilleme olması için de Anadolu’da vazifeli olan itilaf subaylarının tutuklanmasını istemiştir. Bununla birlikte İstanbul’dan ve Adana’dan Anadolu’ya yapılacak düşman sevkiyatını durdurmak için Geyve ve Ulukışla civarındaki demiryollarını tahrip ettirmiş ve Anadolu’daki kıymetli eşyaların tespit edilip İstanbul’a gönderilmesini yasaklamıştır. [7]

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI
İstanbul’un işgali ile Milli Mücadele yeni bir boyut kazandı. Artık İstanbul’dan hiçbir şey beklenemezdi. Ayrıca itilaf devletleri de İstanbul’un işgal edilmesinin Türk milleti üzerinde tesiri olacağını, Türk milletinin sinip korkacağını ve ulusal mücadeleden vazgeçeceklerini zannetmişlerdi. Ancak durum böyle olmadı. Çünkü Mustafa Kemal kafasındaki planları ilmek ilmek işlemiş ve baştan sona bu durumu iyi analiz etmişti. Böylelikle Türk milletinin tarihinde yeni bir döneme girilmiş oldu.

19 Mart 1920’de bütün vilayetlere ve kolordu komutanlarına gönderdiği tamimle Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanmasını ve dağılmış olan Meclis-i Mebusan’dan Ankara’ya gelecek durumda olanların bu meclise katılabileceklerini duyurmuştur. Böylelikle milletvekilleri Ankara’ya çeşitli yollardan gelmeye başlamışlardır.
Bu arada Damet Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü defa sadrazam olarak atanmıştır ve hükümetini kurmuştur. İngilizler ve Padişah Vahdettin bu hükümet eliyle Anadolu’daki “Milliyetçilere” karşı bir iç savaş başlatmıştır. 10 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Kuva-yı milliyecilerin katledilmelerinin dinen caiz olduğunu bildiren fetvalar hazırladı. Bu fetvalar ise İngiliz uçakları ile Anadolu’ya atıldı. Aynı gün Damat Ferit Paşa’da Milli Mücadeleyi kınayan bir bildiri yayınladı. İhanet fetvaları ve bildirileri tesirini hemen gösterdi ve Milli Mücadele karşıtı isyanlar Anadolu’nun dört bir yanında patlak verdi.      1920 Nisan ve Haziran ayları arasında Bolu, Düzce, Hendek, Adapazarı isyanları, Anzavur ayaklanmaları, Konya, Yozgat, Milli aşiret isyanları Ankara’yı kuşattı. Yine 18 Nisan 1920’de İstanbul Hükümeti, Milli Mücadele’yi bastırmak için Kuvayı İnzibatiye ( Halifelik Ordusu) isimli paralı bir ordu kurarak Kuva-yı Milliye’ye saldırdı. Ancak bu ordu, Kuva-yı Milliye tarafından darma dağın edildi. Bununla beraber İstanbul Divanı Harbi başta Mustafa Kemal olmak üzere bütün Milli Mücadeleye katılan Milliyetçiler için idam kararı çıkarttı.

İdam kararı çıkarılanların başında; Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy, Halide Edip, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Mustafa Gerçeker, Rıfat Börekçi, Bekir Sami Kunduh, Celalettin Arif, Yusuf Kemal Tengirşek, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Albay Fahrettin Altay gibi isimler gelmektedir.
Bütün bunlara rağmen mücadeleden vazgeçilmedi ve Ankara’da yeni meclisin açılması için çalışmalara devam edildi. Fakat Ankara’da meclisin toplanabileceği büyüklükte bir bina yoktu. İttihat ve Terakki Klübü olarak inşa ettirilmeye başlanan fakat tamamlanamayan binanın eksiklikleri giderilerek meclis binası haline getirildi. Meclis sıraları okullardan tedarik edildi. 23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazının ardından dualar ile meclis saat 13.45’de en yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif  Bey’in, “Bu yüce meclisin en yaşlı başkanı sıfatıyla ve Allah’ın izniyle milletimizin iç ve dış tam istiklal dahilinde mukadderatını doğrudan üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni açıyorum” sözleriyle çalışmalarına başladı.[8]
SONUÇ
24 Nisan’da yapılan seçimle Mustafa Kemal meclis başkanlığına seçildi. 30 Nisan’da ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı Avrupalı devletlere duyuruldu. Mayıs’ta ise Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurulmuş ve bu yeni hükümet “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”  adıyla anılmaya başlandı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi; Doğu Cephesi, Güney Cephesi ve Batı Cephesi savaşlarını yönetmiştir. En son Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak komutasında gerçekleşen Büyük Taarruz ile Yunan ordusu Batı Anadolu’dan süpürülmüş ve denize dökülmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin askeri başarıları, siyasi zaferleri de beraberinde getirmiştir. Bu siyasi zaferler 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması’nın imzalanması ile Türkiye Cumhuriyeti devleti resmen tüm  dünyaya kabul ettirilerek bu başarı taçlanmış oldu. Hiç şüphesiz Mustafa Kemal’in Ya İstiklal Ya Ölüm diyerek çıktığı Milli Mücadele yolculuğu yeni bir meclisin açılmasıyla küllerinden doğan yeni bir devletin dünyaya kabul ettirilmesi küresel güçlere karşı kazanılmış büyük bir zafer oldu.

Bu vesile ile Meclisimizin kuruluşunun 100.yılı olması nedeniyle başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını yine tüm şehitlerimizi rahmetle ve minnet ile anıyorum. Mustafa Kemal’in 23 Nisan’ı 1929 yılında çocuklara armağan etmesiyle her yıl çocuk bayramı olarak kutlanan bu özel gün sebebiyle de ayrıca çocuklarımızın bayramını da en içten dileklerimle kutluyorum.
Ve bu makalemi 100.yıl anısına yani bu güne özel olarak tarihe not düşmek için neşredip bilim dünyasına sunuyorum…
KAYNAKLAR
YALÇIN, Durmuş, v.dğr,Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, c.1, Ankara, 2014
SELEK, Sebahattin, Anadolu İhtilali, c.1, Bas.8, İstanbul, 1987
GÖKBİLGİN, Tayyip, Milli Mücadele Başlarken, c.1, Ankara 1959




[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul, 23 Nisan 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)

[2] Durmuş Yalçın v.dğr,Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, c.1, Ankara, 2014, s.166
[3] Sebahattin Selek, Anadolu İhtilali, c.1,bas. 8,İstanbul, 1987 s.263
[4] Tayyip Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, c.1, Ankara 1959, s.144
[5] Durmuş Yalçın v.dğr,Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, c.1, Ankara, 2014, s.182
[6] Durmuş Yalçın v.dğr, a.g.e., s.183
[7]  Sebahattin Selek, Anadolu İhtilali, c.1,bas. 8,İstanbul, 1987, s.325
[8] Durmuş Yalçın v.dğr, a.g.e., s.191

12 Nisan 2020 Pazar

SINIR ÖTESİ GÜNDEMİ




Gündem yoğun olarak covid-19 virüsü ancak buna rağmen hâlâ görevleri başında olup sınır ötesi operasyon yapan askerlerimiz ve istihbarat görevlilerimiz var. 30 Mart ve 5 Nisan 2020 tarihleri arasındaki gündemi değerlendirme luzumu gördüm. Çünkü bu tarihler arasında sınır ötesinde çok önemli gelişmeler meydana geldi. 27 Mayıs 2019’da Irak’ın Kuzeyi olan Hakurk bölgesine başlatılan operasyonlar Pençe Harekatı ismiyle devam ediyor. Son zamanlarda Türk Silahlı Kuvvetleri bölgede kalıcı üsler teşkil edip birliklerimiz istihbarata dayalı nokta operasyonlarına devam ediyor. Bu İstihbarat bilgileri sayesinde TSK Hakurk bölgesinin güneyinde bulunan terör örgütü PKK’nın hedeflerini vurdu. Ayrıca Milli İstihbarat Teşkilatımız ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin ortak operasyonu neticesinde PKK/KCK yürütme konseyi üyesi Nazife Bilen etkisiz hale getirildi.

ABD, Irak’taki üslerinin büyük bir kısmını boşalttı ve Irak hükümetine devretti. Erbil’deki üslerini takviye etti. Irak direniş grupları ortak bir açıklama yaparak “ABD Irak’ı tamamen terk edene kadar saldırılara devam edeceğiz” dedi.  
Irak’ta bunlar olurken Suriye’de Tel Rıfat bölgesinde bulunan YPG/PKK mevzileri obüs atışları ile vuruldu. Bununla birlikte yine Barış Pınarı bölgesine sızıntı yapmaya çalışan 24 PKK/YPG’li terörist imha edildi. Yine bunlarla birlikte TSK’ya ait konvoylar bu hafta içerisinde sınır kapısından giriş yaparak İdlib’teki gözlem noktalarına hareket etti. 

Libya’da ise Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) güçleri ile darbeci General Hafter güçleri arasında çatışmalar devam ediyor. UMH güçleri Beni Gasir bölgesinde Rus ve Afrikalı milislerin bulunduğu binayı vurdu. Bunun sonucunda çok sayıda terörist ve yönetici imha edildi. Bunun yanında UMH’ya ait SİHA’lar Hafter milislerinin operasyon odasını vurarak bölge komutanı Tümgeneral Salim Deryak’ı etkisiz hale getirdi.

Hafter sözcüsü Mismari, Tunus ile birlikte sınırları korumak için müşterek operasyon yapacaklarını açıkladı. Bununla birlikte UMH Libya Ordusu Sözcüsü Muhammed Kano Hafter’e destek veren Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait İHA’yı düşürdüklerini açıkladı.

30 Mart ve 5 Nisan arasında sınır ötemizde bu olaylar gerçekleşmiştir. Gündem dünyayı meşgul eden corona virüs salgını olduğu için bu yazdıklarım haberlerde pek gündem olmadı. Bende bu haberleri derleyerek böyle bir yazı kaleme almak istedim. Gündemimiz virüs olsa da polisimiz, askerimiz ve istihbarat görevlilerimiz görevlerinin başında ve olası tehlikelere karşı tedbirlerini alıp, operasyonlarını icra etmektedirler.

Türkiye hem küresel salgınla mücadele ederken, bir taraftan da hem yurtiçi asayişi sağlıyor. Hemde yurtdışında düşük yoğunluklu bir savaş veriyor.
Virüs tehdidi geçince dünya gündemi hızla değişecek ve dünya gündemi okumak daha kolay olacaktır.

9 Nisan 2020 Perşembe

DÜNYA’DA YENİ YÜKSELEN KÜRESEL GÜÇ; BRICS



2001’de ünlü yatırım bankası Goldman Sachs’ın Britanyalı iktisatçısı Jim O’Neill tarafından yazılan raporda ‘’Yükselen Ekonomiler’’ Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin ülkelerinin baş harflerine atfen BRIC bloğunu gündeme getirmiştir. Daha sonra 2010 yılında ise Güney Afrika BRIC’e katılarak bu grubun adının BRICS olmasını sağlamıştır. Bu blok düzenli toplantılar ile dünyaya yeni ekonomik, siyasal ve kültürel vizyonlar sunmaya başlamıştır.[1]



BRICS terimi; Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın ekonomilerini kast etmek için kullanılan bir terim haline gelmiştir. BRICS bu ülkelerin İngilizce isimlerinin baş harflerinden oluşmuştur. 2009'dan itibaren devlet başkanları seviyesinde her yıl toplanan ülkeler siyasi bir diyalog kurma hedefi gütmişlerdir. 2014'te ise BRICS çatısı altında Yeni Kalkınma Bankası'nın (NDB) temelleri atıldı. Bu sayede ülkeler ABD ve Avrupa'nın hükmündeki Uluslararası Para Fonu'na (IMF) rakip bir kurum oluşturmuş oldu. 50 milyar dolarlık bir sermayeye sahip banka, dünyanın en büyük çok taraflı kurumlarından biri haline geldi.[2] Bankanın başkanlığı ise beş yıllık bir süre için Hindistan’a bırakıldı. Her ülke, Maliye Bakanı’nı ya da Merkez Bankası başkanını bu bankaya temsilci olarak gönderecek. Kuruluşundan altı yıl sonra ortak bir banka kurma gücüne kavuşan BRICS ülkeleri, birçok konuda da işbirliği içerisinde olacak gibi görülüyor.

BRICS ülkeleri dünya ekonomisinin yaklaşık beşte birini oluşturmaktadır. Ayrıca üye ülkelerin nüfusu dünya nüfusunun yüzde 40'ını yani 2,9 milyar insandan oluşmaktadır.        Bununla birlikte uluslararası grubun üye devletleri dünyadaki maden rezervinin de % 60’ına sahiptir. Tahıl ürünlerinin yüzde 40’ını da bu ülkeler üretmekte ve dünyanın erzak deposu konumuna yükselmişlerdir.
BRICS, ekonomik işbirliği gücü olarak, son 10 yıldır dünyada. Ama tek kutuplu Batı hegemonyasındaki dünya düzenine karşı, alternatif bir grup sinyali de veriyor. BRICS, dünya düzenine çok kutuplu bir dünya inşa etmenin de ilk adımı olarak görülüyor.


BRICS'i oluşturan 5 ülke, küresel politikada da önemli aktörler. Hindistan eski başbakanı BRICS'in sadece ekonomik işbirliğini öncelemediğini, aynı zamanda küresel ve bölgesel sorunlara çözümler sunacağını dile getiren ilk lider olmuştu. BRICS'in 2013'de Güney Afrika'nın Durban kentinde gerçekleştirdiği zirvede, bünyesinde bir düşünce kuruluşu oluşturulması, BRICS'in oynayacağı siyasi rolün ilk kanıtıydı. Afrika'da çatışma kaynaklı sorunların çözümü için, BRICS ülkelerinin benzer tavırları benimsediği söylenebilir. Mesela, Güney Sudan'daki iç savaşın çözüme kavuşturulması için, birliğin tüm ülkeleri aynı tavrı gösterdi ve taraflar arasında arabuluculuk rolü üstlendi. Benzer bir durum, Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki siyasi krizin çözülmesinde de izlendi. BRICS'in diğer birliklerden ayrılan bir başka yönü ise üç kuzey, iki güney devletini birleştirmesidir. Yani bir bakıma, ABD ve Avrupa ülkelerinin küresel hakimiyetine karşı, kuzey ve güneyin birleşmesi gibi görülebilir. Bu birlik, küresel sorunlara tek bloklu bir çözüm yerine, çok yönlü çözümlerin sunulmasını benimsiyor.[3]
TÜRKİYE ve BRICS
2018’de Güney Afrika’da gerçekleşen BRICS’in liderler toplantısına Türkiye özel davetli olarak katıldı. Çünkü Türkiye dünyada iki kutuplu bloktan kendisini sıyırmaya çalışıyor. Bu sebeple hep “Dünya Beşten Büyüktür” görüşünü her platform da dile getiriyor. Bu sebeple Türkiye'nin doğu ve güneyde etkili olabilmesi için BRICS'e ihtiyacı olduğu gibi, BRICS'in de siyasi yaklaşımlarında Türkiye'ye ihtiyacı var. Türkiye, BRICS'in Ortadoğu ve Avrupa'ya açılan kapısı olabilir. BRICS ülkelerinin Türkiye ile işbirlikleri, ekonomik kazanımların yanı sıra, siyasi, sosyal, kültürel ve güvenlik kazanımlarını da beraberinde getirecektir. ABD ve Avrupa'ya karşı çok kutuplu bir yaklaşım, Türkiye ile daha da güçlenecektir. BRICS-Türkiye zirvesi ile bir milyarı aşkın Müslüman nüfus ile sosyal ve kültürel iletişimi daha canlı kılacaktır. Türkiye güvenlik noktasında Ortadoğu coğrafyasında deneyimli bir ülke konumundadır. Özellikle Çin ve Hindistan bu deneyimden faydalanabilecek; kendi ülkelerindeki krizlerinin aşılmasında, Türkiye'nin desteğini yanlarında bulacaktır.
ABD başkanı Trump’ın hem kendi müttefikleri hem de yükselen güçler ile yaşadığı ticaret savaşları küresel sisteme zarar vermektedir. Böyle bir süreçte BRICS değerini artırmaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken şey ise olayın batı karşıtlığı ile sınırlandırılmamasıdır. BRICS bloğunun kendi içindeki etkileşimi gün geçtikçe artarken alternatif bir dünya sunmak için geçmiş birikimini kullanıp bize nasıl bir dünya sunacağını göreceğiz. BRICS’in gösterdiği şaşırtıcı ekonomik gelişmenin beraberinde getirdiği ideolojik, politik ve sosyal alternatiflerin güçlü potansiyelini yok saymak, detaylarda boğulup büyük resmi görememek anlamına gelir.[4]

Türkiye iki kutuplu bloktan kurtulmaya çalışan bir ülke durumundadır. Sadece Amerika yada Rusya arasında bir mekik dokuma siyasetinden çok dünyaya açılma siyaseti izlemek istiyor. Bu yüzden dünya üzerindeki bütün devletlerle temasa geçmek ve iyi ilişkiler kurmak istiyor. Ancak dünyanın küresel siyaseti buna imkan tanımıyor. Bu yüzden Türkiye dünya üzerinde gelişen küresel siyaset ve farklı bloklarda kendisine yer açmaya çalışıyor.

Bu yüzden Türkiye başta karşısına çıkan fırsatları değerlendirip ayrıca kendisi küresel siyasetini de oluşturmalı ve alt yapı çalışmalarını hazırlamalıdır. 
Burada önemli olan alternatif dünyaların ortaya çıktığı bir dünyada Türkiye’nin kendisini nasıl konumlandıracağı ve nasıl bir siyaset izleyeceğidir.





[1] Umur Tugay Yücel, “Türkiye’nin Küresel Vizyonu: Yeni Dünya’nın Öncüsü BRICS”, https://www.diplomatikstrateji.com/turkiyenin-kuresel-vizyonu-yeni-dunyanin-oncusu-brics/, 2019
Yalçın Ademoğlu, “Brıcs Neyi Hedefliyor, Hala Bir Anlam İfade Ediyor Mu?”,  https://tr.euronews.com/2019/11/14/brics-neyi-hedefliyor-hala-bir-anlam-ifade-ediyor-mu, Brezilya, 2019


[4] Umur Tugay Yücel, “Türkiye’nin Küresel Vizyonu: Yeni Dünya’nın Öncüsü BRICS”, https://www.diplomatikstrateji.com/turkiyenin-kuresel-vizyonu-yeni-dunyanin-oncusu-brics/, 2019


Diğer Yayınlar