Kubilay Muhammet Özdemir[1]
Türk
milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte
yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya
inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi
benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek
Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken
İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.
Şöyle
ki aynı dönemde Arap toplumu
cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp
dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha
sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (a.a.s)’in peygamberliğinde İslamiyet’e
girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa
Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden
de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl
kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda, Kıpçak Türkleri de 14. yy başlarında
İslâmlaşmışlardır. Böylece Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır.
İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez
oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta
Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın
sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal
mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce
yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları
ile yeni dini kaynaştıran “sufîler” yaymıştır.
9. ve 10.
y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman
dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan
kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin
başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar
Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını
sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî
Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi
kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.
Hatta bu
anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa
dönüşmesini de sağlamıştır.
“Osmanlı
Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta
Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte
kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları
toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”[2]
Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.[3] Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.
Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde çok önemli etkiler bırakmışlardır.[4] Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.[5] Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.[6] Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.
İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:
“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve
ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî
cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik
olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline
gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı
dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya
ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu
akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde
ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Kelami bir
düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin
eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu
Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh
usulü Türkistan uleması tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul
konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”[7]
İşte bu
makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu
oluşturan Maturidilik hakkında kısaca bilgi vereceğiz.
MATÜRİDİLİK
Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır.[8] Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan “Matürid” de[9] 852 yılında doğmuştur.[10] Türk âlimi olan Maturidi’nin[11] eseri incelendiğinde “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh usulü” ve “tefsir” alanlarında bilgili olduğu görülmüştür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli deliller ile savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 944 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.[12]
Matüridilik, tarih boyunca Türk kültür çevresinde ortaya çıkmış ve yayılarak günümüze kadar gelmiş, Türk kültüründe bir dini (kelâmi) ekoldür.[13] Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hafine göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Matüridi’nin sitemini benimsemişlerdir.[14] Matüridi’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası siyasi ve fikri ayrışmalar içerisindeydi. Tarihçilerden bazıları bu fikri ayrışmanın sebebi başta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefat etmesiyle çıkan hadiselere bağlamışlardır. Çıkan olayların bize şu sonucu göstermiştir ki o günkü Müslüman toplumun arasına farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Bir tarafın mümin dediklerine diğer tarafın kâfir dediği görülmüştür. Bu nedenle bütün farklı gruplar kendi görüşlerini ispat etmek için Kur’an ve hadislerden deliller bulma yoluna giderek kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda yeni fetih hareketlerinin meydana getirdiği yabancı din ve kültürlerle kurulan temas sonucunda ayrılıklar daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir sürü dini gruplar ortaya çıkmıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirler taşıdığı tespit edilen bu akımlara karşı İslam dinini akılcı bir yolla savunmak iddiasıyla Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu mezhep, Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının da desteğini almıştır. Özellikle Halife Vasık dönemi Mutezilerin altın çağı olmakla beraber bu mezhepten olmayanlara karşı yapılan zulüm ve baskılarla tarihe geçtiği dönem olmuştur.[15] Mutezilenin yaptığı zulümlere karşı onların metotlarını kullanarak karşı çıkacak İslam Dünyası’nın üç ayrı bölgesinde Kur’an ve hadislere uygun bir şekilde İslam’ı savunan üç büyük İslam âlimi ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’ndaki bu karşılıklara karşı Arabistan’da Ebu’l – Hasan el- Eş’ari, Mavaraünnehir’de Ebu Mansur el – Matüridi, Mısır’da da Ebu Cafer et – Tahavi yıkıcı akımlara karşı fikri olarak savaş açmışlardır.[16] Ancak Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel etmiş, Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridi bazı konularda Selef’e Eş’ariye’den daha yakındır. Bazı konularda akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almıştır.[17] Fakat Hanefi âlimlerinin çoğu Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin Akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşünde olmuşlardır.[18]
Muhammed Ebu Zehra’nın, Matüridi’nin metodunu ve Kur’an’ı nasıl tefsir ettiğini şöyle açıklamıştır:
“Matüridi, aklı
bilgi kaynaklarından biri olarak kabul etmekle beraber, aklın sapma yapacağı
endişesini de taşımaktadır. Fakat, duyduğu bu endişe onu, fıkıh ve hadis
âlimlerinin yaptığı gibi aklı hiçe saymaya götürmemiş; tersine, onu, akli
olanın yanı sıra ‘menkul’ olana da dayanmak suretiyle sapmadan korunmaya ve
ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Matüridi bu konuda şöyle der: “Kim, nakille
beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve
Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve
sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona
taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.” Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır:
Matüridi, şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi
gerekli görmektedir. “Nasslarla yardımlaşarak akli delilere başvurmak” şeklinde
ifade edilen bu ilke, Maturidi’nin, Kur’an’ı Kerim’i tefsir ederken de yol
göstericisi durumundadır. Maturidi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca
kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve
“Müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona
göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi Allah’a
bırakmaktır. Maturidi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an
ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir
çelişki yoktur.”[19]
Matüridî’nin
dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan
uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi
çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine
inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları (ehl
ül-bid’at’ı) onaylamamıştır. Matüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen
inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılamış, kıbleye yönelen herkese
mümin gözüyle bakmıştır. Açık bir (inanç esaslarıyla ilgili) yalanlaması
(inkârı) olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması
kanaatinde olmuştur. Bu düşüncesini “amel”in (eylem”in) imana dâhil olmaması”
formülüyle açıklamıştır. Daha açık ifadeyle Matüridî kıble ehlinin farklı eylem
ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılamış ve kendi prensiplerine
uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamamıştır.[20]
Fakat
günümüzde milletimiz İslam’a zarar veren bazı tarikatlerin ve sapkınların
etkisinde kalmış aklî düşünceden, hür ve müteşebbis iradeden uzaklaştırılmış,
kaderci ve itaatkâr bir anlayışa sokulmuş ve tembelliğe sürüklenmiştir. Böylece
halk isim olarak Matüridîyye’den olmalarına rağmen, onun akılcı, bilimci, hür
irade anlayışından habersiz aklî ve tabiat ilimlerinden uzaklaşmış, teslimiyetçi
bir anlayışın içinde yer almış, dinî yaşayışlarında da hurafe ve batıl
inanışlara yönelmişlerdir.
Özellikle
bazı cemaatlerin kendilerine göre dini yorumlamaları ve kendi çıkarları için
kullanmaları neticesinde insanlarımız neye inanacağını şaşırmıştır. Bu
yapılanlar İslam’a zarar vermekle birlikte insanlarımızı dinden de
soğutmaktadır. Bu nedenle bazı cemaatlerin kendi çıkarları için uydurdukları
şeylere inanmamak ve milletimizi yeninden İslam’ın özüne ısındırmak için
Matüridi’yi milletimize tanıtılır ve onun din anlayışını benimsetilir,
sevdirilirse akılcı, ilimci ve her türlü hurafeden uzak gerçek İslam’ın
sevilerek, istenilerek yaşandığı bir Türk toplumunun oluşmaması için hiçbir
sebep kalmayacağı düşüncesindeyim.
[1]
Kubilay Muhammet Özdemir,
“Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans
Öğrencisi”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/, İstanbul 2021
(benimtarihim1923@gmail.com)
[2] Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18;
Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini
Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi:
03.05.2021
[3] Mehmet Ali Ünal, a.g.e, s.19; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi:
03.05.2021
[4] Engin Zafer,
“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107;
https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi:
03.05.2021
[5] Ahme Akgündüzt ve Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000,
s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi:
03.05.2021
[6] Ahmet Akgündüz
ve Said Öztürk, a.g.e., s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi:
03.05.2021
[7] Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı,
Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021
[8] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26
[9] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev:
Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183
[10] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26
[11] Şükrü Özen, “Maturidi”, https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi, Erişim Tarihi: 04.05.2021
[12] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26
[13] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s.
1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk
Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara
2002, s.981
[14] Ahmet Vehbi Ecer, “a.g.m”, s.981
[15] Ahmet Vehbi Ecer, “Ebu Masnur el-Matüridi”, İslam Medeniyeti Dergisi, Mart 1973,
s.11-13.
[16] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s.
1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk
Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara
2002, s.983-984
[17] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26-27
[18] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler
Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev:
Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183
[19] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s.187
[20] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s.
1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk
Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara
2002, s.988
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder