13 Eylül 2022 Salı

YUNANİSTAN EGE’DE NEYİ AMAÇLIYOR?

 

Türkiye ile Yunanistan arasında tarihten gelen gerilimlere ek olarak Yunanistan’ın son zamanlarda Amerikan destekli devlet dış politikaları nedeniyle iki ülke arasındaki krizler artmaktadır. Yunanistan ile ABD arasında ilk olarak 1990 yılında imzalanan söz konusu anlaşma, ABD’nin, Yunanistan topraklarında eğitim ve operasyon yapmasına izin vermesi ve bu antlaşmanın devamı niteliğinde 14 Ekim 2021 tarihinde Karşılıklı Savunma İşbirliği Antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Yunanistan’da 9 ABD üssü açılması krizi daha da büyük bir boyuta taşımıştır. Bu üslerden en önemlileri Türkiye’nin hemen yanı başında bulunan Dedeağaç ve Türkiye’nin kıyılarına yakın Girit adasındaki ABD üsleridir. ABD, Dedeağaç üssünü büyük bir cephaneliğe dönüştürmüştür. Ayrıca bu şehirdeki limanı büyütüp genişletmiş ve ardından ağır silahlar ve askeri helikopterler nakledilmiştir. Bununla birlikte bölgeye Türkiye’yi de kapsama alan Boğazlar ve Kuzey Ege adalarını tarayabilecek gelişmiş bir radar sistemi konuşlandırmıştır. Görülen o ki ABD, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarına tehdit unsuru olmak ve Dedeağaç’a askeri üs kurarak Türkiye ile Batı Trakya Türkleri arasında bir tampon bölge oluşturarak bağlantıyı kesmeyi hedeflemiştir. Ayrıca Romanya’da Köstence üssü olan ABD, Yunanistan ve Romanya üzerinden yeni bir hat çizerek Türk boğazlarına stratejik önem kaybettirip Türkiye’ye daha az ihtiyacının olduğunu hissettirmek ve bu bölgede üstün güç unsuru olarak kendi varlığını kabul ettirmeyi hedeflemiştir. Çünkü Romanya, ABD için biçilmiş kaftan durumundadır. Bunun nedeni Romanya, ABD’nin kullanımına hava sahasını dahi açmıştır. Ayrıca Romanya’da kurulan Köstence üssü Karadeniz’e açılmaktadır. Bununla birlikte ABD’nin Bulgaristan’da 4 askeri üssünün de varlığı gözden kaçırılmamalıdır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Batı sınırlarının hemen az ötesinde Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya ittifaklı bir küçük Amerika Birleşik Devletleri kurularak Türkiye hem Ege’den hem de Karadeniz’den çevrelenmiştir. Çünkü Türkiye, Doğu Akdeniz mücadelesinde başta İsrail, Yunanistan, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesiminin bütün planlarını bozmuş ve Akdeniz’de kendisini Antalya’ya hapsetmek isteyenlere karşı Libya ile imzaladığı antlaşma sayesinde stratejik bir adım atarak rüzgarı tersine çevirmeyi başarmıştı. Bu durum ise başta ABD, Fransa ve bölgede çıkarları olan herkesi rahatsız etmiştir.

Bu nedenle ABD, Türkiye ile Yunanistan arasındaki tarihten gelen gerilimi bölgede kullanmaya çalışarak Yunanistan’ı ikinci bir vekalet savaşına hazırlamaktadır.

7 Mayıs 1919’da ABD, İngiltere ve Fransa’nın ortak kararıyla Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesine vekalet veren ülkelerin 103 yıl sonra Yunanistan’ı aynı vekalet savaşlarına hazırlamalarına şaşırmamak gerekir. Ancak Türkiye o dönemin şartlarında iki yüz bin kişilik Yunan ordusunu Anadolu’dan temizleyip İzmir’de denize dökmeyi başarmış ve hatta Yunan Orduları Baş Komutanı Nikolaos Trikupis’te esir alınmıştı. Şimdi ise savunma sanayinde daha güçlü ve fazla genç nüfusu olan bir ülkeyiz. Ayrıca dünya siyasetine yön veren bir konumdayız. Şu da unutulmamalıdır ki 1964’de Rum çetecilerin Kıbrıs’ta, Türklere uyguladığı soykırıma sabreden Türkiye her şeyi göze alarak adaya 1974’de çıkartma yapmış ve soydaşlarını kurtarmıştı. Bu sebepten dolayı Yunanistan’ın antlaşmalara aykırı olarak 1960’dan beri silahlandırdığı ve her geçen gün Ege’deki kışkırtmalarını arttırdığı bu dönemde tarihte yaptığı gibi yanlışa düşmemelidir. İşgal ettiği adaları sulh yoluyla terk etmelidir. Aksi takdirde Türkiye sabretmekten vazgeçip Libya ve Suriye meselesini hallettikten sonra yüzünü Batıya dönerse ikinci bir Türk – Yunan Savaşının sonuçları Yunanistan için ağır olabilir. 


30 Ağustos 2022 Salı

ZAFER AYI “MALAZGİRT’TEN BÜYÜK TAARRUZA”

 

Tarihi belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla Ağustos ayına Türk milletinin kaderini değiştiren önemli savaşlar denk gelmiş ve bu nedenle  “Ağustos” zafer ayı olarak nitelendirilmiştir.

Ağustos ayı içerisinde Türk milleti Anadolu’yu kendisine yurt edinmek için 26 Ağustos 1071’de Selçuklu Sultanı Muhammed Alparslan komutasındaki Selçuklu Ordusu ile Doğu Roma İmparatoru Romen Diyojen komutasındaki Roma Ordusu arasında yapılan Malazgirt Meydan Muhaberesini Türklerin kazanmasıyla Anadolu’nun kapıları açılmıştır.

Ağustos ayı içerisinde Türklerin kazandığı diğer zaferlerden birisi olan 29 Ağustos 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı fethetmesi olmuştur. Bundan 5 yıl sonra 29 Ağustos 1526 yılında yine Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı Ordusu ile Macaristan Kralı II. Layoş komutasındaki Macar Ordusu arasında yapılan Mohaç Meydan Muhaberesinde Osmanlı Ordusu, Macar Ordusunu iki saat gibi kısa bir sürede imha etmiş ve savaşı Osmanlı Ordusu kazanmıştır. Bu savaş en kısa sürede biten meydan muhaberesi olarak tarihe geçmiştir.   

Venediklilerin elinde bulunan ve Doğu Akdeniz’in en büyük adası konumunda olan Kıbrıs II. Selim’in emriyle Lala Mustafa Paşa tarafından 1 Ağustos 1571’de fethedilmiştir.

Osmanlı Devleti eski ihtişamlı yıllarından duraklamaya, gerilemeye ve en sonunda ise dağılma sürecine girmiş ve en sonunda işgale uğrayarak 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla fiilen sona ermiştir. Ardından Türk milletinin bağımsızlığını ve onurunu tamamen yok eden sözde barış antlaşması olan “Sevr Barış Antlaşması” 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti tarafından imzalanmıştır. Fakat Milli Mücadelenin liderliğini üstlenen Mustafa Kemal ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Sevr’i bir paçavra olarak görmüş ve kabul etmemiştir. Hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos 1920’de bu antlaşmayı kabul edenleri ve imzalayanları “vatan haini” ilan etmiştir. Sevr’in tanınmaması ile birlikte bu paçavrayı kabul edenlerin ve imzalayanların TBMM tarafından vatan haini olarak ilan edilmesi de zafer ayı dediğimiz Ağustos ayına denk gelmiştir.

Tüm bu gelişmeler ışığında “Şark Planı” ile kurgulanan ve 13 Eylül 1683 yılında Türklerin Viyana’dan geri dönmesi ile başlayan ve 1699 Karlofça Antlaşmasıyla hızlanan geri çekilme süreci 238 yıl son Sakarya’da durdurulmuştur. Şark Planını hazırlayan küresel güçler bunu uygulamak için önlerinde tek sorun olarak gördükleri Türkleri imha etmek için tetikçi olarak Yunan Ordusunu Anadolu’ya göndermişlerdir. Mustafa Kemal’in 23 Ağustos 1921’de başlayan Sakarya Meydan Muhaberesinde “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” emrini vermesiyle 22 gün 22 gece dünyanın en uzun süren meydan muhaberesi sonucunda Türk Ordusu 13 Eylül 1921’de Sakarya Irmağı’nın doğusundan Yunan Kuvvetlerini temizlemiştir. Böylece 238 yıllık geri çekiliş yerini taarruza bırakmış ve hazırlıklar 1922 yılının Ağustos ayına kadar sürmüştür. Mustafa Kemal’in Başkomutanlığını yaptığı Türk Ordusu 26 Ağustos 1922’de düşmana taarruza kalkmış ve 30 Ağustos da Dumlupınar’da vurulan darbe sonucu Yunan Ordusu kaçmaya başlamıştır. Bunun üzerine Başkomutan Mustafa Kemal, “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vererek Türk Ordusu, Yunan Ordusunu kovalamaya başlamış ve iki yüz bin civarındaki Yunan Ordusunun tamamı neredeyse imha edilmiş, geri kalanlar 9 Eylül 1922’de denize dökülmüş ve canını zar zor kurtaran az bir grupta gemilere binerek Atina’ya kaçmıştır.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması ile dünyaya ilan edilmiş ve tanıttırılmıştır. Ancak bağımsız Türkiye’nin kurulmasından sonra küresel güçler Anadolu’yu ve üzerinde kurulu Türk devletini ve bu devleti kuran Türk milletini asla ve asla rahat bırakmamışlardır. Her fırsatta Türkiye’ye güç ve enerji kaybettirmek için ellerinden geleni yapanlar en son 15 Temmuz 2016 günü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızan FETÖ Terör Örgütü militanları tarafından darbe kalkışması yapılmıştır. Başta seçilmiş hükümet olmak ile birlikte Türk vatanı ve Türk milleti hedef alınarak Mete Han’dan beri sistemli bir ordu yapısına sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin imajı ve saygınlığı yıpratılmak istenmiştir. Ancak Türk milleti büyük bir feraset örneği göstererek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içine sızmış hainler ile tamamen yerli ve milli, Anadolu’nun asil evlatları olan askerleri çok iyi ayırt ederek, “Peygamber Ocağı”, “Muhammed’in Ordusu”, “Mehmetçik” diye adlandırılan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni topyekun zan altında bırakmamış ve her daim askerlerinin yanında yer almıştır.

Darbe kalkışmasından sonra yapılan ihraçlar sonrası dünya devletleri Türk Silahlı Kuvvetlerinin toparlanamayacağını düşünmüştü. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde kadro açığı oluşmuştu. Ancak buna rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri 40 gün gibi kısa bir sürede toparlanarak zafer ayı olarak nitelendirilen Ağustos ayında Cerablus’u DEAŞ Terör Örgütünden temizlemek amacıyla 24 Ağustos 2016 sabaha karşı 04.00’da sınır ötesi harekâta başlamış ve bu harekâta “Fırat Kalkanı” adı verilmiştir. Fırat Kalkanı Operasyonun ardından yapılan sınır ötesi operasyonlara zemin hazırlamış Türkiye sınırları boyunca bulunan DEAŞ, PKK, YPG, PYD vb. terör örgütü militanları imha edilmiştir.

Sonuç itibariyle Ağustos ayı Türk milletinin geçmişinin, bugününün zafer ayı olmakla ile birlikte belki de gelecekte kazanacağı zaferleri anıldığı ay olacaktır. Bu vesile ile Ağustos ayında kazandığımız zaferlerle birlikte 30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutlar başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah arkadaşlarını ve tüm şehitlerimizi rahmet ve minnet ile yâd ediyorum.   

 


28 Ağustos 2022 Pazar

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATURİDİLİK - 2


 








MATÜRİDİLİK

Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî’nin görüşlerini            benimseyenlerin          oluşturduğu     Ehl-i    sünnet  mezhebinin     adıdır.Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan “Matürid”  de9  852 yılında doğmuştur.10 Türk âlimi olan Maturidi’nin11 eseri incelendiğinde “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh usulü” ve “tefsir” alanlarında bilgili olduğu görülmüştür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli deliller ile savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 944 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.12

Matüridilik, tarih boyunca Türk kültür çevresinde ortaya çıkmış ve yayılarak günümüze kadar gelmiş, Türk kültüründe bir dini (kelâmi) ekoldür.13 Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hafine göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Matüridi’nin sitemini benimsemişlerdir.14 Matüridi’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası siyasi ve fikri ayrışmalar içerisindeydi. Tarihçilerden bazıları bu fikri ayrışmanın sebebi başta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefat etmesiyle çıkan hadiselere bağlamışlardır. Çıkan olayların bize şu sonucu göstermiştir ki o günkü Müslüman toplumun arasına farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Bir tarafın mümin dediklerine diğer tarafın kâfir dediği görülmüştür. Bu nedenle bütün farklı gruplar kendi görüşlerini ispat etmek için Kur’an ve hadislerden deliller bulma yoluna giderek kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda yeni fetih hareketlerinin meydana getirdiği yabancı din ve kültürlerle kurulan temas sonucunda ayrılıklar daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir sürü dini gruplar ortaya çıkmıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirler taşıdığı tespit edilen bu akımlara karşı İslam dinini akılcı bir yolla savunmak iddiasıyla Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu mezhep, Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının da desteğini almıştır. Özellikle Halife Vasık dönemi Mutezilerin altın çağı olmakla beraber bu mezhepten olmayanlara karşı yapılan zulüm ve baskılarla tarihe geçtiği dönem olmuştur.15 Mutezilenin yaptığı zulümlere karşı onların metotlarını kullanarak karşı çıkacak İslam Dünyası’nın üç ayrı bölgesinde Kur’an ve hadislere uygun bir şekilde İslam’ı savunan üç büyük İslam âlimi ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’ndaki bu karşılıklara karşı Arabistan’da Ebu’l – Hasan el- Eş’ari, Mavaraünnehir’de Ebu Mansur el – Matüridi, Mısır’da da Ebu Cafer et – Tahavi yıkıcı akımlara karşı fikri olarak savaş  açmışlardır.16 Ancak Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel etmiş, Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridi bazı konularda Selef’e Eş’ariye’den daha yakındır. Bazı konularda akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almıştır.17 Fakat Hanefi âlimlerinin çoğu Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin Akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşünde olmuşlardır.18

Muhammed Ebu Zehra’nın, Matüridi’nin metodunu ve Kur’an’ı nasıl tefsir ettiğini şöyle açıklamıştır:

“Matüridi, aklı bilgi kaynaklarından biri olarak kabul etmekle beraber, aklın sapma yapacağı endişesini de taşımaktadır. Fakat, duyduğu bu endişe onu, fıkıh ve hadis âlimlerinin yaptığı gibi aklı hiçe saymaya götürmemiş; tersine, onu, akli olanın yanı sıra ‘menkul’ olana da dayanmak suretiyle sapmadan korunmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Matüridi bu konuda şöyle der: “Kim, nakille beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.” Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır: Matüridi, şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi gerekli görmektedir. “Nasslarla yardımlaşarak akli delilere başvurmak” şeklinde ifade edilen bu ilke, Maturidi’nin, Kur’an’ı Kerim’i tefsir ederken de yol göstericisi durumundadır. Maturidi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve “Müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi Allah’a bırakmaktır. Maturidi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir çelişki yoktur.”19


Matüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları (ehl ül-bid’at’ı) onaylamamıştır. Matüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılamış, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakmıştır. Açık bir (inanç esaslarıyla ilgili) yalanlaması (inkârı) olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatinde olmuştur. Bu düşüncesini “amel”in (eylem”in) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklamıştır. Daha açık ifadeyle Matüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılamış ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamamıştır.20

 

Fakat günümüzde milletimiz İslam’a zarar veren bazı tarikatlerin ve sapkınların etkisinde kalmış aklî düşünceden, hür ve müteşebbis iradeden uzaklaştırılmış, kaderci ve itaatkâr bir anlayışa sokulmuş ve tembelliğe sürüklenmiştir. Böylece halk isim olarak Matüridîyye’den olmalarına rağmen, onun akılcı, bilimci, hür irade anlayışından habersiz aklî ve tabiat ilimlerinden uzaklaşmış, teslimiyetçi bir anlayışın içinde yer almış, dinî yaşayışlarında da hurafe ve batıl inanışlara yönelmişlerdir.

 

Özellikle bazı cemaatlerin kendilerine göre dini yorumlamaları ve kendi çıkarları için kullanmaları neticesinde insanlarımız neye inanacağını şaşırmıştır. Bu yapılanlar İslam’a zarar vermekle birlikte insanlarımızı dinden de soğutmaktadır. Bu nedenle bazı cemaatlerin kendi çıkarları için uydurdukları şeylere inanmamak ve milletimizi yeninden İslam’ın özüne ısındırmak için Matüridi’yi milletimize tanıtılır ve onun din anlayışını benimsetilir, sevdirilirse akılcı, ilimci ve her türlü hurafeden uzak gerçek İslam’ın sevilerek, istenilerek yaşandığı bir Türk toplumunun oluşmaması için hiçbir sebep kalmayacağı düşüncesindeyim.


DİPNOTLAR


8 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

9 Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev:

Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

10 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

11 Şükrü Özen, “Maturidi”, https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi, Erişim Tarihi: 04.05.2021

12 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

13 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.981

14 Ahmet Vehbi Ecer, “a.g.m”, s.981

15 Ahmet Vehbi Ecer, “Ebu Masnur el-Matüridi”, İslam Medeniyeti Dergisi, Mart 1973, s.11-13.

16 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.983-984

17 İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26-27

18 Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

19 Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s.187

20 A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.988


22 Ağustos 2022 Pazartesi

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATURİDİLİK - 1

 
















Türk milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.

 

Şöyle ki aynı dönemde Arap toplumu cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (S.A.S)’in peygamberliğinde İslamiyet’e girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda,   Kıpçak Türkleri de 14.    yy    başlarında    İslâmlaşmışlardır.    Böylece   Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler yaymıştır.

 

9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.


Hatta bu anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa dönüşmesini de sağlamıştır.

 

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”2

 

Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.3 Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.

Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde  çok önemli etkiler bırakmışlardır.4 Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim  başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.5 Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.6 Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.

İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:

“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Kelami bir düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh usulü Türkistan uleması  tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”7


İşte bu makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu oluşturan Matüridiliğin temelini oluşturan kısım hakkında kısa bir giriş yapılmıştır. Haftaya ise Matüridilik hakkında yayınlanacak olan yazımda daha detaylı bilgi verilecektir.


1 Kubilay Muhammet Özdemir, “Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Mezunu”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/05/turk-muslumanligi-ve- maturidilik.html, İstanbul 2021 (benimtarihim1923@gmail.com)


2 Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18; Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

3 Mehmet Ali Ünal, a.g.e, s.19; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli- imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

4 Engin Zafer, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

5 Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

6                  Ahmet                  Akgündüz                  ve                 Said                  Öztürk,                  a.g.e.,                  s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

7 Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-

muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021


15 Ağustos 2022 Pazartesi

TARİHÇİLERİN VATAN GÖREVİ


 











Tarih basite alınamayacak kadar önemli bir ilimdir. Çünkü bu ilim bir milletin ortak hafızasını oluşturur. Bu hafızanın sorumluluğu ise Tarih ilmini öğrenen ve öğreten tarihçiler yüklenmektedir. Milletimizin hafızası kaybolmasın diye bu sorumluluğun altına giren tarihçiler ilmi olarak vatan görevi üstlenmiş sayılmaktadır. Çünkü bir millete kimlik kazandırıp ortak paydada buluşturan, vatan ve millet sevgisi aşılayan tarih ilmidir. Tarih bilinci olmayan ülkelerin günümüzde açık açık sömürüldüğü hatta bazı ülkelerin bağımsızmış gibi görenseler dahi hürriyetlerinin halen kendi ellerinde olmadığı görülmektedir. Bu sebeple tarih bir milletin kıvılcımı, tarihçi ise o kıvılcımı ateşleyecek olan kişidir.

Tarih, geçmişte cereyan eden olayları, sebep ve neticeleri ile inceleyen bir bilim dalıdır. Bu nedenle tarih bilim olarak yazıyla, vaka olarak da insan ile başlamıştır. Yani dünya var olduğundan beri insanlığın tarihi vardır. Fakat bunların yazıya geçirilmesiyle bilim niteliği kazanmıştır. Tarihe ilim niteliği kazandıran ise sosyoloji ve tarih felsefesinin piri sayılan İbn-i Haldun’dur. Onun görüşüne göre; “Tarih ilmi olayların nedenselliğini ve sebeplerini derinliğine inceleyen bir ilimdir. Bu yüzden de o, felsefenin temeli ve felsefi ilimlerden biri sayılmaya layıktır.” demiştir.

Ayrıca İbn-i Haldun tarih ilmini şu şekilde tanımlamıştır. “Bil ki tarih, önemli, faydaları çok ve gayeleri yüksek bir ilimdir. Çünkü din ve dünya işlerini sağlam temeller üzerine kurmak isteyen biri, geçmiş toplumların ahlaklarını, peygamberlerin yaşamları ve mücadelelerini, hükümdarların yönetim ve siyasetlerini, tarihe mâl olmuş kişilerin yaptıklarını ancak tarih ile bilip örnek alabilir. Tarih ile ilgilenen kişinin, doğruya ulaşmak ve yanlışlara düşmekten korunmak için değişik kaynaklara ve sistematiğe, çeşitli bilgi dallarına, dikkatli ve sağlam bir bakış açısına ihtiyacı vardır. Çünkü tarihi haberler konusunda sadece nakle dayanılır, toplumsal hayattaki temel örfler, siyasi ilkeler, uygarlık ve medeniyetlerin kendilerine has özellikleri dikkate alınmaz ve geçmişte mevcut olanla ölçülüp değerlendirilmezse, gelen haberlerin doğruluğundan ve yanlışa düşünülmediğinden emin olunamaz.” (İbn-i Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Çev: Halil Kendir, Cilt 1, Ankara 2004, s.31)

İşte tam da bu noktada tarihçi devreye girer ve geçmişteki olayları tarafsız bir şekilde yorumlayıp gelecek kuşaklara aktarmada bir köprü vazifesi görerek milletin hafızasının kaybolmasının önüne geçer. Ayrıca tarihçi, günlük siyaset içine sürüklenmeden siyasal karar organlarına bilim adamı kimliği ile yardımcı olabilir ve yayınlanan tarih eserleri sayesinde bireylerin, toplumun doğru bilinçlenmesine katkıda bulunabilir. (Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, Yeni İnsan Yayınevi, Bas:2, İstanbul 2014, s.34)

Tarihçi tarihe sadece olayların kataloğu veya geçmişte vuku bulmuş olayların bir hikâyesi gibi değil de devletinin yükselmesi veya politikacıların siyasi, tarihi ve sosyolojik olarak göremediği tehditlerin sebeplerini açıklamakla mükelleftir. Çünkü tarih düşünmek, araştırmak ve vakaların sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Bu nedenle tarihçiler şayet devletin veya siyasetin izlemiş olduğu yanlış politikalar varsa bunlara karşı anti tez üreterek uyarılarda bulunması bir vatan görevidir. Bu özelliğiyle tarihçiler siyasete, devletin bazı politikalarına ve topluma yön verebilirler veya uyarılarda bulunabilirler. Bu yönüyle tarih, siyaset bilime de yardımcı olmaktadır.

Ancak tarihçi tarafsız olmak ve tamamen devletin ve milletin menfaatlerine uygun olarak tezler geliştirmelidir. Çünkü günümüzde bazı tarihçiler mensubu olduğu siyasi görüşlere göre tarihçilik yapmakta bu da taraflı bir tarih yazıcılığını ortaya çıkarmaktadır. Tarihçi ait olduğu siyasi görüşe göre tarihte olmamış bir vakayı olmuş veya olmuş bir olayı olmamış gibi anlatması tarih biliminin zarar görmesine sebep olmakla birlikte bilgi kirliliğine de neden olmaktadır.

Günümüz teknolojisinde bu bilgi kirliliği sosyal medya aracılığıyla yaymak çok kolay hale gelmiştir. Ayrıca bazı tarihi dizilerin veya flimlerin tarihsel olayları çarpıtarak izleyiciye yansıtması da vahim bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu durum tarihi, sosyal medyadan veya dizilerden öğrenen bir Türk milleti ve Türk gençliği meydana getirmektedir. Bu da tarih bilinci açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir.

Halbuki tarih ve okulda öğretilen dersleri bizim için önceden çok önem verdiğimiz bir alandı. Prof. Dr. Mustafa Oral aynen şunları aktarmaktadır: “İngiliz Gazetecisi Grace Ellison, 1928’de yayınlanan ‘Bugünkü Türkiye’ başlıklı eserinde, Gaziye (Atatürk) göre tarih kutsaldır diyor, Wells’in ortak tarih düşüncesi olmaksızın ortak barış ve huzur olamaz sözünü hatırlatıyordu. Ellison, Türkiye’de homojen bir topluma giden yolun tarih öğretiminden geçtiğini, fakat Türk, yabancı ve azınlık okulları arasında esas anlaşmazlık konusunun Tarih öğretimi olduğunu, yabancı okullarda kutsal bilginin (Yani tarih derslerinin) Türk okullarındaki gibi verilmediğini belirtiyordu. 1927’den itibaren Türk okullarındaki Tarih derslerinde, Türklerin dünya medeniyetine hizmetleri ön plana çıkarılmıştı. Ellison’a göre Türk okullarındaki en önemli konu tarih dersleridir. (Mustafa Oral, Türk Ulusunun İnşası, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul 2015, s.35-36)   

Günümüzde başta devletimizin tüm yetkili kurumları olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığımız tarih derslerinin önemini vurgulanıp ayrıca tarih öğretmenlerine ve akademisyen adaylarına gerekli desteği vererek bu alanda çalışanların önü açılmalıdır.

Devletimiz, Fetö Terör Örgütünün devlette nasıl kadrolaştığını ve emniyet istihbaratını nasıl ele geçirdiğini ve kendilerine karşı olanları nasıl pasivize ettiklerini ayrıca Alman vakıflarının Türkiye’de yasadışı faaliyetlerde bulunup etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini anlatarak devletini ve milletini uyaran Necip Hablemitoğlu gibi vatansever tarihçiler yetiştirilmesi için önemli çalışmalarda bulunmalıdır. Bu çalışmalar yapılmaz ve başarılı olunamazsa başta bizlere bu ülkeyi yurt yapan kanlarını bu topraklar için döken atalarımıza, şehitlerimize, devletini ve milletini uyardığı için evinin önünde başından vurularak suikaste uğrayan Tarihçi Necip Hablemitoğlu’nun aziz hatıralarına layık olamayız.

Halbuki biz de Necip Hablemitoğlu gibi hakikati arayıp bularak, bulduktan sonrada her şeyi göze alarak açıkça devlete ve millete gelecek tehlikeleri ifade etmeye çalışan cesaret timsali tarihçiler olmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: “Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça (inandıkça) ifadeye cür’et gösteren adamlar olmalıyız… Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Son olarak tarihi çarpıtanlardan, tarihi mensup olduğu siyasi partiye göre yorumlayanlardan, tarihe siyasal İslamcı bakış açısıyla veya tam zıttı olanların uydurmalarından kurtarmalı. Ayrıca tarihin tarafsız bir bilim dalı, tarihçinin ise devlete ve millete karşı sorumluluk ilkesiyle vatan görevi yaptığını, tarihçiyim diye ortaya çıkan sahte popüler tarihçilere aldanılmaması gerektiği de milletimiz tarafından bilinip gerçek tarihçilere kulak verilmelidir.

 

 

       

 


10 Ağustos 2022 Çarşamba

KPSS SKANDALI


 











31 Temmuz’da binlerce kişinin girdiği KPSS sınavında adı geçen bir yayınevinin deneme soruları birebir çıkınca sınav iptal edildi. KPSS sınavına giren binlerce kişi devletin bazı kurumlarında memur olmak veya kimi adaylarda öğretmen olarak atanmak için bu sınavlara girmektedir. KPSS sürecini yaşayan bir köşe yazarı olarak da bu sürecin ne kadar sancılı ve uzun soluklu olduğunun birebir tanığıyım. İnsanlar aylarca zamanından, aktivitelerinden, uykusundan hatta parasının bir kısmından feragat edip birçok konu anlatımlı kitaplar ve soru bankaları alıp çalışarak bu sürece hazırlanmaktadır. Kimisi kurslara giderek kimisi de ailesine yük olmamak için hem bir işte çalışarak hem de işten kalan vakitte KPSS çalışmaya çabalayarak ve üzerine bir de bu sınavlara yüksek ücretler ödeyerek hazırlanmaktadır.

İşte bu zor şartlar altında sınava girip bir de soruların çalındığı skandalıyla karşılaşılınca ister istemez sınava girenlerin ÖSYM’ye güveni azalmaktadır. Çünkü bir tarafta bir sürü emek verip de sınava hazırlanan bir kısım var. Diğer tarafta ise yıllarca soruların sızdırıldığı iddiasıyla sınavdan yüksek puanlar alarak atananların olduğu iddia edilen bir kısım var. Bunu neden böyle yazıyorum. Çünkü geçmiş yıllarda ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda FETÖ Terör Örgütü bağlantılı şaibeler ortaya çıkmıştır. Özellikle 2005 ve 2013 yılları arasında yapılan KPSS, ALES, Dışişleri Bakanlığı memurluğu, Hakim ve Savcı Adaylığı sınavı, Polis Akademisi sınavı, Polis Koleji sınavı, Komiserliğe geçiş sınavı ve Kaymakamlık sınavı gibi sınavlarda da bu soruların çalındığı anlaşılmıştır. Hatta 2009 yılında ve kim bilir daha hangi yıllarda askeri lise soruları dahi çalınmıştır. Bununla birlikte mülakat sorularının dahi sızdırıldığı başta devletimizin yaptığı operasyonlarda ortaya çıkmıştır. Ayrıca TRT’nin yaptığı belgesellerde ve Emekli Tümamiral Cihat Yaycı’nın geliştirdiği FETÖMETRE ile milletimize anlatılmıştır.

Tüm bu yaşanan şaibelere bir de bu yıl yapılan KPSS sınavındaki soruların birebir bir başka yayınevinin denemesiyle aynı olması da eklenince yine akıllara sınav sorularının sızdırılmış veya çalınmış olabileceği akıllara gelmiştir.

Bu KPSS sürecine hazırlananlardan biriside ben olduğum için o günü şöyle ifade edebilirim. KPSS Genel Yetenek – Genel Kültür oturumuna girdiğimde Türkçe sorularının çok kötü hazırlanmış olduğu dikkatimden kaçmadı. Çünkü sorularda çok cümle düşüklüğü ve anlatım bozukluğu vardı. Ayrıca cevaplarda çok çelişkiliydi. Genel itibariyle kötü hazırlanmış bir sınavdı. Sınavdan çıktıktan sonra bazı soruların birebir başka yayınevinden çıkmış olduğu iddiasıyla sosyal medya sallandı. Bunun üzerine ÖSYM Eski Başkanı Halis Aygün’ün “Bazı sınav sorularının bir yayınevinin deneme sınavı sorularıyla aynı olduğuna ilişkin sosyal medya platformlarında ortaya atılan iddiaların incelememiz neticesinde asılsız olduğu anlaşılmıştır” açıklamasını yaparak sınavın güvenli geçtiğini iddia edince tüm KPSS adayları bu kadar kısa sürede nasıl incelendi diye tepki gösterdi. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yaparak Devlet Denetleme Kurulu’nun bu konuyu inceleyeceğini ifade etmiş ve bu olayın akşamına da ÖSYM Eski Başkanı Halis Aygün görevden alınmıştır. Bunun üzerine Devlet Denetleme Kurulu, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuş ve savcılıkta soruşturma kapsamında adı geçen yayınevine polis ekiplerince baskın yaparak dokümanlara el koymuştur. Ayrıca Mali Suçlar Araştırma Kurulu da devreye girerek adı geçen yayınevi ile ÖSYM çalışanlarının hesaplarındaki para akışının da incelendiğini belirtmiştir. Yine adı geçen yayınevinin kurslarına gidip de KPSS’ye girenlerinde cevap anahtarları incelemeye alınmıştır. Tüm bu yaşanan gelişmeler çerçevesinde KPSS’nin 31 Temmuz’da gerçekleşen oturumları iptal edilerek diğer oturumlarda ertelenmiştir.

Bu şaibeler devletimizin kurumlarının incelemeleri sonucunda hiç şüphesiz ki ortaya çıkacaktır. Eğer bu şaibeler ispatlanırsa FETÖ artıklarının halen devletin kurumlarında varlığını sürdürdüğü ve yeni kumpaslarla devletin içine yeniden kendi adamlarını yerleştirerek yapılanmaya çalıştığını göstermiş olacaktır. Bunun için ÖSYM, YÖK ve MEB başta olmak üzere tüm kurumlarımızda ve bu kurumlara bağlı yerlerde çalışanlarda dâhil olmak üzere herkes güvenlik soruşturmalarından geçirilmelidir.

Tüm KPSS adayları olarak hep beraber moralimizi bozmadan devletimizin yürüttüğü soruşturmanın sonucunu bekleyip görelim. Bu sırada da yeni sınav gününe kadar motivasyonumuzu düşürmeden çalışmalarımıza devam edelim.   


1 Ağustos 2022 Pazartesi

CÜBBELİ AHMET HOCA UYARIYOR














Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Türkiye’de Selefilerin 2000 dernek kurduklarını ve silahlandıklarını iddia etmiştir. Ayrıca bu kişilerin Türkiye’de iç savaş çıkaracakları yönünde de iddiaları vardır.

Ahmet Mahmut Ünlü, Suriyeli Müslümanlardan göç edenlerin hoca olmadığını camilerde konuşturulan Osman Hamis adlı kişinin Vahhabi olduğunu ve Bin Abdülvahab’ın kitabının tercüme edilerek Türklere dağıtıldığını ayrıca Osman Hamis’in, Maturidileri ehlisünnet görmediğini iddia etmiştir. Bununla birlikte Selefilerin Osmanlı’yı şirk devleti olarak gördüklerini, şefaat istemenin, evliya ziyaret etmenin ve tarikata girmenin şirk olduğunu yine askere gidilmemesi ve rey verilmemesi gibi söylemlerde bulundukları Ahmet Mahmut Ünlü’nün diğer iddiaları arasında yerini almıştır.

Ahmet Mahmut Ünlü “İç savaş” iddiasına karşılık olarak “Bunlar girdikleri her yerde savaş çıkarmıştır. Türklerde şuan Selefilik %3.6 ve ilerliyor. Birçok aile yıkıldı. Alt taban oluşunca dış güçler kıvama geldiğini gördüğü zaman oradan bir sıçrama yapar. Bunların gizli yerlerde silahları var. Kendi basılacakları hücre evinde bulundurmuyorlar. Kimlere ne zaman dağıtıldıkları belli, şuanda Türkiye’deki radikal selefi gruplar son derece tehlikelidir” değerlendirmesinde bulundu.”[1]

Daha önceden Ahmet Mahmut Ünlü’nün emniyete verdiği ismini verdiği selefi yapılanmaların liderlerinden birisi olan Murat Gezenler, “Türkler Müslüman değildir, askere gitmek küfürdür, oy atmak şirktir, kafa kesmek haram değildir” gibi açıklamalarda bulunmuştur.

Bu da selefiliğin Türkiye’de çok ciddi bir tehlike olmaya başladığını göstermekle birlikte diğer bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde de tehlikeli bir boyuta ulaştığı gözlemlenmiştir. Bursa Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Yüce’de büyük çoğunluğu Müslüman olan Orta Asya (Türkistan)’da Selefilik tehlikesine dikkat çekmiş ve “Özellikle ABD’nin desteğiyle Suudi Arabistan başta olmak üzere, Arap ülkeleri ve Afganistan üzerinden gelen Vehhabilik ve Selefilik akımı bölgede giderek güçleniyor” değerlendirmesinde bulunmuştur. Ayrıca bu anlayışın Türk – İslam kültürüne zarar verdiğini, özellikle bölge halkının Türkiye’ye bakışını olumsuz yönde etkilediğini belirterek, “Ameli bakımdan Hanefilik, itikat bakımından Maturidilik, tasavvuf ve ahlak bakımından ise Yesevilikten beslenen ehl-i sünnet ve Türk – İslam medeniyetini yeniden hakim kılmak için gerekli çalışmaların zaman geçmeden başlatılması gerekir” diyerek bu konuya dikkat çekmiştir.[2]  

Selefilerin Müslüman olarak görmediği Türkler, İslam’ın koruyuculuğunu yapmış ve bu kutlu dini dünyaya yaymak için çetin mücadelelere girişmişlerdir. O dönemde İslamiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaatlere alet edilmesine tepki olarak da “Sufîlik” yani Tasavvufu ortaya çıkararak mücadeleyi fikri boyuta da taşımışlardır.

Kanaatimce Türkiye’de kamuoyunda tanınan din adamlarından sadece devleti uyaran ve milliyetçi görüşü ile tasavvufi olarak mücadele eden bir tek tarikat mensubu bir hoca var o da Cübbeli Ahmet olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’dür.

Açık söyleyeyim ben Ahmet Mahmut Ünlü’nün hiçbir vaazına gitmedim. Şuana kadar bir kez bile yüz yüze görüşmedim. Youtube kanalına ara sıra bakmışlığım önemli bir açıklaması varsa ve basın bunu haberleştirmişse o haberi okumuşluğumdan başka bir tanımışlığım yoktur. Bu köşe yazımı da onu korumak ve aklamak için de kaleme almıyorum. Ancak dikkatimi çeken hususlar var.

Mesela Ahmet Mahmut Ünlü eğer bir konuda bildiği, duyduğu ve gördüğü bir şey varsa bunu devlete ve millete anlatmaktan çekinmiyor. Sürekli sosyal medyada ve televizyon programlarında bildiklerini söyleyip uyarılarını sıralayarak milleti ve devleti uyanık olmaya davet ediyor. Ben kamuoyunda tanınan hiçbir hocanın çıkıp da milliyetçilik ruhuyla kendi milletini savunan devletine bildiklerini anlatarak uyaran bir hoca görmedim.

Ya da Ahmet Mahmut Ünlü gibi FETÖ, PKK, IŞID Terör Örgütleri tarafından tehdit edilip bu örgütler tarafından öldürülmesi gerektiği söylenen bir hocada görmedim veya PKK’ya, FETÖ’ye ve IŞID’e açıkça laf söylemeyi cesaret eden bir hocada görmedim. Bu nedenle Ahmet Mahmut Ünlü hocanın söylediklerinin önemsenmesi ve uyarılarının dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Kendisine karşı itibar suikasti düzenlemeye çalışanları bu girişimlerini yersiz bulduğumu ifade ediyorum.




[1] Cübbeli Ahmet Hoca’nın daha detaylı açıklamasını okumak için bağlantıya tıklayınız: https://www.cubbeliahmethoca.com.tr/tr/basinduyuru/turkiye-de-sakarya-muftusu-nezaretinde-konusturulan-osman-el-hamis-hakkinda-konusulmayan-tehlikeler

[2] Mehmet Yüce, “Türk Dünyasında Selefilik Tehlikesi”, https://www.hukukihaber.net/egitim/turk-dunyasinda-selefilik-tehlikesi-h274008.html, Erişim Tarihi: 27.07.2022


 

Diğer Yayınlar