26 Eylül 2022 Pazartesi

AHLAK ÇÖKERSE TOPLUM ÇÖKER

 


Başlıktan da anlaşılacağı üzere eğer bir toplumda ahlak çökerse toplumda çöker. Peki nasıl? Bu kadar kolay mı? Cevaplamaya çalışalım. İlk olarak bu süreç kişinin kendi ahlakının bozulmasıyla başlar, sonra da bunu topluma yansıtır. Ayrıca ahlaksızlıkların toplumda kabul görülmesi, bunun sonucunda ise iyice yaygınlaşıp kökleşmesi, en sonunda din, iman, örf, adet, gelenek, görenek, vatan, kültür, dil ve benzeri gibi değerlerimizin yavaş yavaş sönmesiyle birlikte toplumsal çöküşle karşı karşıya kalırız.

Toplumda yaygınlaşan cinayetler, kişilerin birbirlerine tahammülsüzlüğü ve bunun sonucunda ölüme varan kavgaların çıkması, insanların birbirlerinin hakkını gözetmemesi ve sürekli ben merkezli davranması, hayvanlara ve özellikle kendisini korumayan kişilere bilerek isteyerek yapılan işkenceler, toplumsal sapkınlığın artması toplumsal çöküşün örnekleridir. Tabi bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte tüm bunların önüne geçmek için ilk başta kişi kendi ahlakını düzeltmek ile işe başlarsa toplumsal olarak da düzelme evresine girmek kaçınılmaz olacaktır. Böylece topluma iyilik ve hoşgörü hâkim olacaktır. Allah Kur’an-ı Kerim Âl-i İmrân Sûresi 110. Ayette şöyle buyurmuştur:

“Siz insanlar içinde yaratılan en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü nehyeder ve Allah’a (doğru bir şekilde) iman edersiniz”  (Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân Sûresi, 110. Ayet)

İmam Gazali bu ayetin Kelbi (Muhammed İbn-i Sâib el- Kelbi, hicri ikinci asır alimlerindendir. Revnek’ut Tefasir adlı tefsir kitabı meşhurdur. 146 senesinde vefat etmiştir.) tarafından tefsirini şu şekilde açıklamıştır:

“Hem İslâm ümmetinin diğer ümmetlerden üstün olduğunu bildirmiş, hem de bu üstünlüğün neden ileri geldiğini ve sebebinin neler olduğunu açıklamıştır. Buna göre üstünlüğün sebebi, Allah Teâlâ’ya doğru bir şekilde ve samimi olarak iman etmek ve başta iman olmak üzere iyilikleri ve iyi şeyleri emretmek, bunların yayılmasına ve güçlenmesine çalışmak, küfür ve inkârın başta geldiği kötülükleri ve kötü şeyleri de nehyetmek, önlerini kesmek ve yok olmasına çalışmaktır.” (İmam Gazali, Kalplerin Keşfi (Mükâşefetu’l Kulûb), Yenişafak Kültür Armağanı, Çev: Abdûlhalik Duran, İstanbul 2005, s.123)

İyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek, topluma ve toplum içindeki herkese dünya ve ahrete yönelik türlü fayda ve menfaatler sağlayan çalışmalardır.  Ayrıca bu ayet-i kerime bize İslam toplumunun bu hayırlı çalışmaları terk ettiği ve daha kötüsü, Allah’a iman mevzuunda gerilediği takdirde, üstünlüğünü kaybedeceğini ve etrafındaki sürü ve kalabalıktan farkı kalmayacağını da bildirmiştir. Üstünlüğü insanların soyuna, fiziğine ve şekline değil, çalışmasına, ameline ve sahip olduğu inanca bağlamak, İslâm dinine mahsus bir değerlendirme tarzıdır. Bunu bildiren bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Ey insanlar! Şüphesiz ki Biz sizi (Adem adındaki) bir erkekten ve (Havva namındaki) bir dişiden yarattık! (Hepinizin anne – babası bir olduğuna göre; soyla sopla iftiharın ne anlamı olabilir?) Böylece Biz sizi (birbirinize hava atasınız için değil,) tanışasınız (da kimin kime varis olacağını tespit edebilmek için soyları belirleyesiniz ve kimleri arayıp sormakla mükellef olduğunuzu anlayarak sıla-i rahim yapabilesiniz) diye bir takım kavimler ve kabileler yaptık! Şüphesiz Allah katında en değerliniz, (en zengininiz, en güzeliniz, şu soydan veya bu boydan olanınız değil), (Allah-u Te’âlâ’nın haramlarından son derece sakınarak) en ziyade takva sahibi olanınızdır! Muhakkak ki Allah, (sizi de amellerinizi de hakkıyla bilen bir) Alîm’dir; (görünen ve görünmeyen tüm halenizden hakkıyla haberdar olan bir) Habîr’dir.” (Kur’an-ı Kerim, Hucurât Sûresi, 13. Ayet; Tefsir eden: Mahmut Ustaosmanoğlu, Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, Yasin Yayınevi, İstanbul 2009, s.516)

Seyyid Kutub’un Fi Zılâl – İl Kur’an’da dediği gibi, “işte böylece bütün farklar ortadan kalkar ve böylece yeryüzündeki bütün çatışma ve düşmanlık sebepleri kaybolur, silinir. İnsanların birbiri ile kaynaşması ve yardımlaşması için apaçık ve muazzam bir sebep belirir. Böylece bu beliren sebebin altında yer almak için herkesin birbiri ile yarıştığı bir tek sancak yükseliyor. Bu da yüce Allah adına yükselen takva sancağıdır.” (Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an Hucurat Suresi 13. Ayet, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.9, s.333-334)

Eğer biz hâlâ kendimizi bir birey olarak düzletmez ve toplumu bozmaya devam edersek Yüce Allah bu konuda şöyle uyarıyor:

“Allah’ın, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattığını görmedin mi? Dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir.” (Kur’an-ı Kerim Meâli, İbrahim Sûresi 19. Ayet, Diyanet İşleri Başkanlığı, Baskı:19, Ankara 2010, s.257)

Allah, kavimlerden birinin yerine bir diğer kavmi yeryüzünün halifeliğine, yönetimine geçirebilir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an İbrahim Sûresi 19. Ayet, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.6, s.418) Bu yüzden İslam’a tarih boyunca hizmet etmiş bir milletin torunları olarak öncelikle kendimizden başlayarak ahlakımızı düzeltip kötülük yerine iyilik yapmayı tercih edip bunun için mücadele edelim. Böylece hem kendimiz hem de toplum olarak huzur bulalım. İnanın o zaman ülkece üzerimizdeki sıkıntıların birçoğundan kurtulacağız.


19 Eylül 2022 Pazartesi

ARTIK DUR DEYİN


 

Günümüzde gelişen teknolojide ilim sahibi olmak çok kolaydır. Ancak gelişen teknolojiden yararlanıp kendimizi geliştirmek yerine zamanımızı boş uygulamalarda tüketip körelmeyi ve tembelleşmeyi tercih etmişiz. Bu da başta dini değerlerimiz olmak üzere, ahlaki yozlaşmayı ve bununla beraber eğitim ve kültürel gerilemeyi beraberinde getirmiştir. Bu sorunlarda başka problemlere sebebiyet vermiş ailelerin yıkılmasına, güvensizliklere, ahlaksızlıklara kadar varan olayları oluşturmuştur. Gündüzleri televizyonda izlediğimiz bazı programlara çıkan insanların sorunlarına baktığımızda evden kaçan küçük çocuklar, aile içerisinde çarpık ilişkiler yaşayanlar, eşler arasındaki aldatmalar gibi büyük problemlerle hemen hemen her gün bu programlarda izlemiyor muyuz? İnsanın kanını donduracak şeyler duymuyor, görmüyor muyuz? Bunun yanında televizyonlarda önceden izlediğimiz dizilerde aile nasıl olunur öğretilmeye çalışılırken, topluma mesajlar verilmek istenirken şimdi ise aile nasıl yıkılır onu göstermiyorlar mı? Amcasının karısına aşık olan ve kavuşamayan Behlül için normalmiş gibi göz yaşları dökenler olmadı mı? Yine kendilerini bir şekilde sosyal medyada tanıtmış ve es kaza ünlü olmuş, sesi bile olmayan, saçma sapan hareketler yapan, insanlara küfür eden, çektikleri kliplerde gençleri LGBT’ye özendiren ve erkeklerin yaptıkları kadınsı danslarda ahlaksızlıkta hiç “DURMAYAN” kişileri parlatıp gençlerin beynine işlenmedi mi?

Kimse de bu ne haldir, biz ne hale geldik diye sordu mu? Kimse şehit kanıyla sulanmış bu topraklarda yaşayan büyük milletin büyük torunları bu hale nasıl gelebilir dedi mi? Diyenler de yobazlıkla, gericilikle, radikalcilikle suçlandı. Hergün gençlerimizi saçma sapan uygulamalarda kaybediyoruz. Aile yapısının temeline resmen dinamit koyuyoruz. Tembelleşiyoruz, cahilleşiyoruz. Olduğumuzdan farklı kendimizi göstermeye çalışıp şatafat, kibir ve gösteriş yapmaya çalışıyoruz ve en önemlisi değerlerimizi kaybediyoruz.

Buna artık birilerinin     “DUR” demesi, birilerinin bu gençleri kendi özüne doğru düzgün döndürmesi ve “KİM” olduğunu hatırlatması gerekiyor.

Bunun için ilk başta uygulamalardan ve tek tıkla kameralı uygulamalarla özel hayata dahil olunan ve her türlü ahlaksızlığın döndüğü bu programlardan gençlerimizi uzak tutmalıyız. Bununla beraber televizyonlarda, toplumun önüne çıkartılan ve rol model olarak gösterilen saçma sapan kişiler daha fazla parlatılmamalı ve gençlerimiz bu kendini bilmezlere özendirilmemelidir. 

Sonra bu ülkeye gerçek âlimler yetiştirilmeli ve topluma sağlıklı birer rehber yapılmalıdırlar.  

Oysa tarihte insanlar teknolojinin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda ilmi aramış, bulmuş, öğrenmiş ve kendini geliştirerek âlim olmuşlardır. Bu âlimler ise daha sonradan topluma rehber olmuşlardır. Hatta İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinin temel harçlarından birini de yine bu âlimler oluşturmuşlardır. Ancak günümüzde bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilirken teknolojinin bilgi edinmek yerine ahlaki yozlaşmayı arttırmak için kullanmak hem milli kimliğimize hem inancımıza hem de geçmişten gelen bütün değerlerimize ters düşmektedir.

Maalesef günümüzde o kadar çok uygulama var ki bu uygulamalardan bazılarına saygın meslek grubunu icra edenler de dahil olmuş, koca koca insanlar bile saçma sapan videolar çeker olmuş.

Artık birilerinin buna dur demesi lazım. Yoksa ülkemizin aydınlık yarınları bu uygulamalar da heba olacak, geleceğimiz karanlığa teslim olacaktır.  

13 Eylül 2022 Salı

YUNANİSTAN EGE’DE NEYİ AMAÇLIYOR?

 

Türkiye ile Yunanistan arasında tarihten gelen gerilimlere ek olarak Yunanistan’ın son zamanlarda Amerikan destekli devlet dış politikaları nedeniyle iki ülke arasındaki krizler artmaktadır. Yunanistan ile ABD arasında ilk olarak 1990 yılında imzalanan söz konusu anlaşma, ABD’nin, Yunanistan topraklarında eğitim ve operasyon yapmasına izin vermesi ve bu antlaşmanın devamı niteliğinde 14 Ekim 2021 tarihinde Karşılıklı Savunma İşbirliği Antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Yunanistan’da 9 ABD üssü açılması krizi daha da büyük bir boyuta taşımıştır. Bu üslerden en önemlileri Türkiye’nin hemen yanı başında bulunan Dedeağaç ve Türkiye’nin kıyılarına yakın Girit adasındaki ABD üsleridir. ABD, Dedeağaç üssünü büyük bir cephaneliğe dönüştürmüştür. Ayrıca bu şehirdeki limanı büyütüp genişletmiş ve ardından ağır silahlar ve askeri helikopterler nakledilmiştir. Bununla birlikte bölgeye Türkiye’yi de kapsama alan Boğazlar ve Kuzey Ege adalarını tarayabilecek gelişmiş bir radar sistemi konuşlandırmıştır. Görülen o ki ABD, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarına tehdit unsuru olmak ve Dedeağaç’a askeri üs kurarak Türkiye ile Batı Trakya Türkleri arasında bir tampon bölge oluşturarak bağlantıyı kesmeyi hedeflemiştir. Ayrıca Romanya’da Köstence üssü olan ABD, Yunanistan ve Romanya üzerinden yeni bir hat çizerek Türk boğazlarına stratejik önem kaybettirip Türkiye’ye daha az ihtiyacının olduğunu hissettirmek ve bu bölgede üstün güç unsuru olarak kendi varlığını kabul ettirmeyi hedeflemiştir. Çünkü Romanya, ABD için biçilmiş kaftan durumundadır. Bunun nedeni Romanya, ABD’nin kullanımına hava sahasını dahi açmıştır. Ayrıca Romanya’da kurulan Köstence üssü Karadeniz’e açılmaktadır. Bununla birlikte ABD’nin Bulgaristan’da 4 askeri üssünün de varlığı gözden kaçırılmamalıdır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Batı sınırlarının hemen az ötesinde Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ittifaklı bir küçük Amerika Birleşik Devletleri kurularak Türkiye hem Ege’den hem de Karadeniz’den çevrelenmiştir. Çünkü Türkiye, Doğu Akdeniz mücadelesinde başta İsrail, Yunanistan, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesiminin bütün planlarını bozmuş ve Akdeniz’de kendisini Antalya’ya hapsetmek isteyenlere karşı Libya ile imzaladığı antlaşma sayesinde stratejik bir adım atarak rüzgarı tersine çevirmeyi başarmıştı. Bu durum ise başta ABD, Fransa ve bölgede çıkarları olan herkesi rahatsız etmiştir.

Bu nedenle ABD, Türkiye ile Yunanistan arasındaki tarihten gelen gerilimi bölgede kullanmaya çalışarak Yunanistan’ı ikinci bir vekalet savaşına hazırlamaktadır.

7 Mayıs 1919’da ABD, İngiltere ve Fransa’nın ortak kararıyla Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesine vekalet veren ülkelerin 103 yıl sonra Yunanistan’ı aynı vekalet savaşlarına hazırlamalarına şaşırmamak gerekir. Ancak Türkiye o dönemin şartlarında iki yüz bin kişilik Yunan ordusunu Anadolu’dan temizleyip İzmir’de denize dökmeyi başarmış ve hatta Yunan Orduları Baş Komutanı Nikolaos Trikupis’te esir alınmıştı. Şimdi ise savunma sanayinde daha güçlü ve fazla genç nüfusu olan bir ülkeyiz. Ayrıca dünya siyasetine yön veren bir konumdayız. Şu da unutulmamalıdır ki 1964’de Rum çetecilerin Kıbrıs’ta, Türklere uyguladığı soykırıma sabreden Türkiye her şeyi göze alarak adaya 1974’de çıkartma yapmış ve soydaşlarını kurtarmıştı. Bu sebepten dolayı Yunanistan’ın antlaşmalara aykırı olarak 1960’dan beri silahlandırdığı ve her geçen gün Ege’deki kışkırtmalarını arttırdığı bu dönemde tarihte yaptığı gibi yanlışa düşmemelidir. İşgal ettiği adaları sulh yoluyla terk etmelidir. Aksi takdirde Türkiye sabretmekten vazgeçip Libya ve Suriye meselesini hallettikten sonra yüzünü Batıya dönerse ikinci bir Türk – Yunan Savaşının sonuçları Yunanistan için ağır olabilir. 


30 Ağustos 2022 Salı

ZAFER AYI “MALAZGİRT’TEN BÜYÜK TAARRUZA”

 

Tarihi belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla Ağustos ayına Türk milletinin kaderini değiştiren önemli savaşlar denk gelmiş ve bu nedenle  “Ağustos” zafer ayı olarak nitelendirilmiştir.

Ağustos ayı içerisinde Türk milleti Anadolu’yu kendisine yurt edinmek için 26 Ağustos 1071’de Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan komutasındaki Selçuklu Ordusu ile Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen komutasındaki Roma Ordusu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muhaberesini Türklerin kazanmasıyla Anadolu’nun kapıları açılmıştır.

Ağustos ayı içerisinde Türklerin kazandığı diğer zaferlerden birisi olan 29 Ağustos 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı fethetmesi olmuştur. Bundan 5 yıl sonra 29 Ağustos 1526 yılında yine Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu ile Macaristan Kralı II. Layoş komutasındaki Macar Ordusu arasında yapılan Mohaç Meydan Muhaberesinde Osmanlı Ordusu, Macar Ordusunu iki saat gibi kısa bir sürede imha etmiş ve savaşı Osmanlı Ordusu kazanmıştır. Bu savaş en kısa sürede biten meydan muhaberesi olarak tarihe geçmiştir.   

Venediklilerin elinde bulunan ve Doğu Akdeniz’in en büyük adası konumunda olan Kıbrıs II. Selim’in emriyle Lala Mustafa Paşa tarafından 1 Ağustos 1571’de fethedilmiştir.

Osmanlı Devleti eski ihtişamlı yıllarından duraklamaya, gerilemeye ve en sonunda ise dağılma sürecine girmiş ve en sonunda işgale uğrayarak 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen sona ermiştir. Ardından Türk milletinin bağımsızlığını ve onurunu tamamen yok eden sözde barış antlaşması olan “Sevr Barış Antlaşması” 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti tarafından imzalanmıştır. Fakat Milli Mücadelenin liderliğini üstlenen Mustafa Kemal ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Sevr’i bir paçavra olarak görmüş ve kabul etmemiştir. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920’de bu antlaşmayı kabul edenleri ve imzalayanları “vatan haini” ilan etmiştir. Sevr’in tanınmaması ile birlikte bu paçavrayı kabul edenlerin ve imzalayanların TBMM tarafından vatan haini olarak ilan edilmesi de zafer ayı dediğimiz Ağustos ayına denk gelmiştir.

Tüm bu gelişmeler ışığında “Şark Planı” ile kurgulanan ve 13 Eylül 1683 yılında Türklerin Viyana’dan geri dönmesi ile başlayan ve 1699 Karlofça Antlaşmasıyla hızlanan geri çekilme süreci 238 yıl son Sakarya’da durdurulmuştur. Şark Planını hazırlayan küresel güçler bunu uygulamak için önlerinde tek sorun olarak gördükleri Türkleri imha etmek için tetikçi olarak Yunan Ordusunu Anadolu’ya göndermişlerdir. Mustafa Kemal’in 23 Ağustos 1921’de başlayan Sakarya Meydan Muhaberesinde “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” emrini vermesiyle 22 gün 22 gece dünyanın en uzun süren meydan muhaberesi sonucunda Türk Ordusu 13 Eylül 1921’de Sakarya Irmağı’nın doğusundan Yunan Kuvvetlerini temizlemiştir. Böylece 238 yıllık geri çekiliş yerini taarruza bırakmış ve hazırlıklar 1922 yılının Ağustos ayına kadar sürmüştür. Mustafa Kemal’in Başkomutanlığını yaptığı Türk Ordusu 26 Ağustos 1922’de düşmana taarruza kalkmış ve 30 Ağustos da Dumlupınar’da vurulan darbe sonucu Yunan Ordusu kaçmaya başlamıştır. Bunun üzerine Başkomutan Mustafa Kemal, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vererek Türk Ordusu, Yunan Ordusunu kovalamaya başlamış ve iki yüz bin civarındaki Yunan Ordusunun tamamı neredeyse imha edilmiş, geri kalanlar 9 Eylül 1922’de denize dökülmüş ve canını zar zor kurtaran az bir grupta gemilere binerek Atina’ya kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması ile dünyaya ilan edilmiş ve tanıttırılmıştır. Ancak bağımsız Türkiye’nin kurulmasından sonra küresel güçler Anadolu’yu ve üzerinde kurulu Türk devletini ve bu devleti kuran Türk milletini asla ve asla rahat bırakmamışlardır. Her fırsatta Türkiye’ye güç ve enerji kaybettirmek için ellerinden geleni yapanlar en son 15 Temmuz 2016 günü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızan FETÖ Terör Örgütü militanları tarafından darbe kalkışması yapılmıştır. Başta seçilmiş hükümet olmak ile birlikte Türk vatanı ve Türk milleti hedef alınarak Mete Han’dan beri sistemli bir ordu yapısına sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajı ve saygınlığı yıpratılmak istenmiştir. Ancak Türk milleti büyük bir feraset örneği göstererek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızmış hainler ile tamamen yerli ve milli, Anadolu’nun asil evlatları olan askerleri çok iyi ayırt ederek, “Peygamber Ocağı”, “Muhammed’in Ordusu”, “Mehmetçik” diye adlandırılan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni topyekun zan altında bırakmamış ve her daim askerlerinin yanında yer almıştır.

Darbe kalkışmasından sonra yapılan ihraçlar sonrası dünya devletleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin toparlanamayacağını düşünmüştü. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde kadro açığı oluşmuştu. Ancak buna rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanarak zafer ayı olarak nitelendirilen Ağustos ayında Cerablus’u DEAŞ Terör Örgütünden temizlemek amacıyla 24 Ağustos 2016 sabaha karşı 04.00’da sınır ötesi harekâta başlamış ve bu harekâta “Fırat Kalkanı” adı verilmiştir. Fırat Kalkanı Operasyonun ardından yapılan sınır ötesi operasyonlara zemin hazırlamış Türkiye sınırları boyunca bulunan DEAŞ, PKK, YPG, PYD vb. terör örgütü militanları imha edilmiştir.

Sonuç itibariyle Ağustos ayı Türk milletinin geçmişinin, bugününün zafer ayı olmakla ile birlikte belki de gelecekte kazanacağı zaferleri anıldığı ay olacaktır. Bu vesile ile Ağustos ayında kazandığımız zaferlerle birlikte 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlar başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını ve tüm şehitlerimizi rahmet ve minnet ile yâd ediyorum.   

 


28 Ağustos 2022 Pazar

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATURİDİLİK - 2


 








MATÜRİDİLİK

Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî’nin görüşlerini            benimseyenlerin          oluşturduğu     Ehl-i    sünnet  mezhebinin     adıdır.Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan “Matürid”  de9  852 yılında doğmuştur.10 Türk âlimi olan Maturidi’nin11 eseri incelendiğinde “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh usulü” ve “tefsir” alanlarında bilgili olduğu görülmüştür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli deliller ile savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 944 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.12

Matüridilik, tarih boyunca Türk kültür çevresinde ortaya çıkmış ve yayılarak günümüze kadar gelmiş, Türk kültüründe bir dini (kelâmi) ekoldür.13 Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hafine göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Matüridi’nin sitemini benimsemişlerdir.14 Matüridi’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası siyasi ve fikri ayrışmalar içerisindeydi. Tarihçilerden bazıları bu fikri ayrışmanın sebebi başta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefat etmesiyle çıkan hadiselere bağlamışlardır. Çıkan olayların bize şu sonucu göstermiştir ki o günkü Müslüman toplumun arasına farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Bir tarafın mümin dediklerine diğer tarafın kâfir dediği görülmüştür. Bu nedenle bütün farklı gruplar kendi görüşlerini ispat etmek için Kur’an ve hadislerden deliller bulma yoluna giderek kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda yeni fetih hareketlerinin meydana getirdiği yabancı din ve kültürlerle kurulan temas sonucunda ayrılıklar daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir sürü dini gruplar ortaya çıkmıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirler taşıdığı tespit edilen bu akımlara karşı İslam dinini akılcı bir yolla savunmak iddiasıyla Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu mezhep, Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının da desteğini almıştır. Özellikle Halife Vasık dönemi Mutezilerin altın çağı olmakla beraber bu mezhepten olmayanlara karşı yapılan zulüm ve baskılarla tarihe geçtiği dönem olmuştur.15 Mutezilenin yaptığı zulümlere karşı onların metotlarını kullanarak karşı çıkacak İslam Dünyası’nın üç ayrı bölgesinde Kur’an ve hadislere uygun bir şekilde İslam’ı savunan üç büyük İslam âlimi ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’ndaki bu karşılıklara karşı Arabistan’da Ebu’l – Hasan el- Eş’ari, Mavaraünnehir’de Ebu Mansur el – Matüridi, Mısır’da da Ebu Cafer et – Tahavi yıkıcı akımlara karşı fikri olarak savaş  açmışlardır.16 Ancak Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel etmiş, Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridi bazı konularda Selef’e Eş’ariye’den daha yakındır. Bazı konularda akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almıştır.17 Fakat Hanefi âlimlerinin çoğu Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin Akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşünde olmuşlardır.18

Muhammed Ebu Zehra’nın, Matüridi’nin metodunu ve Kur’an’ı nasıl tefsir ettiğini şöyle açıklamıştır:

“Matüridi, aklı bilgi kaynaklarından biri olarak kabul etmekle beraber, aklın sapma yapacağı endişesini de taşımaktadır. Fakat, duyduğu bu endişe onu, fıkıh ve hadis âlimlerinin yaptığı gibi aklı hiçe saymaya götürmemiş; tersine, onu, akli olanın yanı sıra ‘menkul’ olana da dayanmak suretiyle sapmadan korunmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Matüridi bu konuda şöyle der: “Kim, nakille beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.” Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır: Matüridi, şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi gerekli görmektedir. “Nasslarla yardımlaşarak akli delilere başvurmak” şeklinde ifade edilen bu ilke, Maturidi’nin, Kur’an’ı Kerim’i tefsir ederken de yol göstericisi durumundadır. Maturidi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve “Müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi Allah’a bırakmaktır. Maturidi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir çelişki yoktur.”19


Matüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları (ehl ül-bid’at’ı) onaylamamıştır. Matüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılamış, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakmıştır. Açık bir (inanç esaslarıyla ilgili) yalanlaması (inkârı) olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatinde olmuştur. Bu düşüncesini “amel”in (eylem”in) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklamıştır. Daha açık ifadeyle Matüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılamış ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamamıştır.20

 

Fakat günümüzde milletimiz İslam’a zarar veren bazı tarikatlerin ve sapkınların etkisinde kalmış aklî düşünceden, hür ve müteşebbis iradeden uzaklaştırılmış, kaderci ve itaatkâr bir anlayışa sokulmuş ve tembelliğe sürüklenmiştir. Böylece halk isim olarak Matüridîyye’den olmalarına rağmen, onun akılcı, bilimci, hür irade anlayışından habersiz aklî ve tabiat ilimlerinden uzaklaşmış, teslimiyetçi bir anlayışın içinde yer almış, dinî yaşayışlarında da hurafe ve batıl inanışlara yönelmişlerdir.

 

Özellikle bazı cemaatlerin kendilerine göre dini yorumlamaları ve kendi çıkarları için kullanmaları neticesinde insanlarımız neye inanacağını şaşırmıştır. Bu yapılanlar İslam’a zarar vermekle birlikte insanlarımızı dinden de soğutmaktadır. Bu nedenle bazı cemaatlerin kendi çıkarları için uydurdukları şeylere inanmamak ve milletimizi yeninden İslam’ın özüne ısındırmak için Matüridi’yi milletimize tanıtılır ve onun din anlayışını benimsetilir, sevdirilirse akılcı, ilimci ve her türlü hurafeden uzak gerçek İslam’ın sevilerek, istenilerek yaşandığı bir Türk toplumunun oluşmaması için hiçbir sebep kalmayacağı düşüncesindeyim.


DİPNOTLAR


8 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

9 Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev:

Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

10 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

11 Şükrü Özen, “Maturidi”, https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi, Erişim Tarihi: 04.05.2021

12 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

13 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.981

14 Ahmet Vehbi Ecer, “a.g.m”, s.981

15 Ahmet Vehbi Ecer, “Ebu Masnur el-Matüridi”, İslam Medeniyeti Dergisi, Mart 1973, s.11-13.

16 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.983-984

17 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26-27

18 Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

19 Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s.187

20 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.988


22 Ağustos 2022 Pazartesi

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATURİDİLİK - 1

 
















Türk milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.

 

Şöyle ki aynı dönemde Arap toplumu cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (S.A.S)’in peygamberliğinde İslamiyet’e girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda,   Kıpçak Türkleri de 14.    yy    başlarında    İslâmlaşmışlardır.    Böylece   Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler yaymıştır.

 

9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.


Hatta bu anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa dönüşmesini de sağlamıştır.

 

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”2

 

Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.3 Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.

Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde  çok önemli etkiler bırakmışlardır.4 Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim  başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.5 Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.6 Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.

İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:

“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Kelami bir düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh usulü Türkistan uleması  tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”7


İşte bu makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu oluşturan Matüridiliğin temelini oluşturan kısım hakkında kısa bir giriş yapılmıştır. Haftaya ise Matüridilik hakkında yayınlanacak olan yazımda daha detaylı bilgi verilecektir.


1 Kubilay Muhammet Özdemir, “Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Mezunu”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/05/turk-muslumanligi-ve- maturidilik.html, İstanbul 2021 (benimtarihim1923@gmail.com)


2 Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18; Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

3 Mehmet Ali Ünal, a.g.e, s.19; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli- imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

4 Engin Zafer, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

5 Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

6                  Ahmet                  Akgündüz                  ve                 Said                  Öztürk,                  a.g.e.,                  s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

7 Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-

muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021


15 Ağustos 2022 Pazartesi

TARİHÇİLERİN VATAN GÖREVİ


 











Tarih basite alınamayacak kadar önemli bir ilimdir. Çünkü bu ilim bir milletin ortak hafızasını oluşturur. Bu hafızanın sorumluluğu ise Tarih ilmini öğrenen ve öğreten tarihçiler yüklenmektedir. Milletimizin hafızası kaybolmasın diye bu sorumluluğun altına giren tarihçiler ilmi olarak vatan görevi üstlenmiş sayılmaktadır. Çünkü bir millete kimlik kazandırıp ortak paydada buluşturan, vatan ve millet sevgisi aşılayan tarih ilmidir. Tarih bilinci olmayan ülkelerin günümüzde açık açık sömürüldüğü hatta bazı ülkelerin bağımsızmış gibi görenseler dahi hürriyetlerinin halen kendi ellerinde olmadığı görülmektedir. Bu sebeple tarih bir milletin kıvılcımı, tarihçi ise o kıvılcımı ateşleyecek olan kişidir.

Tarih, geçmişte cereyan eden olayları, sebep ve neticeleri ile inceleyen bir bilim dalıdır. Bu nedenle tarih bilim olarak yazıyla, vaka olarak da insan ile başlamıştır. Yani dünya var olduğundan beri insanlığın tarihi vardır. Fakat bunların yazıya geçirilmesiyle bilim niteliği kazanmıştır. Tarihe ilim niteliği kazandıran ise sosyoloji ve tarih felsefesinin piri sayılan İbn-i Haldun’dur. Onun görüşüne göre; “Tarih ilmi olayların nedenselliğini ve sebeplerini derinliğine inceleyen bir ilimdir. Bu yüzden de o, felsefenin temeli ve felsefi ilimlerden biri sayılmaya layıktır.” demiştir.

Ayrıca İbn-i Haldun tarih ilmini şu şekilde tanımlamıştır. “Bil ki tarih, önemli, faydaları çok ve gayeleri yüksek bir ilimdir. Çünkü din ve dünya işlerini sağlam temeller üzerine kurmak isteyen biri, geçmiş toplumların ahlaklarını, peygamberlerin yaşamları ve mücadelelerini, hükümdarların yönetim ve siyasetlerini, tarihe mâl olmuş kişilerin yaptıklarını ancak tarih ile bilip örnek alabilir. Tarih ile ilgilenen kişinin, doğruya ulaşmak ve yanlışlara düşmekten korunmak için değişik kaynaklara ve sistematiğe, çeşitli bilgi dallarına, dikkatli ve sağlam bir bakış açısına ihtiyacı vardır. Çünkü tarihi haberler konusunda sadece nakle dayanılır, toplumsal hayattaki temel örfler, siyasi ilkeler, uygarlık ve medeniyetlerin kendilerine has özellikleri dikkate alınmaz ve geçmişte mevcut olanla ölçülüp değerlendirilmezse, gelen haberlerin doğruluğundan ve yanlışa düşünülmediğinden emin olunamaz.” (İbn-i Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Çev: Halil Kendir, Cilt 1, Ankara 2004, s.31)

İşte tam da bu noktada tarihçi devreye girer ve geçmişteki olayları tarafsız bir şekilde yorumlayıp gelecek kuşaklara aktarmada bir köprü vazifesi görerek milletin hafızasının kaybolmasının önüne geçer. Ayrıca tarihçi, günlük siyaset içine sürüklenmeden siyasal karar organlarına bilim adamı kimliği ile yardımcı olabilir ve yayınlanan tarih eserleri sayesinde bireylerin, toplumun doğru bilinçlenmesine katkıda bulunabilir. (Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, Yeni İnsan Yayınevi, Bas:2, İstanbul 2014, s.34)

Tarihçi tarihe sadece olayların kataloğu veya geçmişte vuku bulmuş olayların bir hikâyesi gibi değil de devletinin yükselmesi veya politikacıların siyasi, tarihi ve sosyolojik olarak göremediği tehditlerin sebeplerini açıklamakla mükelleftir. Çünkü tarih düşünmek, araştırmak ve vakaların sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Bu nedenle tarihçiler şayet devletin veya siyasetin izlemiş olduğu yanlış politikalar varsa bunlara karşı anti tez üreterek uyarılarda bulunması bir vatan görevidir. Bu özelliğiyle tarihçiler siyasete, devletin bazı politikalarına ve topluma yön verebilirler veya uyarılarda bulunabilirler. Bu yönüyle tarih, siyaset bilime de yardımcı olmaktadır.

Ancak tarihçi tarafsız olmak ve tamamen devletin ve milletin menfaatlerine uygun olarak tezler geliştirmelidir. Çünkü günümüzde bazı tarihçiler mensubu olduğu siyasi görüşlere göre tarihçilik yapmakta bu da taraflı bir tarih yazıcılığını ortaya çıkarmaktadır. Tarihçi ait olduğu siyasi görüşe göre tarihte olmamış bir vakayı olmuş veya olmuş bir olayı olmamış gibi anlatması tarih biliminin zarar görmesine sebep olmakla birlikte bilgi kirliliğine de neden olmaktadır.

Günümüz teknolojisinde bu bilgi kirliliği sosyal medya aracılığıyla yaymak çok kolay hale gelmiştir. Ayrıca bazı tarihi dizilerin veya flimlerin tarihsel olayları çarpıtarak izleyiciye yansıtması da vahim bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu durum tarihi, sosyal medyadan veya dizilerden öğrenen bir Türk milleti ve Türk gençliği meydana getirmektedir. Bu da tarih bilinci açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir.

Halbuki tarih ve okulda öğretilen dersleri bizim için önceden çok önem verdiğimiz bir alandı. Prof. Dr. Mustafa Oral aynen şunları aktarmaktadır: “İngiliz Gazetecisi Grace Ellison, 1928’de yayınlanan ‘Bugünkü Türkiye’ başlıklı eserinde, Gaziye (Atatürk) göre tarih kutsaldır diyor, Wells’in ortak tarih düşüncesi olmaksızın ortak barış ve huzur olamaz sözünü hatırlatıyordu. Ellison, Türkiye’de homojen bir topluma giden yolun tarih öğretiminden geçtiğini, fakat Türk, yabancı ve azınlık okulları arasında esas anlaşmazlık konusunun Tarih öğretimi olduğunu, yabancı okullarda kutsal bilginin (Yani tarih derslerinin) Türk okullarındaki gibi verilmediğini belirtiyordu. 1927’den itibaren Türk okullarındaki Tarih derslerinde, Türklerin dünya medeniyetine hizmetleri ön plana çıkarılmıştı. Ellison’a göre Türk okullarındaki en önemli konu tarih dersleridir. (Mustafa Oral, Türk Ulusunun İnşası, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul 2015, s.35-36)   

Günümüzde başta devletimizin tüm yetkili kurumları olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığımız tarih derslerinin önemini vurgulanıp ayrıca tarih öğretmenlerine ve akademisyen adaylarına gerekli desteği vererek bu alanda çalışanların önü açılmalıdır.

Devletimiz, Fetö Terör Örgütünün devlette nasıl kadrolaştığını ve emniyet istihbaratını nasıl ele geçirdiğini ve kendilerine karşı olanları nasıl pasivize ettiklerini ayrıca Alman vakıflarının Türkiye’de yasadışı faaliyetlerde bulunup etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini anlatarak devletini ve milletini uyaran Necip Hablemitoğlu gibi vatansever tarihçiler yetiştirilmesi için önemli çalışmalarda bulunmalıdır. Bu çalışmalar yapılmaz ve başarılı olunamazsa başta bizlere bu ülkeyi yurt yapan kanlarını bu topraklar için döken atalarımıza, şehitlerimize, devletini ve milletini uyardığı için evinin önünde başından vurularak suikaste uğrayan Tarihçi Necip Hablemitoğlu’nun aziz hatıralarına layık olamayız.

Halbuki biz de Necip Hablemitoğlu gibi hakikati arayıp bularak, bulduktan sonrada her şeyi göze alarak açıkça devlete ve millete gelecek tehlikeleri ifade etmeye çalışan cesaret timsali tarihçiler olmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: “Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça (inandıkça) ifadeye cür’et gösteren adamlar olmalıyız… Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Son olarak tarihi çarpıtanlardan, tarihi mensup olduğu siyasi partiye göre yorumlayanlardan, tarihe siyasal İslamcı bakış açısıyla veya tam zıttı olanların uydurmalarından kurtarmalı. Ayrıca tarihin tarafsız bir bilim dalı, tarihçinin ise devlete ve millete karşı sorumluluk ilkesiyle vatan görevi yaptığını, tarihçiyim diye ortaya çıkan sahte popüler tarihçilere aldanılmaması gerektiği de milletimiz tarafından bilinip gerçek tarihçilere kulak verilmelidir.

 

 

       

 


Diğer Yayınlar