31 Mayıs 2020 Pazar

TÜRK GENÇLİĞİNİ YIKMA OPERASYONU


Bu haftaki köşe yazımda gençlerimizden bahsedeceğim. Çünkü gençliğimize kasıtlı olarak operasyonlar yapılıyor. Artık bunun farkına hepimizin varması gerekir. Son zamanlardaki gençlerin hallerine bakıyorum ve hiç hoşuma gitmeyen durumlarla karşılaşıyorum. Çünkü gençliğimiz gelişen teknolojide iyiye doğru değil aksine kötüye doğru gidiyor. Bu gidişat ise beni bir eğitimci olarak çok korkutuyor. Çünkü gençlerimizde sorumsuzluk duygusu bunun yanında vatan, millet, aile, din gibi manevi duyguları umursamama halleri artmaya başladığını görüyorum. Gençlerimizin bu duygulara kapılmasının birçok nedeni var.

Ancak ben ilk önce dizilerin gençlerimizin üzerindeki etkiden bahsetmek istiyorum: televizyon kanallarında birçok dizi yayınlanıyor. Ancak bu dizilerin bazıları gençleri hatta koca koca insanları dahi etkiliyor. Türk aile yapısına uymayan gayri ahlaki yaşama özendiren veya zengin lüks yaşama özendirip bunları da namusuyla çalışarak çabalayarak, zorluklarla okuyup bir meslek sahibi olarak değil de, çalarak çırparak, mafya olarak, dolandırıcılık yaparak kolay yoldan para kazandırmaya heveslendirerek gençliğimizi etkilemeye çalışıyorlar. Halbuki gençlerimiz bu dizilerdeki lüks yaşama ve kolay para kazanmaya özenirken babası sabahın altısında evden çıkıp akşamın onunda eve ne zor şartlar altında gelip para kazandığını kavrayamıyor. Böylelikle dizilerin hayal dünyasına kapılarak ruhsal bozukluklara yakalanıp, saldırgan, başıboş bir gence dönüşüveriyor.

Tabi bir de bunun sosyal medya ve telefon uygulamaları boyutu var. Aslında sosyal medya iyi yönde kullanıldığında günümüz için çok yararlı bir araç fakat kötü yönde kullanıldığı zaman ise o yararından eser kalmıyor. Çünkü sosyal medya ve telefon uygulamaları tamamen kötü amaçlı kullanılıyor bu da yine gençliğimiz açısından sıkıntılar doğuruyor. Mesela kameralı tanışma uygulamaları ve bu uygulamalarda yapılan ahlaksızlıklar gençlerimizi etkiliyor ve gerçek dünya ile bağlarını koparıyor. Ayrıca geri dönülmez hatalar yapmasına neden oluyor. Bu yüzden ilk olarak bu uygulamalara bir çare bulunmalıdır. Çünkü gençlerimizi göz göre göre kaybediyoruz. Hepsi ellerimizden kayıp gidiyorlar. Onların birer içi boş robot şekline dönüşmelerine seyirci kalamayız.
Gençlerimiz bu saçma sapan diziler ve uygulamalar yüzünden hem kendilerini hem ahlaklarını hem de milli ve manevi duygularını kaybetmeye başladılar. Bizim gençlerimizin elinden kitaplarını, oyuncaklarını aldılar ve bunları onlara sundular. Böylelikle içi boş bir nesil  ortaya çıkartmaya başladılar.

Bunların bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Çünkü Türk Milleti olarak dünyaya nizam vermiş, hoşgörüyü ve medeniyeti yaymış, birçok Müslüman Türk Bilim İnsanı yetiştirmiş bir millet olarak bunların bize Küresel Güçler tarafından bilinçli olarak empoze edildiğini düşünüyorum. Çünkü Küresel Güçler bizi akılla, savaşlarla yok edemedi. Şimdi ise başka bir silahını devreye soktu. Önce Türk aile yapısını çökertmek ve sonra Türk Gençliğini içi boş bir robot haline dönüştürme planlarını devreye soktular. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldular. Gençliğimizi hep birlikte kurtaralım…



28 Mayıs 2020 Perşembe

İSRAİL’İN DERİN AFRİKA POLİTİKASI

                                            Kubilay Muhammet Özdemir[1]

 GİRİŞ
İsrail’in uzun zamandan bu yana Afrika ile ilgili derinden ve sessiz giden bir politikası var. 2008 yılından itibaren Afrika Devletleri ile özellikle ekonomik ilişkilerini güçlendiren İsrail aynı zamanda Mağrip El Kaidesi, Boko Haram ve Deaş gibi terör örgütleriyle mücadele eden bazı Afrika ülkeleriyle güvenlik konusunda işbirliğine gitmiştir.[2]

Ayrıca İsrail geçmiş yılların inişli çıkışlı politik süreçlerinden sıyrılıp daha avantajlı bir konuma yükselmiştir. Birleşmiş Milletlerde Filistin Sorununun çözülmesiyle alakalı kapasite yetersizliği ile birlikte Körfez ülkeleri ile yaşanan yakınlaşma da İsrail’i özgüvenli bir politika uygulamaya yöneltti.   Bununla birlikte İran’ın Ortadoğu etkisini kırmakla beraber Katar ve Türkiye’yi İslamcılığın “kötü yüzü” olarak gösterip işbirliğine gittiği diğer taraftaki Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte “ılımlı İslam” imajını köpürterek meşrutiyet kazanmaya çalışıyor.[3] 

İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu  en son 2016 yılında gittiği Uganda ziyaretinde anlaşma sağlayamayıp geri dönmüştür. Ancak Şubat ayında sürpriz bir ziyaret yaparak Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Museveni ile yaptığı görüşmenin ardından Netanyahu, İsrail ile Uganda arasında doğrudan uçuşlar başlatmak ayrıca Kudüs’e Uganda elçiliği açmak istedikleri teklifinde bulundu. Uganda Cumhurbaşkanı ise bu tekliften hoşnut olduklarını ve değerlendireceklerini belirtti. [4]
Netanyahu Uganda ziyaretinde ise Afrika politikası için şöyle diyecekti. “İsrail Afrika’ya geri dönüyor ve Afrika’da İsrail’e dönüyor.”[5]

Uganda’ya düzenlediği ziyaret sırasında İsrail Başbakanı Netanyahu’nun  en büyük sürpriz hamlesi ise Sudan’ın Askeri Geçiş Konseyi Başkanı Abdulfettah el-Burhan ile yaptığı görüşme oldu. Bu görüşme Birleşik Arap Emirlikleri aracılığı ile yapıldı ve sonrasında ise İsrail ile Sudan arasında hava sahasının açılması ve iki ülke arasında sivil uçuşlara izin verilmesi kabul edildi. Buna karşılık Netanyahu ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Sudan’ı teröre destek veren ülkeler arasından çıkarılması için ikna edeceği sözünü verdi. [6]

İSRAİL’İN AFRİKA’YA ÖNEM VERMESİNİN AMACI
İsrail’in Afrika’ya önem vermesinin amacı öncelikle jeopolitik ve stratejik öneminden dolayıdır. Bununla beraber Birleşmiş Milletlerdeki oy çokluğu İsrail’in Afrika ile çok özel olarak ilgilenmesinin temel amaçları arasındadır. İsrail bu nedenlerle Afrika’daki etkinliğini siyasi ve ekonomik alanlarda arttırmak istiyor. Afrika devletleri ile ilişkilerini düzelttiği takdirde Afrika devletlerinin hem Arap Birliği hem de İslam Birliği Teşkilatı üyelerinin neredeyse yarısını oluşturduğu düşüncesiyle İsrail’in siyasi alanda büyük oranda eli güçlenmiş olacaktır.[7]  

Bu yüzden İsrail’in Afrika kıtası ile siyasi, ekonomik ve askeri öncelikleri kadar önemli olan dış politika tercihleri arasında kıtada ilişkilerin kesildiği veya diplomatik ilişkilerin henüz sağlanamadığı ülkelerle yakınlaşma çabaları var. Bunun bir diğer sebebi de 2017 yılında ABD’nin Kudüs tasarısıyla ilgili olarak Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada Afrika kıtasından sadece Togo ve Güney Sudan’ın İsrail lehine oy kullanmış olması da gösterilebilir. Şu da unutulmamalı ki dünya üzerindeki 194 ülkenin 54’ünün Afrika kıtasında olması ve bu ülkelerin uluslararası kuruluşlarda önemli bir oy gücüne sahip olmasından dolayı, İsrail Afrika kıtasının stratejik önemini Birleşmiş Milletlerde Kudüs oylamasından sonraki dönemde bir kez daha dikkate almak mecburiyetinde kalmıştır. 

Bunun için İsrail aracılar vasıtasıyla Afrika ile ilişkilerini düzeltmeye çalışıyor. Bu aracı ise Birleşik Arap Emirlikleri’dir. BAE, İsrail’in Afrika kıtasındaki kirli ilişkilerini yürüten ülke olarak son dönemlerde ortaya çıkmıştır.  İsrail’in Libya üzerindeki nüfuzunun artması ve Sudan ile ilişkilerin normalleşmesi ve Uganda’daki görüşmeler ve varılan anlaşmaların arka planında BAE’nin olması bu durumun en somut örnekleri arasındadır.[8]

Trump’un, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasının ardından Afrika Birliği ülkelerinin bazıları bu kararı protesto ederek İsrail ile siyasi ilişkilerini kesmişlerdir. Lakin bazı Afrika ülkeleri ise İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmeyi açık bir şekilde reddetmişlerdir. Trump’un kararına Togo destek verirken Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Kamerun ve Benin çekimser kalarak örtülü destek vermişlerdir.[9]

Fakat 14 Mayıs 2018’de Tel Aviv’deki Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyan ABD’nin verdiği resepsiyona Angola, Kamerun, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Fildişi Sahilleri, Etiyopya, Kenya, Nijerya, Ruanda, Güney Sudan, Zambiya gibi ülkelerin diplomatik misyonları katılma kararı aldılar. Ancak bu karar üzerine Somali, Sudan, Tanzanya, Mısır, Fas, Tunus, Cezayir, Güney Afrika Cumhuriyeti Afrika ülkelerinde Filistin halkı için destek gösterileri düzenlenmiş, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Faki Muhammed ise ABD’nin Kudüs kararından dolayı derin endişe duyduğunu ifade etmişti: “Afrika Birliği, Filistin halkıyla var olan dayanışmasını yinelemektedir ve Filistin halkının bağımsız, egemen ve başkenti Doğu Kudüs olan meşru devlet arayışlarını desteklemektedir” dedi.[10]

İSRAİL’İN AFRİKA İLE İLİŞKİLERİNİ GELİŞTİRME POLİTİKASI
Filistin meselesi sebebi ile bazı Afrika ülkelerinin tavır almasından dolayı İsrail’in Afrika ile ilişkilerini diplomatik olarak geliştirmek istediği net bir şekilde anlaşılıyor. [11] Bu sebeple İsrail, Afrika’daki Yahudi nüfusunun lobi faaliyetlerini etkin bir şekilde kullanıyor. Bununla beraber İsrail’de yaşayan Etiyopya asıllı Falaşa Yahudileri de çok ciddi bir ağırlığının olduğu biliniyor. Yine tüm bunlarla beraber Müslüman nüfusun yoğun olduğu Gine ile siyasi ilişkiler kuruldu. Senegal ile bozulan ilişkiler düzeltildi. Ayrıca Senegal ile tekniksel ve tarımsal konularda anlaşmalar yapıldı.[12]

Böylelikle İsrailli iş adamları Gine, Senegal ve Fas’a çeşitli yatırımlar gerçekleştirdi. İsrail bu politikaları uygulayarak Afrika’dan siyasi destek sağlamak ve başka kazanımlar elde etmek istiyordu. Onun için İsrail Mashav[13]’ı devreye soktu. Mashav öncelikli olarak Etiyopya, Gana, Kenya, Ruanda, Senegal, Güney Sudan ve Uganda’da faaliyetler gösterdi. Ayrıca Burkina Faso, Kamerun ve Togo’ya ayrı bir ilgi beslediği bilinmektedir. Bu ülkelerin yanı sıra Mashav; Kenya, Liberya, Zambiya, Sierra Leone ve Eswatini (eski adı Svaziland) gibi ülkelerde çeşitli projelerle güçlenme başladığını söylemek yanlış olmaz.

İsrail sınırlı su kaynaklarına sahip olmasına rağmen modern tarım ve sulama tekniklerinde fazlasıyla başarılı, ileri teknoloji ve hibrit tohumlar kullanması sayesinde taze ve oldukça verimli ürünler de elde ediyor. Afrika’nın bu teknoloji imkânlarının olmamasından da faydalanıyor. Böylelikle İsrail kendi sınırlı su kaynaklarını kullanmak yerine Afrika’nın çokça zengin su kaynaklarını kullanmayı hedeflediğini söyleyebiliriz.

Bu yüzden İsrail Maslav aracılığıyla Kenya, Etiyopya, Ruanda ve Senegal gibi ülkelerle ortaklaşa gerçekleştirdiği projeler ile yoksullukla mücadele, teknoloji inovasyonu ve teknoloji ihracatı konusunda Afrika ile ilişkilerini güçlendiriyor. Hatta geri dönüştürülmüş atık suların kullanımı ile çiçek, sebze ve meyve yetiştirilmesini sağlayan İsrail, Afrika ülkelerine kırsal kalkınma ve tarım desteği de veriyor. [14]
SONUÇ
İsrail’in derinden ve stratejik bir yol izleyerek Afrika’yı kendi çıkarları için kullanmaya çalışması gözle görülüyor. Bu yüzden geçmiş yıllarda kesilen veya bozulan siyasi ilişkilerini yeniden tesis etmeye çalışıyor. Böylelikle Afrika ülkelerinden hem Birleşmiş Milletlerdeki oy çokluklarından yararlanarak Filistin meselesindeki engelleri kaldıracak hem de Afrika’nın yer altı zenginlerinden faydalanacaktır. Bu sebeple Afrika ülkeleri ile askeri, siyasi, ekonomik olarak ilişkileri düzeltmeye çalışıyor. Ancak bazı Afrika ülkeleri ile zaten düzeltti. Çünkü bu ülkelerle Mashav aracılığıyla projeler yapılıp uygulamaya konuldu. Bugün Mashav’ın internet sitesine baktığınızda Afrika uygulanan tarımsal projeleri görürsünüz.

Bununla beraber İsrail şirketler aracılığıyla Afrika’ya yatırımlar yaparak yer altı kaynaklarından yararlanmak istediği görülüyor. Çünkü Afrika elmas, altın gibi madenler bakımından zengin bir ülkedir.
İsrail’in amaçları bellidir. Afrika’da, Akdeniz’de ve Ortadoğu’da söz sahibi olmaya çalışmak. İsrail, Afrika konusunda akıllı ve stratejik bir yol izliyor. Bu nedenle dikkatli olunmalıdır.



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blogger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2] Fatih Şemsettin Işık, “Yeni Dönemde İsrail’in Afrika Politikası”, https://www.perspektif.online/tr/jeopolitik/yeni-donemde-israilin-afrika-politikasi.html , Erişim Tarihi: 14 Nisan 2020
[4] Muhammet Emin Esmer, “İsrail’in Afrika Politikasında Uganda’nın Önemi”, İNSAMER, 19.03.2020, s.1
[5] Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, “İsrail’in Yeni Afrika Politikası”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/israilin-yeni-afrika-politikasi/1253872, Erişim Adresi; 13.09.2018
[7] Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, “İsrail’in Yeni Afrika Politikası”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/israilin-yeni-afrika-politikasi/1253872, Erişim Adresi; 13.09.2018
[8] Osman Kağan Yücel, “İsrail’in Yeni Afrika Politikası BAE Üzerinden Yürüyor”, Erişim Adresi; https://www.aa.com.tr/tr/analiz/israil-in-yeni-afrika-politikasi-bae-uzerinden-yuruyor/1738368, 19.02.2020

[9] Tuğrul Oğuzhan Yılmaz, “İsrail’in Yeni Afrika Politikası”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/israilin-yeni-afrika-politikasi/1253872, Erişim Adresi; 13.09.2018
[11] Muhammet Emin Esmer, “İsrail’in Afrika Politikasında Uganda’nın Önemi”, İNSAMER, 19.03.2020, s.1

[13] Mashav yani İsrail Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı demek. Google’den girdiğimizde hakkında kısmında kısa tanımı şöyle; “Gelişmekte olan dünyanın geri kalanıyla İsrail'in kendi hızlı gelişiminin temelini oluşturan bilgi ve teknolojileri paylaşmak amacıyla 1957'nin sonlarında başlatıldı.
1948'de bağımsızlığa kavuştuktan sonra, bilimsel araştırma ve teknolojik gelişme, ülkenin modern bir devlet haline gelmesi için yeniden inşa edilmesinde kilit faktörlerdi. Büyüyen bir ülkenin kıt doğal kaynakları olan zorluklarını karşılamak için yeni ve yenilikçi teknolojiler geliştirilmiştir.”



17 Mayıs 2020 Pazar

TÜRKİYE VE YUNANİSTAN ARASINDAKİ EGE SORUNU




Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Yunanistan’ın son zamanlardaki işgalci tavırlarını hem Ege’de hem de Akdeniz’de görüyoruz.
Libya’da çıkan iç karışıklıklardan yararlanan Yunanistan, Libya’ya ait 39.000 Km2 deniz alanını işgal etmiştir. Aynı zamanda Yunanistan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kışkırtmak ve arama faaliyetlerini durdurmak amacıyla Mısır ve İsrail ile ittifaklar yapmakta ve Türkiye’yi Akdeniz’de enerji mücadelesinde yalnız bırakmaya çalışmaktadır. Buna mukabil Yunanistan, Girit kıyılarından Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir Münhasır Ekonomik Bölge belirleyerek Türkiye’nin yasal hakkı olan Münhasır Ekonomik Bölgesinin bir kısmında hak ihlalinde bulunmaktadır. Yunanistan burada sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türkiye’nin garantörlüğünü yaptığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakkını ihlal etmektedir. Çünkü Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın 400 km güneyindeki alanda kendi başına buyruk hareket ederek uluslararası enerji şirketlerine araştırma lisansı vermektedir.[2] Tabi tüm bunların yanında bir de Ege Denizini Yunan gölü haline getirme ve egemenlik hakkı iddia etmektedir.

Türkiye ile Yunanistan arasında tarihsel husumetlerin günümüze kadar gelmesi tesadüf değildir. Bu yüzden birçok konuda Yunanistan ile karşı karşıya geliyoruz. Günümüze yakın anlaşmazlıklara bakarsak eğer Ege sorunları, Kıbrıs sorunu ve Batı Trakya sorunu olmak üzere üç gruba toplayabiliriz. Ancak bunlardan Ege sorunları olan; kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası ve adaların silahlandırılması ile ilgili sorunlar iki ülkeyi sürekli karşı karşıya getiren egemenlik sorunlarıdır.[3]
Yunanistan sürekli Ege’de hak iddia etmeye çalışıp kendi aldığı kararlara göre önce deniz milini 3’den 6’ya çıkarttı. Sonra ise mil sayısını 12’ye çıkartmak istedi ancak Türkiye bunu savaş sebebi sayacağını duyurunca vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü Yunan tarafının deniz milini 12’ye çıkarması demek Ege’nin bir Yunan gölü haline gelmesi ve Türkiye’nin Ege’de hiçbir şekilde söz hakkının olmaması demektir.

Yunanistan’ın 1960’lardan itibaren yerli ve yabancı birçok petrol şirketine araştırma izni vererek Ege’deki faaliyetlerini sürdürdü. Türkiye ise anca1 Kasım 1973’de Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na Ege’de araştırma izni verdi ve aynı gün kendi kıta sahanlığını gösteren bir haritayı resmi gazetede yayınladı. Türkiye burada 1958 sözleşmesine taraf olmadığını belirterek, kıta sahanlığı sınırlandırmasını doğal uzantı ilkesine dayanarak Ege denizinin en derin noktalarından geçen hatta göre belirlediğini ifade etmiştir.[4]

Zaten Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşmasından ve Montrö Boğazlar sözleşmesinden doğan hakları mevcuttur. Ancak Yunan tarafı bunları çiğnemeye çalışmakla beraber Ege Denizinde kendi üstünlüğünü kurmaya çalışıyor.
1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge oluşturdu. Silahsızlandırılmış adalar, eşit karasuyu, paylaşılmış kıta sahanlığı ve geniş açık deniz ilkelerinin korunması her iki tarafında Ege Denizi’nden eşit şartlarda yararlanmasını sağlamıştır.[5] 

Ancak Yunanistan bu antlaşmalara rağmen Türkiye’nin Ege’deki egemenliğini ihlal etmeye çalışıyor ve ayrıca Doğu Ege adalarına asker ve silah yığıyor.  Yunanistan’ın 1960’da başlayan bu tavrı Türk makamlarca protesto edilse de Yunanistan bu tarihlerde adaları silahlandırdığını reddediyordu. Ancak 1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin Ege Ordusunu kurmasını gerekçe göstererek Doğu Ege Adalarını silahlandırmayı açık bir şekilde devam etti. Ayrıca Yunanistan’ın iddiasına göre 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Lozan Barış Antlaşması’nı ortadan kaldırdığını ileri sürerek Yunanistan kendisinde Limni ve Semadirek adalarını silahlandırma hakkını görüyor.[6]

“Ancak Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde bu sözleşmenin Lozan Barış Antlaşması’nın yerini alacağını belirtmişse de bu sözleşme Türkiye’nin güvenliği ve boğazlardan serbest geçişinin güvenliği açısından yapılmış olup Lozan Antlaşması’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olmayan maddeleri yürürlüktedir.”[7]

Bu yüzden Yunanistan’ın Ege denizindeki bu girişimleri hukuka aykırılık teşkil etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin güvenliğini de tehdit etmektedir. Çünkü Ege Denizi’ndeki Yunanistan’a ait bazı adalar Türk kıyılarına çok yakındır. Bu adaların silahlandırılması demek Çanakkale Boğazının serbest geçişinin güvenliğini ve Türkiye’nin tüm batı kıyılarının Yunan tehtidi altında olması demektir. 
Ancak Türkiye son yıllarda Akdeniz’de var olma mücadelesi vermesine rağmen Ege’deki haklarını da koruma mücadelesi vererek Mavi Vatan Doktrini ile işgallere karşı aktif mücadele veriyor.

Yeni şafak’ın haberine göre;
 Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, 100’den fazla STK ile birlikte hukuken Türkiye’ye ait olan ancak fiilen işgal altındaki 12 Ada, Girit ve Batı Trakya gibi konuları yargıya taşıma kararı aldı. Derneğe akademik destek veren İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal, davayı uluslararası en üst mercilere taşıyacakları bilgisini paylaştı. Doğu Akdeniz ve Ege’de uluslararası hukuku çiğneyen komşular olduğunu, bunların başında da Yunanistan’ın geldiğini ifade eden Topsakal, Atina’nın hukuku hiçe sayıp 12 Adalar’a asker çıkardığını söyleyerek şunları belirtti.[8]
Bu davayı deniz hukukçularımız takip edecek. Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler’in (BM) yanısıra insan hakları kuruluşlarına kadar bu davayı götürmeyi düşünüyoruz. Bu dava süreci sadece Türkiye ile sınırlı değil, ayrıca KKTC’nin de haklarını bu davalara ekledik. Oradaki STK’larla birlikte hareket edeceğiz. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan’ın da içinde olduğu Türk Dünyası STK’lar Birliği de bize destek veriyor ve dava sürecini takip edecek. Aynı şekilde Balkanlar’da da çok büyük bir STK topluluğumuz var. Balkanlar’daki kardeşlerimiz de sürece dahil olacak. Süreci yakında fiilen başlatmış olacağız.”[9]

Ege ve Akdeniz’de sıkıntı yaşamak istemiyorsak ve kıyı sınırlarımızın güvende olmasını arzuluyorsak Türkiye Cumhuriyeti olarak Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesinden doğan haklarımızı sonuna kadar kullanmalı askeri olduğu kadar da hukuksal olarak da varlığımız korunmalıdır.





[1]Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blogger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2] Kubilay Muhammet Özdemir, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz Hamlesi”, Ortadoğu Gazetesi, 22 Aralık 2019
[3] Tayyar Arı, “Kıta Sahanlığı Sorunu ve Türk-Yunan İlişkileri”, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi,  c,13, say:1-2, Mart-Kasım 1992, s.167
[4] Tayyar Arı, “a.g.m.”, s.169
[5] Mehmet Kanat, “Küreselleşen Dünya’da Ege Adalarının Deniz Güvenliği Açısından Türkiye Jeopolitiği İçin Önemi”, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Coğrafya Anabilim Dalı, Lisans Bitirme Tezi, Mayıs 2018, s.46
[6] Mehmet Kanat, “a.g.e.”, s.53
[7] Mehmet Kanat, “a.g.e.” s.54

[8] Yeni Şafak Gazetesi, Atina'nın uykuları kaçacak: Girit ve 12 Adanın Türkiye'ye iadesi için dava açılıyor”, 14 Mayıs 2020

[9] İlyas Topsakal, Atina'nın uykuları kaçacak: Girit ve 12 Adanın Türkiye'ye iadesi için dava açılıyor”, Yeni Şafak Gazetesi, 14 Mayıs 2020


#Türkiye #Adalar #Yunanistan #Ege





11 Mayıs 2020 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN KÜRESEL GÜÇLERLE MÜCADELESİ




             Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Türkler tarih boyunca irili ufaklı birçok devlet kurup dünyaya yön vermiş büyük bir millettir. Türk milleti bu yön çerçevesinde çeşitli coğrafyalara göç ederek buralarda kalıcı olup milletleri her türlü etkilemeyi başarmıştır. Türklerin 4.yüzyılda Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa’ya başlattığı göç ile birlikte Batı şekillenmeye başladı. Büyük Türk Hükümdarı Atilla ile şekillenen Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun temelleri sarsılmaya başladı. Ayrıca Papanın Atilla’nın ayaklarına kapanmasını ve tarihler 1071’i gösterdiğinde ise Malazgirt zaferiyle Alparslan’ın Romen Diyojeni yenmesini, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesini Küresel güçler asla unutmadı. 

Özellikle Anadolu topraklarının Türklerin elinde kalmasını bir türlü kendilerine yediremediler. Hiç şüphesiz ki tarihte büyük değişimlere yol açan diğer Türk devletleri ile de uğraştılar ancak Türkleri kırma noktası olarak Osmanlı İmparatorluğunun gerileme süreci ile başlattılar. 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı çok büyük kan kaybına uğradı. Bu Antlaşma ile Osmanlı’nın Orta Avrupa’daki egemenliği büyük ölçüde sona erdi. Osmanlı Devleti, Batı’da ilk kez bu kadar toprak kaybetti. Bunun yanında antlaşma ile ilk kez siyasi ve askeri açıdan kaybettik. Osmanlı, Avrupa’dan geri çekilmeye Avrupa ise saldırıya geçti. Osmanlı 1699’dan 1918 Mondros Antlaşmasına ve 1920 Sevr Antlaşmasının imzalanmasına kadar ki geçen süre zarfında açık pazar haline geldi ve resmen işgale uğradı. Özellikle dünyanın kesişme noktası olan Anadolu’dan Türkleri atmak için küresel güçler büyük oyunlar kurdular. Ancak tarihler 19 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Milli Mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal’i hesap edemediler. Küresel güçlerin kurmuş olduğu ve üzerinde yıllarca çalıştığı tarihi “Şark Planı”nı Mustafa Kemal ve arkadaşları çökertmeyi başardılar. “13 Eylül 1683 Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.”[2] Şark planı ile başlayan 1699 Karlofça Antlaşmasının imzalanmasıyla hızlanan küresel güçler oyunu çökertilerek Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tün dünyaya resmen tanıtıldı.

Zor geçen milli mücadele ve ardından yeni kurulan devletin sancılarına rağmen Türk Milleti ayakta kalmayı başardı. Yeni Türk devleti benzeri görülmemiş inkılaplar yaparak çağdaşlaşma yolunda büyük mesafeler katetti. Ancak küresel güçlerin Anadolu’dan tamamen sökülüp atılması gerekliydi. Böylelikle Mustafa Kemal Atatürk, ekonomi başta olmak üzere tüm alanlarda millileşme politikası izledi. Ayrıca Mason localarına kökü dışarıda zararlı faaliyetler diyerek 1935 yılında tüm mason localarının kapatılması emrini verdi.

Ancak küresel güçler rahat durmayacaktı. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Anadolu toprakları üzerindeki kirli emellerini planlamaya başladılar. Özellikle Türkiye’nin dolaylı yollardan kan kaybetmesi için 1960 darbesi ve sonraki sokak çatışmaları ile 1980 darbesi yine ardından binlerce insanımızın ölmesine neden olan bölücü terör ile dini istismar eden örgütlerinin desteklenip Türkiye’nin başına musallat edilmesi küresel güçlerin Anadolu üzerine kurdukları oyunlardandır. Etnik kimlik üzerinden çıkarılan çatışmalar, mezhep kavgasının çıkarılmak istenmesi, ekonomik bunalımlar ve yine çeşitli terör olayları oynanan oyunların diğer ayağını oluşturmaktaydı. Türkiye dolaylı olarak kan kaybettirilmek isteniyor. Kendi içinde enerjisinin tüketilip bölge bölge parçalanması hedefleniyordu. Ancak 2200 yıllık Türk devlet geleneğine sahip Türk milletinin içerisinden çıkan vatansever evlatları bu oyunları bozmaya çalışıyor ve bu uğurda şehit oluyordu.
Ancak küresel güçler Türk devletinin içine sızıntı yerleştirmeye başladı. Vatansever, milliyetçi kişiler uydurulan gerekçelerle önü kesiliyor yada mahkeme karşısına çıkarılıp içeriye atılıyordu. Onlardan doğan boşluğa ise küresel güç destekli Fetöcüler yerleşiyordu. Uzun bir sürecin ardından bu davalardan beraat edenler yani milli devletin kanadını oluşturanlar ile Fetöcü yapılanma karşı karşıya geldi. Fetö ise milli kanadı güçlendirmemek için son darbeyi vurmak üzere 15 Temmuz 2016 günü harekete geçti. 

Fakat başarılı olamadı. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk milleti ve devletin içindeki vatansever asker, polis, istihbarat görevlileri kısaca tüm birimler vatanı korumak için direnişe geçtiler ve darbe sabaha karşı bastırıldı. Ancak çok canımız yandı.
251 vatan evladı şehit oldu. 2194 kişi gazimiz oldu. Küresel güçler Türkiye’ye 1980’den tam 36 yıl sonra çok büyük bir darbe vurarak parçalayacaktı. Ancak devlet ve millet buna müsaade etmedi. Tüm bunlardan sonra ardı ardına yapılan terör saldırıları sonucunda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde birçok insanımız katledildi. Ancak yinede yılmadık. Mücadeleden geri durmadık.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı ve yargıdan bir sürü ihraçlar ve tutuklamalar olmasına rağmen Türkiye Küresel güçlere savaş açarak 40 gün sonra “24 Ağustos 2016 sabah dört sularında Cerablus’dan başlayarak başta DEAŞ olmak terörist unsurları temizlemek amacıyla “Fırat Kalkanı” adı verilen bir sınır ötesi operasyonunu başlattı. Yine bu operasyonun devamı niteliğinde DEAŞ, PKK, YPG, PYD gibi terörist unsurları temizlemek amacıyla 20 Ocak 2018 “Zeytin Dalı Harekatı” yaparak 18 Mart 2018’de Afrin şehir merkezi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçti. Yine 9 Ekim 2019’da bu sefer “Barış Pınarı Harekatıyla” terörist unsurları kıran bir darbe vuruldu.”[3]

Artık Türk’ün rahat etmediği Yurtta ve Cihan’da Sulh olmayacaktı. Türk milleti Küresel güçlere karşı savunmadan saldırıya geçmişti. Tıpkı 97 yıl önceki milli mücadelenin bir benzerini farklı zamanlarda farklı mekânlarda ama aynı düşmana karşı yapıyordu.
Küresel güçler yeni bir dünya düzeni kurarken bütün yöntemleri uygulamakta bazı ülkeler askeri müdahale ile işgal edilmekte bazı ülkelerde ise iktidarlar renkli devrimlerle değiştirilmekte idi. Böylelikle bu coğrafyaları kendi çıkarları açısından yeniden dizayn etmek üzere Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi, Renkli Devrimler, Arap Baharı diye adlandırdığı projelerle dünyayı savaş alanına dönüştürdüler.[4]  

Çünkü ulus devletlerin gelişmelerin önünde bir engel olduğu yönündeki düşünceler güçlendikçe, küresel ideolojiye uygun yeni bir siyasal iktidar ilişkisine yönelik artışlar görüldü. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, G-8 ülkeleri, Bankacılık Sektörü, Uluslararası Borsa Hareketleri vb. kuruluşlar düzenledikleri seminerler sonunda yayınladıkları raporlarında küreselleşmenin önündeki en büyük engelin ulus devlet olduğuna vurgu yapıyorlar. Dünya ekonomisine yön veren ülke ve kuruluşların ulus devleti gelişmeler önünde en büyük engel olarak görmeleri ulus devletin geleceğinin ne kadar ciddi tehlikede olduğunu gösteriyordu.[5]

Sonuç itibariyle; küresel güçlerin ulus devlet olan Türkiye’nin, bulunduğu coğrafi konumun önemi ve tarihi kindarlıkları sebebiyle günümüzde de uğraşmaya devam ediyorlar. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti küresel güçlere savaş açarak, dünya beşten büyüktür diyerek mazlumların yanında olmaya devam ediyor ve bugün dünyanın bütün cephelerinde mücadele ediyor.



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)
Kısaca Tanıtım; öğretmen ve tarihçi yazar, Academia.edu’da makaleleri olmak üzere kendi blooger sitesinde de yazıları vardır. https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/
[2]İsmail Habip Sevük; (d. 1892, Edremit - ö. 17 Ocak 1954, İstanbul), Türk yazar, edebiyat tarihçisi, gazeteci, siyasetçi. Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu'da çıkarılan çeşitli gazetelerde Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme aldı. Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat tarihi kitabı olan “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” adlı eserin yazarıdır[1]. VII. TBMM’de Sinop milletvekili olarak yer almıştır (1943-1946).
 [3] Kubilay Muhammet Özdemir, Türkiye’nin Suriye ve Libya Üzerinden Dolaylı Olarak Dünya İle Mücadelesi, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2020/05/turkiyenin-suriye-ve-libya-uzerinden_6.html , Erişim Tarihi; 6 Mayıs 2020
[4] Ünal Acar, “Küresel Güç Mücadelesi ve Ulus-Devletin Geleceği”, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ISSN 1309-1387, c.11, Say: 27, Mart 2019
[5] Ünal Acar, “a.g.m.”, Mart 2019


6 Mayıs 2020 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN SURİYE VE LİBYA ÜZERİNDEN DOLAYLI OLARAK DÜNYA İLE MÜCADELESİ



Kubilay Muhammet Özdemir[1]
 ÖZET
Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyadaki coğrafi konumu sebebiyle en çok üzerine plan yapılan bir devlettir. Hiçbir sömürgeci güç Türkiye’yi Anadolu coğrafyasında istemez ve bölgede zayıflatmak ister işte buyüzden dünya devletleri tarafından aslında müttefik gibi görünüp ancak arkadan dolaylı olarak düşmanlık yaparak Türkiye’nin aleyhine olacak gelişmelere destek vererek niyetlerini  belli ederler. Arap Baharıyla sarsıntısı geçiren ülkeler, Suriye’de çıkarılan iç savaş ve Türkiye’yi Akdeniz’de hapsetme çabaları bunların hepsi dünya devletlerinin birer oyunudur. Bu makalemde Türkiye’nin bu durumlar karşısında sessiz kalmamasını Libya ve Suriye üzerinden dünya devletleri ve onların kuklaları olan Arap devletleri ile mücadelelerini anlatacağım.

Anahtar Kelimeler; Türkiye, Suriye, Libya, UMH, Hafter, Arap Baharı, Petrol

MAKALEME ULAŞMAK İÇİN BAĞLANTIYA TIKLAYINCA ACADEMİA.EDU'YA YÖNLENDİRİLECEKSİNİZ.

https://www.academia.edu/42953209/T%C3%9CRK%C4%B0YE_N%C4%B0N_SUR%C4%B0YE_VE_L%C4%B0BYA_%C3%9CZER%C4%B0NDEN_DOLAYLI_OLARAK_D%C3%9CNYA_%C4%B0LE_M%C3%9CCADELES%C4%B0


[1] Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)


Diğer Yayınlar