6 Ocak 2023 Cuma

SİYASET BİLİMİ İLE ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE TARİH BİLİMİ ARASINDAKİ BİLİMSEL İLİŞKİ

 


Bu hafta siyaset bilimi ile uluslararası ilişkiler ve tarih bilimi dallarından ve bu üç dalın birbirleriyle olan ilişkisinden bahsedeceğim.

Günlük dilde kullanılan siyaset kelimesi Arapçadan Türkçeye geçmiş bir kelime olup “siyasa” şeklinde kullanılmıştır. Bu kelime yönetmek, eğitmek ve yetiştirmek anlamına gelmiştir. Fakat bu kelimenin kökü İbranice olarak Kitab-ı Mukaddesteki at anlamına gelen sûs kelimesine bağlanmıştır. Böylece bedevi toplumlarda atların ve develerin terbiye edilmesinde kullanılmıştır. Daha sonra siyaset kelimesi şehirlerin ve insanların idaresi ve yönetim sanatı anlamında ifade edilmiştir. Böylece siyaset bir amaç veya prensip gereğince şehrin yönetilmesine ilişkin sanat anlamında kullanılmıştır. Ayrıca Müslüman düşünürlerde şehir ve toplum idaresindeki düşüncelerini siyaset-name adlı kitapta toplamışlardır. Modern dönemde ise siyasa ve siyasi kelimeleri Batı dillerindeki politika, politik ve policy kelimelerinin anlamlarını kazanarak onların yerini almıştır. Osmanlı Devleti’nde ise siyaset kelimesi genelde devlete karşı işlenen suçların cezalandırılması anlamına gelen siyaseten katl ifadesi kullanılmıştır.   (Dursun ve Altunoğlu, 2012:3)

Bu nedenle siyaset, insanların topluluk olarak yaşadıkları her dönemde ve her farklı coğrafya bölgesinde karşımıza çıkar. Bu yönüyle siyaset, evrenseldir. Onun için siyaseti tek bir uygarlıkla tek bir dönemle sınırlandıramayız. (Ağaoğulları, 2013:3)

Bunun yanında uluslararası ilişkiler, ülke içi değil ama ülkeler arası ilişkileri anlamaya çalışır. Bunu yaparken de ağırlığı devletlerarası ilişkilere verir. Bu nedenle uluslararası ilişkiler, dış politikadan ayrılır. Çünkü uluslararası ilişkiler dış politikadan farklı olarak siyasi, ekonomik, kültürel ve bireysel boyutlarda dünyayı, devletleri ve devletlerarası ilişkileri ve bu ilişkilerin tarihsel sürecini anlamaya çalışan bir bilim dalıdır. (Keyman ve Dural, 2013:3)

Tarih ise geçmişte cereyan eden olayları, sebep ve neticeleri ile inceleyen bir bilim dalıdır. Bu nedenle tarih bilim olarak yazıyla, vaka olarak da insan ile başlamıştır. Yani dünya var olduğundan beri insanlığın tarihi vardır. Fakat bunların yazıya geçirilmesiyle bilim niteliği kazanmıştır. Tarihe bilim niteliği kazandıran ise sosyoloji ve tarih felsefesinin piri sayılan İbn-i Haldun’dur. Onun görüşüne göre; “Tarih ilmi olayların nedenselliği ve sebeplerini derinliğine inceleyen bir ilimdir.” (Kubilay Muhammet Özdemir, Tarihçilerin Vatan Görevi, Son Saat Gazetesi, 14 Ağustos 2022, s.5)

Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler ve Tarih Bilimi arasındaki bilimsel ilişki ise şu şekildedir. Siyaset Bilimi ülke içinde devlet, toplum, birey arasındaki ilişkileri açıklayıp anlamaya çalışırken uluslararası ilişkiler ise devletlerarasındaki ilişkiler anlamaya çalışan bir bilim dalıdır. Bu nedenle bir devlet yurt içi ve yurt dışı politikalarını belirlemek için bu iki bilim dalından da yardım almaktadır. Bu iki bilim dalının kesiştiği bir bilim dalı daha vardır. O da Tarih Bilimidir.

Tarih biliminin teorik bilgisi, siyasi bilimin pratik becerisine dönüştüğünde çözüm gerçekçi ve etkin olmaktadır. Çünkü siyasi bilim akıl ise tarih hafızadır. Tarih ve siyaset arasındaki ortak alan toplumsal olay ve olguların bir geçmişinin olmasıdır. Çünkü Siyaset bilimi araştırdığı konunun geçmişte nasıl olduğunu olay ve olguların sebep ve sonuçlarını yer ve zaman göstererek ancak tarih bilimi ile bilebileceği için bu bilim dalından yararlanmaktadır. (Berber, 2021:111)

Uluslararası İlişkiler ise tarih biliminden devletlerarası ilişkileri incelenmek için yararlanmaktadır. Çünkü devletlerin başka devletlerle olan ilişkilerinde ürettikleri politikaları belirleyen faktör tarihtir. Bu nedenle devletleri yöneten kadrolar politikalarını üretirken aynı hataya veya yeni bir hataya düşmemek için geçmişten ders çıkarırlar. Böylece uluslararası ilişkiler disiplininin yolu sürekli tarih bilimiyle kesişir.

Sonuç olarak devletler; gerek ulusal gerek uluslararası politikalarını üretmek için Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler Bilimi ve Tarih Bilimini iyi okumak ve ona göre hareket etmek zorundadır.   


23 Aralık 2022 Cuma

HERGÜN GAZETESİNE GÖRE 1977 – 1980 YILLARINDA SAĞ – SOL ÇATIŞMASI


1975’ten itibaren gittikçe büyüyen ve Türk siyasi hayatının bir dönemine damga vuran sağ – sol kavgası kuşkusuz ki, pratikte olduğu kadar ideolojik alanda da yaşanmıştır. Sol dünya görüşüne sahip olan yazarlar fikri yönden birçok yayın çıkarmış; sağ kesim aydınlarıysa, sol tandanslı yayın bombardımanı karşısında ancak sınırlı bir savunma hattı oluşturabilmiştir. Kitabın konusunu teşkil eden Hergün Gazetesi, bu sınırlı mücadeleyi en güçlü biçimde ortaya koyan yayın organlarından birisi olmuştur.

Sosyalizm fikrini benimsemiş gazete ve dergilere karşı ideolojik mücadele vermek için Alparslan Türkeş, Zeki Saraçoğlu’na görev vermiş ve Hergün Gazetesi’ni satın aldırarak ülkücü görüş adına güçlü bir savunma hattı oluşmasını sağlamıştır.  Böylece, Hergün Gazetesi ülkücüler için dönemin en önemli yayın organı haline gelmiştir. Kimi zaman bombalı saldırılara uğramış kimi zamanda CHP’nin siyasi baskılarına uğrayarak susturulmak istenmişse de MHP’nin desteği sayesinde 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar faaliyetini sürdürmüş ve Ülkücü Hareketin düşünce dünyasını etkilemeye güçlü biçimde devam etmiştir.

Tarihçi - Yazar Kubilay Muhammet Özdemir bu kitabında Hergün Gazetesi özelinde 1977 – 1980 yılları boyunca Türkiye’yi kaos ortamına sürükleyen siyasi ve sosyal olayları anlatmakla birlikte bu dönemde yaşanan ideolojik mücadeleyi de mercek altına almıştır.

Dönemin olaylarına farklı açılardan ışık tutacak olan Hergün Gazetesine Göre 1977 – 1980 Yıllarında Sağ – Sol Çatışması adlı bu kıymetli eser, Gece Kitaplığı Yayınlarından çıkarak satışa sunulmuştur.

Böylece Tarihçi – Yazar Kubilay Muhammet Özdemir Hergün Gazetesini akademik anlamda Türkiye’de ilk defa çalışan kişi olmuş ve bu eseri akademi dünyasına kazandırarak Tarih Bilim Uzmanı olmaya da hak kazanmıştır.           




SİYASAL İSLAM’IN GENÇLİK ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

 



Son zamanlarda gençliğin ateizm veya deizm gibi inançsızlıklara doğru evrildiği görülmüştür. Bunun üzerine “Siyasal İslam’ın, İslam’a ve gençliğe zarar verdiği anlaşılmıştır. Çünkü gençler son zamanlarda kendilerini dindar olarak tanıtan insanların din adı altında yapmadıkları haltları görünce bunu İslam ile bağdaştıramayıp böyle bir İslam olamaz diyerek artık dini kabullenmeme yolunu seçmeye başlamışlardır. Hatta basına yansıyan haberlere ve araştırmalara göre muhafazakâr olan gençler bile ateizme ve deizme yönelmeye başlamıştır.

 Hemen şunu da ifade etmek istiyorum ki İslam’ı kendi çıkarları için kullananlar gerçek dindarlar yani “Muhafazakârlar değil, “Siyasal İslamcılardır.” Muhafazakârlık ile Siyasal İslamcılık ayrı kavramlardır.   

 Fakat ben bu durumun gençler üzerine yapılan planlı bir eylem olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra cihat ederek Allah'ın adını yaymış ve birçok topluluğa adaleti, hoşgörüyü, merhameti öğretmiş bir millet idi. Ancak buna rağmen son zamanlarda İslam’a hizmet etmiş atalarımızın torunları ateizme, deizme ve birçok inançsız "İZM"lere yönelmektedir.

 DİKKAT EDİN! Türk Milletinin ve onun geleceğinin teminatı olan gençlere plan kuranlar asla ve asla Hun İmparatoru Attila'nın önünde diz çöken Papa'yı ve İslam'a en iyi şekilde hizmet etmiş atalarımızın fetihlerini ve özellikle İstanbul'un fethiyle beraber Ayasofya'nın camiye çevrilmesini unutmadılar. Her ne kadar Hun İmparatoru Attila Müslüman olmasa da sonuç itibariyle bir "BİR TÜRK HÜKÜMDARIYDI”. Papanın onun önünde eğilmesine hazmedemediler. Yine İslam'ı benimsedikten sonra Türklerin, İslam'a hizmetleri ortadadır. Ayrıca İslam Medeniyeti altın çağını yaşarken, Hıristiyan Avrupa karanlık dönemini yaşıyordu. Daha sonra bizim eserlerimizi kendi dillerine çevirip geliştirip bize karşı kullanarak bizi geçtiler ve bizden intikam almaya başladılar.

 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı çok büyük kan kaybına uğradı. Ancak “13 Eylül 1683 Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durduruldu.” Düşman belki yurttan sökülüp atıldı. Fakat bu seferde devşirdikleri bazı tarikatlar sayesinde planlı olarak gençlerimizi etkilemeye başlamışlardı.

 Allah’a kul değil de kula kulluk yapıp Şeyhinin ayağını yıkadığı suyu kutsal kabul edip içenleri, çocukları taciz edenleri veya devletin kurumlarına kendi çıkarları için sızıp darbe kalkışması yapmaya kalkışarak 15 Temmuz’da insanlarımızı şehit edenleri gençlerimiz görünce bunlar Müslüman ise ben neyim? Ben Müslüman isem bunlar ne diye kendilerine sormadan edememişlerdir.  

 

Gençler dini kendi çıkarları için kullanan şeyhleri, cemaatçileri, darbecileri görünce sanki HÂŞÂ İslam dini suçluymuş gibi düşünerek dinden soğumaya başlamışlar ve bunun sonucunda da yukarıda ifade ettiğimiz gibi “İZM”lere yönelmişlerdir. Hâlbuki eksiklik İslam’da değil, İslam’ı kullanarak bu tür eylemleri gerçekleştirenler yüzündendir. Biz gençlerimize öncelikle bunu kavratmalıyız. Gençlerimiz bu tür kişilere rağmen İslam’ı en güzel şekilde yaşayarak ve yaşatarak gerçek Müslüman kimmiş? Onu göstermelilerdir.

 

“Bizim gençlerimiz İslamiyet’i siyasal mücadelelere, hırs ve menfaatlere alet edilmesine tepki olarak dininden soğumamalıdır. Tersine dinini en güzel şekilde öğrenip bu tür kişilere karşı mücadele eden gerçek Müslümanlar olmalılardır.”

 

 


16 Aralık 2022 Cuma

İSLAM İLE ULUSÇULUK VEYA MİLLİYETÇİLİK ÇELİŞİR Mİ?

 


İslam ile ulusçuluk veya milliyetçilik çelişir mi? Sorunun cevabını Türkçülüğün esasları ve yine bir başka eseri olan Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak adlı eseri yazan ve birçok önemli esere imza atan ayrıca Türkçülüğü ve Türk Milliyetçiliğini sistemleştiren Ziya Gökalp’ten vereceğim.

 

Ulusallık duygusu bir kavimde uyandıktan sonra komşu kavimlere de kolayca yayılır. Ulusallık ülküsü önce Müslüman olmayanlarda, sonra Arnavut ve Araplarda ve en sonunda Türklerde ortaya çıktı. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletini Türkler oluşturmuşlardı. Bu yüzden Türkler ilkin sezgisel bir sakınma ile bir ülkü için var olan bir toplumu tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdi. Bunun için Türk düşünürleri, “Türklük yok, Osmanlılık var” diyorlardı. Fakat acıklı denemeler gösterdi ki Osmanlı sözündeki yeni anlamı, Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni anlamın ileri sürülüşü yalnız faydasız olmakla kalmıyor; devlet ile uyruklar ve özellikle Türkler hakkında pek zararlı sonuçlar doğuruyordu. Sırf uyrukları bir arada tutmak için “Ben Türk değilim, Osmanlı’yım” diyen Türkler, uyrukları anlaşmaya razı edemeyeceklerini sonunda pek acı bir şekilde anladılar. Artık ulusallık duygusunun egemen olduğu bir memleketi, ancak ulusallık zevkini benliğinde duyanlar yönetebilirdi. (Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2010, s. 22 – 24)

İşte bu yazıda anlaşıldığı gibi Türkler son ana kadar Osmanlı içerisindeki diğer etnik unsurlar dağılmasın diye kendi kimliğini gizlemiş onları Osmanlılık vatandaşlığı altında toplamaya çalışmış ancak esen milliyetçilik akımı diğer etnik unsurları çoktan Osmanlı’dan koparmıştı. Üstüne bir de Osmanlı’yı yıkmış ve yok etme durumuna getirmiştir. Bu sebeple Türklerde kimliklerini kullanmaya başlamış ve Türkçülük fikriyatını ortaya atıp Türk milliyetçiliği yapmışlardır. Ancak şunu belirtmem gerekir ki Türklerin Türk milliyetçiliği bir kavme husumet amaçlı ya da bir kavmi yok etmek amaçlı ortaya çıkmamıştır. Örneğin Almanya’nın Nazizim milliyetçiliği Yahudileri yok etmek amaçlı çıkmıştır. Aslında Türk milliyetçiliği haricindeki tüm milliyetçilikler hep başka kavme husumet amaçlı çıkmışken bir tek Türk Milliyetçiliği kendisini koruma refleksi olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Türkler o dönemde vatan elden giderken susup oturup vatanın elden gitmesini mi bekleyecekti? Bu nedenle mecbur kalıp Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği yapıp mücadele ettiler. Belki Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü durduramadılar ama bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını sağladılar.

 

Ancak zaman içerisinde Türklerde ulusçuluk duygusu uyanmaya başlayınca, Türk sözcüğü başka tür saldırılara da uğradı. Hülâgu’nun vahşice zulümleriyle Türkçülük arasında bir ilişki varmış gibi saldırı hileleri yapıldı. Bir yandan da Türkçülük İslamcılığa aykırı olmakla suçlandı. Oysa Türkçülerin amacı, çağdaş bir İslam Türklüğüdür. Türkçülerin ulusçuluk ülküsü, Türklükse; ümmet ülküsü de İslamlıktır. Yani Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır. Yalnız Türkçüler, İslam ümmetçisi olarak kendilerini “İslam Milliyetçilerinden” ayırt ederler. Çünkü İslam kavimlerinde ulusallık duygusunu ortaya çıkarmayan böyle doğal olmayan bir birleşmeyi bu gün ne Türkler ve Araplar ne Hintliler ve Afganlarlılar ne Berberiler ve Farslar kabul edebilirler. Türkler, ulusal ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “ulusal kin” duygusu aşılamaya yeltenmediler. İslam ümmetçiliğini anlamamış olan Abdullah Nedim’lerin, Fraşerli Naim’lerin bu yanlış yoluna gitmediler. (Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2010, s. 61 – 62)

 

Türkçülüğü ve Türk Milliyetçiliğini sistemleştiren Ziya Gökalp’in bu eserinden de anlaşıldığı üzere Türkçülüğün ya da Türk Milliyetçiliğinin İslam karşıtlığı değil bizatihi İslam ile iç içe olduğunu anlıyoruz. Bu yüzden Türk Milliyetçiliğini, İslam karşıtı gibi gösterenlere de itibar etmiyoruz ve etmemenizi de tavsiye ediyorum.


 

 


14 Aralık 2022 Çarşamba

GENÇLİĞİ TÜRK-İSLAM SENTEZLİ FÜTÜVVET EHLİ YETİŞTİRİN


 

 

Günümüzde gençlik sıkıntılı bir dönem geçirmektedir. Bu sıkıntılar genel ahlak çöküşü başta olmak üzere milli ve manevi duyguların körelmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yüzden gençliği kurtarmanın formülü ancak ve ancak Türk-İslam ruhunun gençlere aşılanıp onları fütüvvet ehli olarak yetiştirmekle mümkün olacaktır. 

Peki fütüvvet nedir?

Fütüvvet; İslam’da cömertliği, başkaları için hayır ve iyilik yapmayı, nefsini zapt ederek başkalarını tercih etmeyi, insanların hizmetinde olmayı ve Hakka hizmeti halka hizmette bulmayı anlatan en üst ahlak ilkesidir. Fütüvvet, tasavvufun ideal ahlakını anlatır. Başka bir ifadeyle tasavvuf öncelikle nefsin tezkiyesi üzerinde odaklanmış olsa bile varmak istediği iyi ahlakın başında fütüvvet ideali gelir. Fütüvvet, yani yiğitlik, en üstün erdemdir ve bu erdem canını Hz. Peygamber için verebilen ve savaş esnasında bile öfkelendiğinde kendisini zapt edebilen Hz. Ali’de hakiki anlamını kazanmıştır. (İbn Arabi, Fütüvvet Ehli ve Meczupları), Lıtera Yayıncılık, Ter: Ekrem Demirli, İstanbul 2015, s.28) İşte biz gençlerimizi bu şekilde fütüvvet ehli ve güzel ahlaklı yetiştirmeliyiz.

Bu nedenle bu konuda diyanet işleri başkanlığına çok iş düşüyor. Çünkü yapılan araştırmalara göre gençlerimiz arasında ve hatta orta yaşlılar arasında güzel dinimiz İslam’ın temel dini bilgilerini dahi bilmeyenler var. Bu da İslam dinine çok büyük fedakârlıklarla hizmet eden Allah’ın adını yaymak için yedi iklim ve üç kıtaya at süren atalarımızın torunlarına yakışmamaktadır. Hemen şunu da belirteyim ki bunun ne laiklikle nede başka bir şeyle alakası yoktur. Bu tamamen bizim tembelliğimizden ve okumamamızdan kaynaklanıyor. Bizim yaratan Rabbimiz peygamberine dahi “OKU” diye ilk emrini bildirmiştir. Bizler birer aciz kul olarak başka başka bahaneler üretmemize gerek yok. Sen bir Müslüman olarak Allah’ın emri olan “OKU” emrini yerine getirmeyip dinimizi kendini bilmez hocayım diye geçinen şeyhlerden, şıhlardan öğrenirsen her sakallıyı hoca zannedersen din yerine batıl inanç öğrenirsin. Bunun için ilk önce ilahiyat fakültelerine çeki düzen verilmelidir. Dinimizi öğretecek iyi âlimler yetiştirilmelidir. Buna mukabil diyanete bu iyi yetişmiş âlimler atanmalıdır. Gençlerimiz ve farklı yaşlardaki insanlarımız merdiven altı açılan cemaat evlerinden değil, devletimizin kontrolündeki resmi kurumlarda İslam’ı en iyi şekilde öğrenmelidir. Kaş yaparken göz çıkarmamak için gençlerimizi saçma sapan FETÖ veya Adnan Oktar gibi dini eğitim veriyorum adı altındaki terör örgütlerine kaptırmamak için diyanet işlerinin ve ilahiyat fakültelerinin sağlam çalışmalar yapıp gençlerimize ulaşmaları gerekmektedir. Fakat şunu da ifade etmek istiyorum. Bütün cemaatlerde bu terör örgütleri gibidir demiyorum. Mutlaka içlerinde gerçekten İslam için çalışanlarda vardır. Ancak bunlarda yine devletimizin kontrolünde olması ve art niyetli cemaatlerin de önüne geçilmesi gerekmektedir. Aksi halde bunların en başta Türk Devletine, Türk Milletine, Türk Milli Kimliğine, Türk Gençliğine zararları olacaktır.

Ömer Seyfettin;  “İslam adı altında Türk düşmanlığı yapanlardan nefret ediyorum” diye boşuna dememiştir. Onun için gençlerimize İslam ile birlikte Türk Milliyetçiliğini de perçinleyip aşılamalıyız. Yani atalarımızın yaptığı gibi Türk-İslam sentezi ile gençlerimiz yetiştirmeliyiz. Ancak kurtuluş böyle olacaktır.

 

2 Aralık 2022 Cuma

TÜRKLERİN İSLAMİYETE GEÇİŞLERİ KILIÇ ZORUYLA MI GÖNÜL RIZASIYLA MI?


 

Türklerin, İslam’ı kabul etmesi çok önemli bir sosyolojik harekettir. Türkler çok geniş coğrafyalara yayıldıkları için farklı farklı medeniyetlerle karşılaşıp etkileşime girmişlerdir. Hatta bazıları Budizm, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi dinlere girmiş ve belli bir zaman sonra milli kimliklerini kaybetmişlerdir.

Bu nedenle Türklerin, İslamiyet’i kabul etmesi tek bir faktöre ya da kılıç zoruyla Müslüman olmuşlardır gibi bir teze bağlanamaz. Türklerin, İslamiyet’i seçmesindeki en önemli etken Gök Tanrı dini ile İslamiyet arasındaki benzerliklerdir. Bu da Türklerin İslam’a geçişini hızlandırmıştır.

 Peki Gök Tanrı dini nasıl İslamiyet ile benzer olabilir?

 Bilindiği üzere yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın her kavme peygamber gönderdiğinden bahsediyor. Hatta bazı hadislerin ve Türk tarihindeki bazı destan ve mitolojilere konu olan Zülkarneyn Paygamberin Oğuz Han olduğu ileri sürülmüştür. Dr. Yaşar Kalafat’ın Nübüvvet Tarihi itibariyle Türklüğün Dini Geçmişi adlı eserinde Hz.Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes Onunda dokuz oğlundan en büyüğü olan “Türk”, Türklerin ilk peygamberi olduğunu söylemiştir.

Ayrıca Türkler daha İslam’a girmeden önce birden fazla Tanrı anlayışı yoktur. Süryani Mihail, İbn-i Fazlan’ın eserinde Türklerin tek tanrılı olduğunu söylemiştir. Türklerin kitabı olmasa da tek tanrıya inanıp ona kurbanlar sunardı. Bu da İslam inancıyla benzerlik gösteren özelliklerdir.

Bir başka özellik ise Türklerdeki “fetih” anlayışıyla İslam’daki “cihat” anlayışına benzemesi de vardır. Türkler İslam’a girdiğinde fetih anlayışından vazgeçmeyecek ve bundan sonra fetihlerini Cihat yapmak için yapacaklar ve yine fetih anlayışında olduğu gibi cihat yaptıklarında da ganimet sahibi olacaklardı.

Bu bilgilere ek olarak Türklerde bir çeşit ahret inancı da vardı. Bu inanca göre Türkler ölülerini mumyalardı. Mezarlar kutsal sayılır ve mezarları tahrip etmek çok büyük suçtu ve cezası ise idamdı.

Türkler, ahrete “Ol Ajun yada Mengü Ajun” derdi.

Başka örnekler verecek olursak;

İslamiyet’teki kıyamet, Türklerde Uluğ gün,

Cennete-Uçmağ,

Cehenneme-Tamu,

Peygamber’e-Savcı yada Yalavaç,

Tövbe etmek- Ökünç etmek,

Hesap günü- Köni Gün,

Günah- Yazuk yada Erinçü’dür,

Melek- Yumuşçı,

Cin Çarpması- Kovunç gibi…

 Türkler, Talas Savaşından Öncede Müslümanlarla Karşılaştı Peki Neden O Zaman Müslüman Olmadı?

 Türkler, Emevilerin ırkçı politikaları yüzünden o dönemde İslam’a ısınamamışlardır. 636’da Kasidiye 642’de Nihavent Savaşlarıyla, Sasaniler ortadan kalkar ve Arap-İslam ordularının önü açılır Orta Asya’ya kadar ilerlerler. Bunun sebebi 7.yüzyılda Türk coğrafyasında güçlü bir Türk Devleti olmamasından kaynaklıdır. Doğu Göktürk Devleti çökmüş, Batı Göktürk fetret devri geçirmiş daha sonra ise Kürşad İsyanıyla II. Göktürk Devleti doğmuştur. Fakat II. Göktürklerde çok güçlü değildi. Arap- İslam ordularına karşı koyacak pek güçleri yoktu. Kuzeyde de Araplar, Hazarı zorluyordu. Kuteybe B.Müslim, İslam ordusunun başına geçince Horosan’a kadar ilerledi. Ama yine de İslam’ı yayamadılar. Çünkü zorla İslam’ı kabul ettirmeye çalışmışlar ancak Türkler zorla İslam’ı kabul etmemişler ve Avrupa’ya doğru göç etmişlerdir. Zorla Müslüman olanlarda  Buhara da yaşayan Türklerdir. Lakin Emeviler oradan çekilince Türkler tekrar eski dinlerine geri dönmüşlerdir. İşte Türkler zorla Müslüman oldu diyenlerin anlattığı olay budur.

Emeviler içerisinde paralı olarak askerlik yapan Türkler vardı. Bunlar Müslüman’dı. Bu paralı askerler Abbasi Hanedanının başa gelmesinde önemli rol oynamışlardır. Arap-İslam ordusu Türklerin vur-kaç taktiğinden yararlanmışlardır. Hatta Abbasi Halifesi Mansur, Türkleri Halifelik Ordusuna aldığı Türkler için Samarra Şehrini özel olarak kurdurmuştur. Savaşçı özellikleri kaybolmasın diye Türk’ün Türk ile evlenmesini istemiştir. Araplarla iletişim kurulmasını dahi yasaklamıştır. 

Daha sonradan Abbasilerin iktidara gelmesiyle 750 yılında yapılan Talas Savaşı’nda Türk ve Arap ordusunun birleşip Çin ordusunu yenmesiyle Türkler burada İslam’ı daha yakından tanımış oldu. Abbasilerin, İslam’ın hoşgörüsünü ve adaletini göstermesiyle Türkler, İslam’a ısınmaya başlamışlardı. Ancak buna rağmen Türkler topluca biran da İslam dinine girmemişler, bölük bölük girerek milli kimliklerini korumasında önemli rol oynamışlardır. Böylece Gök Tanrı dinini ve Şamanizm geleneklerini İslam’a uyarlamışlardır. Örneğin; bugün biz vefat etmiş bir yakınımızın arkasından kırkını okutuyoruz. Ancak İslam’da öyle bir şey yok. Bu bize tamamen Şamanizm’den kalma gelenektir. İslam’a girmeden önce Türkler ölülerinin arkasından yuğ törenleri yapardı. İşte biz bu durumu İslam’a uyarlamış ve ölülerimizin arkasından Kur’an okutmaya dönüştürmüşüz. Bu ve buna benzer şeyler Türklerin eski dinlerini bazı ritüelleri dönüştürüp örf-adet-gelenek-görenek şeklinde yaşamaya başlamışız. Ama insanlarımız eski dinlerinde bu ritüelleri bilmeyerek örf, adet, gelenek ve görenek şeklinde yaşadıklarından habersizdir.


21 Kasım 2022 Pazartesi

BİLDİRİ

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün kamu kurum ve kuruluşları ile güçlü bir devlettir. Bu devlete sahip çıkan ise hiç şüphesiz Türk milletidir. Bu millet her zaman devletini baş tacı yapmış ve devletinin attığı tüm adımlarda kararlılıkla arkasında durmuştur. Dışarıdan destekli PKK/YPG/PYD terör örgütü militanları 13 Kasım 2022 tarihinde Taksim İstiklal Caddesinde bombalı eylem yapmış ve bu eylem sonucunda altı vatandaşımız hayatını kaybetmiş ve seksen bir vatandaşımızda yaralanmıştır. Bu failler en kısa sürede yakalanarak olay açığa çıkarılmıştır. Bundan öncede 26 Eylül 2022 tarihinde Mersin’de iki terörist, polis evine saldırıda bulunmuş ve bu saldırıyı önleyen bir polisimiz şehit olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi varlığına ve milletine karşı düzenlenen bu saldırılara karşı 20 Kasım 2022 tarihinde sınır ötesine gece ansızın Pençe Kılıç Hava Harekâtı düzenleyerek terör hedeflerini imha etmeye başlamıştır.

Uluslararası Hukuka göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti meşru müdafaa hakkını kullanmaktadır. Birleşmiş Milletler 51. Maddesi, BM üyesi ülkelere, silahlı saldırı halinde meşru müdafaa hakkı tanımıştır. BM 51. Maddesinde aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Bu antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez.”

Türkiye Cumhuriyeti, uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanarak yaptığı sınır ötesi hava harekâtının ilk saatlerinde hemen PKK/YPG/PYD Terör Örgütünün elebaşları her zaman olduğu gibi iftira kampanyalarına başladılar. Sanki yuvalandıkları o topraklar kendilerininmiş gibi Türk devletini sözde işgalci, sivil yerleşim yerlerini hedef alan sözde katil devlet olarak dünya kamuoyuna servis etmeye başladılar. Kendilerini ise masum göstererek sözde ama gerçekte olmayan kürdistan topraklarının işgal edildiğini ve ayrıca kendilerini DEAŞ ile savaşan sözde gerillalar olduğunu iddia etmektedirler. Bu iftiraları atan terör örgütü elebaşlarından biriside PKK’nın Suriye kolu olan YPG terör örgütünün oluşturduğu sözde Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin sözde basın başkanı olan Farhad Shami’dir.  Attığı twitlerde yukarıda saydığım kendisine ait yalanları söylemekle birlikte Türkiye’yi, DEAŞ ile ilişkilendirip algı operasyonları yaparak uluslararası kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. Ancak şu unutulmamalıdır ki “Dünyada DEAŞ’a operasyonlar düzenleyen ve DEAŞ teröristlerini etkisiz hale getiren tek ülke Türkiye’dir.” Ayrıca Türkiye’nin tarihinde hiçbir zaman sivil yerleşim yerlerini vurmak ve sivilleri katletmek yoktur. Ancak PKK Terör Örgütünün kanlı tarihinde sivilleri ve hatta bebekleri katletmek vardır.  

Ayrıca PKK/YGP/PYD’nin bu iddiaları ve yalanları kendilerinin bir terör örgütü olduğu gerçeğini saklayamaz. Çünkü PKK Terör Örgütü 1978’den beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprak bütünlüğüne kastederek sivillerde dâhil olmak üzere güvenlik güçlerine silahlı saldırılarda bulunmuştur. Günümüzde PKK terör örgütünün, Türkiye sınırları içerisinde beli kırılmış fakat sınır ötesinde dış destekli ülkeler tarafından beslenip adı değiştirilerek YPG/PYD Terör Örgütüne dönüştürülmüştür. Ancak bu terör örgütleri de PKK’nın uzantısıdır.

Türkiye’ye müttefikmiş gibi görünen devletler bu terör örgütlerinin harflerini değiştirip siyasal kurnazlık yapıp tırlar dolusu silah, gıda, ilaç yardımlarında bulunarak askeri eğitim dahi vermişlerdir. Bu yüzden Taksim’deki olay başta olmak üzere geçmişteki terör saldırıların hepsinin failleri bu terör örgütüne destek veren Türkiye’ye müttefikmiş gibi görünen devletlerdir.

Adı geçen bu terör örgütleri dışarıdan desteklenmekle beraber içeride de siyasal uzantısı rolünü üstlenen HDP’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin terörist unsurlara karşı düzenlediği her sınır ötesi operasyonlara karşı çıkarak yerli ve milli bir parti olmadıklarını defalarca Türk milletine göstermişlerdir.

İşte tüm bu hainliklere karşı sorumluluk sahibi genç bir öğretmen, yazar, tarih bilim ve uluslararası ilişkiler uzmanı olarak devletimize ve milletimize atılmaya çalışılan iftiraları, yapılmaya çalışılan algı operasyonlarını ve oluşturulmaya çalışılan propagandaları yurtiçinde ve uluslararası arenada çürütmek ve her daim devletimin ve milletimin yanında olduğumu göstermek için bu bildiriyi kaleme aldığımı tüm Türk ve Dünya Kamuoyuna saygıyla duyururum.

 

Her zaman Türk devletinin, Türk milletinin ve Türk askerinin yanındayım.

      


Diğer Yayınlar