22 Ağustos 2022 Pazartesi

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATURİDİLİK - 1

 
















Türk milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.

 

Şöyle ki aynı dönemde Arap toplumu cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (S.A.S)’in peygamberliğinde İslamiyet’e girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda,   Kıpçak Türkleri de 14.    yy    başlarında    İslâmlaşmışlardır.    Böylece   Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler yaymıştır.

 

9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.


Hatta bu anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa dönüşmesini de sağlamıştır.

 

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”2

 

Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.3 Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.

Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde  çok önemli etkiler bırakmışlardır.4 Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim  başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.5 Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.6 Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.

İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:

“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Kelami bir düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh usulü Türkistan uleması  tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”7


İşte bu makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu oluşturan Matüridiliğin temelini oluşturan kısım hakkında kısa bir giriş yapılmıştır. Haftaya ise Matüridilik hakkında yayınlanacak olan yazımda daha detaylı bilgi verilecektir.


1 Kubilay Muhammet Özdemir, “Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Mezunu”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/05/turk-muslumanligi-ve- maturidilik.html, İstanbul 2021 (benimtarihim1923@gmail.com)


2 Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18; Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

3 Mehmet Ali Ünal, a.g.e, s.19; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli- imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

4 Engin Zafer, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

5 Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

6                  Ahmet                  Akgündüz                  ve                 Said                  Öztürk,                  a.g.e.,                  s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

7 Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-

muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021


15 Ağustos 2022 Pazartesi

TARİHÇİLERİN VATAN GÖREVİ


 











Tarih basite alınamayacak kadar önemli bir ilimdir. Çünkü bu ilim bir milletin ortak hafızasını oluşturur. Bu hafızanın sorumluluğu ise Tarih ilmini öğrenen ve öğreten tarihçiler yüklenmektedir. Milletimizin hafızası kaybolmasın diye bu sorumluluğun altına giren tarihçiler ilmi olarak vatan görevi üstlenmiş sayılmaktadır. Çünkü bir millete kimlik kazandırıp ortak paydada buluşturan, vatan ve millet sevgisi aşılayan tarih ilmidir. Tarih bilinci olmayan ülkelerin günümüzde açık açık sömürüldüğü hatta bazı ülkelerin bağımsızmış gibi görenseler dahi hürriyetlerinin halen kendi ellerinde olmadığı görülmektedir. Bu sebeple tarih bir milletin kıvılcımı, tarihçi ise o kıvılcımı ateşleyecek olan kişidir.

Tarih, geçmişte cereyan eden olayları, sebep ve neticeleri ile inceleyen bir bilim dalıdır. Bu nedenle tarih bilim olarak yazıyla, vaka olarak da insan ile başlamıştır. Yani dünya var olduğundan beri insanlığın tarihi vardır. Fakat bunların yazıya geçirilmesiyle bilim niteliği kazanmıştır. Tarihe ilim niteliği kazandıran ise sosyoloji ve tarih felsefesinin piri sayılan İbn-i Haldun’dur. Onun görüşüne göre; “Tarih ilmi olayların nedenselliğini ve sebeplerini derinliğine inceleyen bir ilimdir. Bu yüzden de o, felsefenin temeli ve felsefi ilimlerden biri sayılmaya layıktır.” demiştir.

Ayrıca İbn-i Haldun tarih ilmini şu şekilde tanımlamıştır. “Bil ki tarih, önemli, faydaları çok ve gayeleri yüksek bir ilimdir. Çünkü din ve dünya işlerini sağlam temeller üzerine kurmak isteyen biri, geçmiş toplumların ahlaklarını, peygamberlerin yaşamları ve mücadelelerini, hükümdarların yönetim ve siyasetlerini, tarihe mâl olmuş kişilerin yaptıklarını ancak tarih ile bilip örnek alabilir. Tarih ile ilgilenen kişinin, doğruya ulaşmak ve yanlışlara düşmekten korunmak için değişik kaynaklara ve sistematiğe, çeşitli bilgi dallarına, dikkatli ve sağlam bir bakış açısına ihtiyacı vardır. Çünkü tarihi haberler konusunda sadece nakle dayanılır, toplumsal hayattaki temel örfler, siyasi ilkeler, uygarlık ve medeniyetlerin kendilerine has özellikleri dikkate alınmaz ve geçmişte mevcut olanla ölçülüp değerlendirilmezse, gelen haberlerin doğruluğundan ve yanlışa düşünülmediğinden emin olunamaz.” (İbn-i Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak Kültür Armağanı, Çev: Halil Kendir, Cilt 1, Ankara 2004, s.31)

İşte tam da bu noktada tarihçi devreye girer ve geçmişteki olayları tarafsız bir şekilde yorumlayıp gelecek kuşaklara aktarmada bir köprü vazifesi görerek milletin hafızasının kaybolmasının önüne geçer. Ayrıca tarihçi, günlük siyaset içine sürüklenmeden siyasal karar organlarına bilim adamı kimliği ile yardımcı olabilir ve yayınlanan tarih eserleri sayesinde bireylerin, toplumun doğru bilinçlenmesine katkıda bulunabilir. (Mustafa Oral, Türkiye’de Romantik Tarihçilik, Yeni İnsan Yayınevi, Bas:2, İstanbul 2014, s.34)

Tarihçi tarihe sadece olayların kataloğu veya geçmişte vuku bulmuş olayların bir hikâyesi gibi değil de devletinin yükselmesi veya politikacıların siyasi, tarihi ve sosyolojik olarak göremediği tehditlerin sebeplerini açıklamakla mükelleftir. Çünkü tarih düşünmek, araştırmak ve vakaların sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Bu nedenle tarihçiler şayet devletin veya siyasetin izlemiş olduğu yanlış politikalar varsa bunlara karşı anti tez üreterek uyarılarda bulunması bir vatan görevidir. Bu özelliğiyle tarihçiler siyasete, devletin bazı politikalarına ve topluma yön verebilirler veya uyarılarda bulunabilirler. Bu yönüyle tarih, siyaset bilime de yardımcı olmaktadır.

Ancak tarihçi tarafsız olmak ve tamamen devletin ve milletin menfaatlerine uygun olarak tezler geliştirmelidir. Çünkü günümüzde bazı tarihçiler mensubu olduğu siyasi görüşlere göre tarihçilik yapmakta bu da taraflı bir tarih yazıcılığını ortaya çıkarmaktadır. Tarihçi ait olduğu siyasi görüşe göre tarihte olmamış bir vakayı olmuş veya olmuş bir olayı olmamış gibi anlatması tarih biliminin zarar görmesine sebep olmakla birlikte bilgi kirliliğine de neden olmaktadır.

Günümüz teknolojisinde bu bilgi kirliliği sosyal medya aracılığıyla yaymak çok kolay hale gelmiştir. Ayrıca bazı tarihi dizilerin veya flimlerin tarihsel olayları çarpıtarak izleyiciye yansıtması da vahim bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu durum tarihi, sosyal medyadan veya dizilerden öğrenen bir Türk milleti ve Türk gençliği meydana getirmektedir. Bu da tarih bilinci açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir.

Halbuki tarih ve okulda öğretilen dersleri bizim için önceden çok önem verdiğimiz bir alandı. Prof. Dr. Mustafa Oral aynen şunları aktarmaktadır: “İngiliz Gazetecisi Grace Ellison, 1928’de yayınlanan ‘Bugünkü Türkiye’ başlıklı eserinde, Gaziye (Atatürk) göre tarih kutsaldır diyor, Wells’in ortak tarih düşüncesi olmaksızın ortak barış ve huzur olamaz sözünü hatırlatıyordu. Ellison, Türkiye’de homojen bir topluma giden yolun tarih öğretiminden geçtiğini, fakat Türk, yabancı ve azınlık okulları arasında esas anlaşmazlık konusunun Tarih öğretimi olduğunu, yabancı okullarda kutsal bilginin (Yani tarih derslerinin) Türk okullarındaki gibi verilmediğini belirtiyordu. 1927’den itibaren Türk okullarındaki Tarih derslerinde, Türklerin dünya medeniyetine hizmetleri ön plana çıkarılmıştı. Ellison’a göre Türk okullarındaki en önemli konu tarih dersleridir. (Mustafa Oral, Türk Ulusunun İnşası, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul 2015, s.35-36)   

Günümüzde başta devletimizin tüm yetkili kurumları olmakla birlikte Milli Eğitim Bakanlığımız tarih derslerinin önemini vurgulanıp ayrıca tarih öğretmenlerine ve akademisyen adaylarına gerekli desteği vererek bu alanda çalışanların önü açılmalıdır.

Devletimiz, Fetö Terör Örgütünün devlette nasıl kadrolaştığını ve emniyet istihbaratını nasıl ele geçirdiğini ve kendilerine karşı olanları nasıl pasivize ettiklerini ayrıca Alman vakıflarının Türkiye’de yasadışı faaliyetlerde bulunup etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini anlatarak devletini ve milletini uyaran Necip Hablemitoğlu gibi vatansever tarihçiler yetiştirilmesi için önemli çalışmalarda bulunmalıdır. Bu çalışmalar yapılmaz ve başarılı olunamazsa başta bizlere bu ülkeyi yurt yapan kanlarını bu topraklar için döken atalarımıza, şehitlerimize, devletini ve milletini uyardığı için evinin önünde başından vurularak suikaste uğrayan Tarihçi Necip Hablemitoğlu’nun aziz hatıralarına layık olamayız.

Halbuki biz de Necip Hablemitoğlu gibi hakikati arayıp bularak, bulduktan sonrada her şeyi göze alarak açıkça devlete ve millete gelecek tehlikeleri ifade etmeye çalışan cesaret timsali tarihçiler olmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: “Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça (inandıkça) ifadeye cür’et gösteren adamlar olmalıyız… Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Son olarak tarihi çarpıtanlardan, tarihi mensup olduğu siyasi partiye göre yorumlayanlardan, tarihe siyasal İslamcı bakış açısıyla veya tam zıttı olanların uydurmalarından kurtarmalı. Ayrıca tarihin tarafsız bir bilim dalı, tarihçinin ise devlete ve millete karşı sorumluluk ilkesiyle vatan görevi yaptığını, tarihçiyim diye ortaya çıkan sahte popüler tarihçilere aldanılmaması gerektiği de milletimiz tarafından bilinip gerçek tarihçilere kulak verilmelidir.

 

 

       

 


10 Ağustos 2022 Çarşamba

KPSS SKANDALI


 











31 Temmuz’da binlerce kişinin girdiği KPSS sınavında adı geçen bir yayınevinin deneme soruları birebir çıkınca sınav iptal edildi. KPSS sınavına giren binlerce kişi devletin bazı kurumlarında memur olmak veya kimi adaylarda öğretmen olarak atanmak için bu sınavlara girmektedir. KPSS sürecini yaşayan bir köşe yazarı olarak da bu sürecin ne kadar sancılı ve uzun soluklu olduğunun birebir tanığıyım. İnsanlar aylarca zamanından, aktivitelerinden, uykusundan hatta parasının bir kısmından feragat edip birçok konu anlatımlı kitaplar ve soru bankaları alıp çalışarak bu sürece hazırlanmaktadır. Kimisi kurslara giderek kimisi de ailesine yük olmamak için hem bir işte çalışarak hem de işten kalan vakitte KPSS çalışmaya çabalayarak ve üzerine bir de bu sınavlara yüksek ücretler ödeyerek hazırlanmaktadır.

İşte bu zor şartlar altında sınava girip bir de soruların çalındığı skandalıyla karşılaşılınca ister istemez sınava girenlerin ÖSYM’ye güveni azalmaktadır. Çünkü bir tarafta bir sürü emek verip de sınava hazırlanan bir kısım var. Diğer tarafta ise yıllarca soruların sızdırıldığı iddiasıyla sınavdan yüksek puanlar alarak atananların olduğu iddia edilen bir kısım var. Bunu neden böyle yazıyorum. Çünkü geçmiş yıllarda ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda FETÖ Terör Örgütü bağlantılı şaibeler ortaya çıkmıştır. Özellikle 2005 ve 2013 yılları arasında yapılan KPSS, ALES, Dışişleri Bakanlığı memurluğu, Hakim ve Savcı Adaylığı sınavı, Polis Akademisi sınavı, Polis Koleji sınavı, Komiserliğe geçiş sınavı ve Kaymakamlık sınavı gibi sınavlarda da bu soruların çalındığı anlaşılmıştır. Hatta 2009 yılında ve kim bilir daha hangi yıllarda askeri lise soruları dahi çalınmıştır. Bununla birlikte mülakat sorularının dahi sızdırıldığı başta devletimizin yaptığı operasyonlarda ortaya çıkmıştır. Ayrıca TRT’nin yaptığı belgesellerde ve Emekli Tümamiral Cihat Yaycı’nın geliştirdiği FETÖMETRE ile milletimize anlatılmıştır.

Tüm bu yaşanan şaibelere bir de bu yıl yapılan KPSS sınavındaki soruların birebir bir başka yayınevinin denemesiyle aynı olması da eklenince yine akıllara sınav sorularının sızdırılmış veya çalınmış olabileceği akıllara gelmiştir.

Bu KPSS sürecine hazırlananlardan biriside ben olduğum için o günü şöyle ifade edebilirim. KPSS Genel Yetenek – Genel Kültür oturumuna girdiğimde Türkçe sorularının çok kötü hazırlanmış olduğu dikkatimden kaçmadı. Çünkü sorularda çok cümle düşüklüğü ve anlatım bozukluğu vardı. Ayrıca cevaplarda çok çelişkiliydi. Genel itibariyle kötü hazırlanmış bir sınavdı. Sınavdan çıktıktan sonra bazı soruların birebir başka yayınevinden çıkmış olduğu iddiasıyla sosyal medya sallandı. Bunun üzerine ÖSYM Eski Başkanı Halis Aygün’ün “Bazı sınav sorularının bir yayınevinin deneme sınavı sorularıyla aynı olduğuna ilişkin sosyal medya platformlarında ortaya atılan iddiaların incelememiz neticesinde asılsız olduğu anlaşılmıştır” açıklamasını yaparak sınavın güvenli geçtiğini iddia edince tüm KPSS adayları bu kadar kısa sürede nasıl incelendi diye tepki gösterdi. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yaparak Devlet Denetleme Kurulu’nun bu konuyu inceleyeceğini ifade etmiş ve bu olayın akşamına da ÖSYM Eski Başkanı Halis Aygün görevden alınmıştır. Bunun üzerine Devlet Denetleme Kurulu, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuş ve savcılıkta soruşturma kapsamında adı geçen yayınevine polis ekiplerince baskın yaparak dokümanlara el koymuştur. Ayrıca Mali Suçlar Araştırma Kurulu da devreye girerek adı geçen yayınevi ile ÖSYM çalışanlarının hesaplarındaki para akışının da incelendiğini belirtmiştir. Yine adı geçen yayınevinin kurslarına gidip de KPSS’ye girenlerinde cevap anahtarları incelemeye alınmıştır. Tüm bu yaşanan gelişmeler çerçevesinde KPSS’nin 31 Temmuz’da gerçekleşen oturumları iptal edilerek diğer oturumlarda ertelenmiştir.

Bu şaibeler devletimizin kurumlarının incelemeleri sonucunda hiç şüphesiz ki ortaya çıkacaktır. Eğer bu şaibeler ispatlanırsa FETÖ artıklarının halen devletin kurumlarında varlığını sürdürdüğü ve yeni kumpaslarla devletin içine yeniden kendi adamlarını yerleştirerek yapılanmaya çalıştığını göstermiş olacaktır. Bunun için ÖSYM, YÖK ve MEB başta olmak üzere tüm kurumlarımızda ve bu kurumlara bağlı yerlerde çalışanlarda dâhil olmak üzere herkes güvenlik soruşturmalarından geçirilmelidir.

Tüm KPSS adayları olarak hep beraber moralimizi bozmadan devletimizin yürüttüğü soruşturmanın sonucunu bekleyip görelim. Bu sırada da yeni sınav gününe kadar motivasyonumuzu düşürmeden çalışmalarımıza devam edelim.   


1 Ağustos 2022 Pazartesi

CÜBBELİ AHMET HOCA UYARIYOR














Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Türkiye’de Selefilerin 2000 dernek kurduklarını ve silahlandıklarını iddia etmiştir. Ayrıca bu kişilerin Türkiye’de iç savaş çıkaracakları yönünde de iddiaları vardır.

Ahmet Mahmut Ünlü, Suriyeli Müslümanlardan göç edenlerin hoca olmadığını camilerde konuşturulan Osman Hamis adlı kişinin Vahhabi olduğunu ve Bin Abdülvahab’ın kitabının tercüme edilerek Türklere dağıtıldığını ayrıca Osman Hamis’in, Maturidileri ehlisünnet görmediğini iddia etmiştir. Bununla birlikte Selefilerin Osmanlı’yı şirk devleti olarak gördüklerini, şefaat istemenin, evliya ziyaret etmenin ve tarikata girmenin şirk olduğunu yine askere gidilmemesi ve rey verilmemesi gibi söylemlerde bulundukları Ahmet Mahmut Ünlü’nün diğer iddiaları arasında yerini almıştır.

Ahmet Mahmut Ünlü “İç savaş” iddiasına karşılık olarak “Bunlar girdikleri her yerde savaş çıkarmıştır. Türklerde şuan Selefilik %3.6 ve ilerliyor. Birçok aile yıkıldı. Alt taban oluşunca dış güçler kıvama geldiğini gördüğü zaman oradan bir sıçrama yapar. Bunların gizli yerlerde silahları var. Kendi basılacakları hücre evinde bulundurmuyorlar. Kimlere ne zaman dağıtıldıkları belli, şuanda Türkiye’deki radikal selefi gruplar son derece tehlikelidir” değerlendirmesinde bulundu.”[1]

Daha önceden Ahmet Mahmut Ünlü’nün emniyete verdiği ismini verdiği selefi yapılanmaların liderlerinden birisi olan Murat Gezenler, “Türkler Müslüman değildir, askere gitmek küfürdür, oy atmak şirktir, kafa kesmek haram değildir” gibi açıklamalarda bulunmuştur.

Bu da selefiliğin Türkiye’de çok ciddi bir tehlike olmaya başladığını göstermekle birlikte diğer bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde de tehlikeli bir boyuta ulaştığı gözlemlenmiştir. Bursa Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Yüce’de büyük çoğunluğu Müslüman olan Orta Asya (Türkistan)’da Selefilik tehlikesine dikkat çekmiş ve “Özellikle ABD’nin desteğiyle Suudi Arabistan başta olmak üzere, Arap ülkeleri ve Afganistan üzerinden gelen Vehhabilik ve Selefilik akımı bölgede giderek güçleniyor” değerlendirmesinde bulunmuştur. Ayrıca bu anlayışın Türk – İslam kültürüne zarar verdiğini, özellikle bölge halkının Türkiye’ye bakışını olumsuz yönde etkilediğini belirterek, “Ameli bakımdan Hanefilik, itikat bakımından Maturidilik, tasavvuf ve ahlak bakımından ise Yesevilikten beslenen ehl-i sünnet ve Türk – İslam medeniyetini yeniden hakim kılmak için gerekli çalışmaların zaman geçmeden başlatılması gerekir” diyerek bu konuya dikkat çekmiştir.[2]  

Selefilerin Müslüman olarak görmediği Türkler, İslam’ın koruyuculuğunu yapmış ve bu kutlu dini dünyaya yaymak için çetin mücadelelere girişmişlerdir. O dönemde İslamiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaatlere alet edilmesine tepki olarak da “Sufîlik” yani Tasavvufu ortaya çıkararak mücadeleyi fikri boyuta da taşımışlardır.

Kanaatimce Türkiye’de kamuoyunda tanınan din adamlarından sadece devleti uyaran ve milliyetçi görüşü ile tasavvufi olarak mücadele eden bir tek tarikat mensubu bir hoca var o da Cübbeli Ahmet olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’dür.

Açık söyleyeyim ben Ahmet Mahmut Ünlü’nün hiçbir vaazına gitmedim. Şuana kadar bir kez bile yüz yüze görüşmedim. Youtube kanalına ara sıra bakmışlığım önemli bir açıklaması varsa ve basın bunu haberleştirmişse o haberi okumuşluğumdan başka bir tanımışlığım yoktur. Bu köşe yazımı da onu korumak ve aklamak için de kaleme almıyorum. Ancak dikkatimi çeken hususlar var.

Mesela Ahmet Mahmut Ünlü eğer bir konuda bildiği, duyduğu ve gördüğü bir şey varsa bunu devlete ve millete anlatmaktan çekinmiyor. Sürekli sosyal medyada ve televizyon programlarında bildiklerini söyleyip uyarılarını sıralayarak milleti ve devleti uyanık olmaya davet ediyor. Ben kamuoyunda tanınan hiçbir hocanın çıkıp da milliyetçilik ruhuyla kendi milletini savunan devletine bildiklerini anlatarak uyaran bir hoca görmedim.

Ya da Ahmet Mahmut Ünlü gibi FETÖ, PKK, IŞID Terör Örgütleri tarafından tehdit edilip bu örgütler tarafından öldürülmesi gerektiği söylenen bir hocada görmedim veya PKK’ya, FETÖ’ye ve IŞID’e açıkça laf söylemeyi cesaret eden bir hocada görmedim. Bu nedenle Ahmet Mahmut Ünlü hocanın söylediklerinin önemsenmesi ve uyarılarının dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Kendisine karşı itibar suikasti düzenlemeye çalışanları bu girişimlerini yersiz bulduğumu ifade ediyorum.




[1] Cübbeli Ahmet Hoca’nın daha detaylı açıklamasını okumak için bağlantıya tıklayınız: https://www.cubbeliahmethoca.com.tr/tr/basinduyuru/turkiye-de-sakarya-muftusu-nezaretinde-konusturulan-osman-el-hamis-hakkinda-konusulmayan-tehlikeler

[2] Mehmet Yüce, “Türk Dünyasında Selefilik Tehlikesi”, https://www.hukukihaber.net/egitim/turk-dunyasinda-selefilik-tehlikesi-h274008.html, Erişim Tarihi: 27.07.2022


 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ İFTİRA KISKACINDA





 

Cumhurbaşkanı Erdoğan 4 yıl sonra İran’a ziyarete bulunmuş ve bu ziyarette Rusya Devlet Başkanı Putin ile birlikte İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi olmak üzere üçlü bir zirve gerçekleştirmiştir. Bu zirvede Cumhurbaşkanı Erdoğan Astana sürecini tekrar ayağa kaldırmak ve bunun yanında Irak’ın kuzeyine ve Suriye’ye karşı terörle mücadele için yapılacak sınır ötesi operasyonda Türkiye’nin kararlılığını vurgulamıştır. Bu kararlı duruş karşısında Türkiye’nin bölgesel aktör olmasını istemeyenlerin düşmanlığı daha da şiddetlendirmiştir.

Böylece bu yaşanan gelişmelerin ardından Irak’ın Kuzeyindeki Dohuk vilayetinin Zaho ilçesinde 20 Temmuz’da bir dere kenarında ikisi çocuk, dokuz kişinin hayatını kaybettiği olay basına yansımıştır. Irak Merkezi Hükümeti basına yansıyan bu olay ile ilgili havan topu saldırısı düzenlendiğini ve saldırıyı Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaptığını iddia ederek Türkiye’yi ve Türk Silahlı Kuvvetlerini hiçbir delil olmadan suçlamıştır. Ülkede, Türkiye ve Türk askerine yönelik protestolar düzenlenmiştir.

Bağdat’ın bu suçlamalarına karşı Türk Dışişleri Bakanlığı saldırıyı reddetti. Yapılan açıklamada “Saldırının terör örgütü kaynaklı olduğu değerlendiriliyor. Türkiye gerçeğin açığa çıkması için her türlü adımı atmaya hazır” denildi. 

Ancak o saatlerde olay daha yeniyken ve olayın sorumluları araştırılırken içeride HDP ve Diyarbakır Barosu sözde Kürdistan vurgusu yaparak sosyal medya hesaplarından Türkiye’yi ve onun kahraman Mehmetçiğini suçlamışlardır. Dışarıda ise Arap Birliği Türkiye’yi kınamış ve saldırıdan Türkiye’yi sorumlu tutmuşlardır. Bir yandan da Iraklı Şii milisler Türkiye’ye karşı savaş ilan etmiş ardından ABD, Türkiye’yi kınayan açıklamalarda bulunmuştur. Başta PKK Terör Örgütü olmak üzere Haşdi Şabi, FETÖ Terör Örgütü mensupları ve İran’a yakın Şii gruplar Türkiye’yi hedefe alarak aleyhinde kampanyalar başlatmışlardır. 

Bunların hepsi Türkiye’nin İran ziyaretinden sonra ve yine Türkiye’nin dünyanın kıtlık krizini çözmek için tarafları İstanbul’da buluşturup anlaşma imzalanmasından önce olması çok manidardır. 

Irak Meclisindeki en büyük Sünni Koalisyonun Başkanı milletvekili Hamis Hançer: “Duhok kentinde meydana gelen sivilleri hedef alan saldırıyı terör örgütü PKK yaptı. Biran önce bu terör unsurlarının önüne geçilmeli” dedi. 

Türk milletinin, devletinin ve askerinin asırlık tarihine bakıldığında soykırım, katliam veya sivillere yönelik herhangi bir saldırı girişimi olmamıştır. Ancak ne tuhaftır ki Türk askerinin sivillere yönelik sözde katliam yaptıklarını iddia edenlerin tarihleri katliamlarla, soykırımlarla ve ihanetle dolu olduğu görülmektedir. Bunları sıralamaya kalsak ciltler dolusu kan ve gözyaşının tarihini yazmak mecburiyetinde kalırız. Çünkü Türk milleti ve onun bağrından çıkan Türk askeri hiçbir zaman masumlara yönelik eylemlerde bulunmamıştır. Terör Örgütü PKK kurulduğu günden beri bebek, çoluk çocuk demeden katlettiği zaman hiçbir devletten ses çıkmamıştır. Aynı şekilde Amerika, Irak’ı işgal ettiğinde orada masum binlerce sivili katlettiğinde yine oradaki yerli halkın namusuna göz diktiğinde Irak başta olmak üzere hiçbir Arap Birliği kınayıcı bir açıklamama yapmamıştır. Ya da Diyarbakır Barosu “Sözde Ermeni Soykırımını” desteklerken PKK Terör Örgütünün bu ülkenin askerini, polisini, vatandaşını şehit ederken yaptıkları caniliklere ses çıkarmamışlardır. 

Irak’ın Kuzeyinde terör örgütüne karşı yapılan mücadele devam ederken ayrıca Suriye’ye yeni operasyon sinyallerinin verildiği sırada böyle bir karalama kampanyasının yapılması devletimize ve güvenlik güçlerimize karşı art niyetli yaklaşımlardan başka bir şey değildir. Bu art niyetli yaklaşımları biz daha öncede gördük. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin güvenliğini tehdit eden teröristlere karşı ne zaman bir operasyon yapsa hemen karalama kampanyaları başlamıştır. 

Ancak Türk askeri hiçbir zaman sivilleri hedef almamıştır. Sivil yerleşim yerlerinde operasyon yapma mecburiyetinde kaldıklarında ise nasıl hassas davrandıklarını Diyarbakır Sur Operasyonlarında görülmüştür. Sivilleri kalkan yapan teröristlere karşı hassasiyetle ilerleyen Türk askeri kendi canını vermekten tereddüt etmeyerek sivilleri kurtararak burunları dahi kanamadan o teröristlerin elinden almıştır. Yine oradan çıkamayan yaşlılarımızı Mehmetçik sırtında taşıyarak çatışma bölgesinden çıkarmıştır. Yine sınır ötesi operasyonlarda aynı hassasiyeti göz ederek hiçbir yerleşim yerine ve sivillere zarar vermeden titizlikle terörist unsurlara karşı mücadele etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin her operasyonu öncesinde ve sonrasında Türk askerine böyle iftiralar atılması anca düşmanın ne kadar aciz, korkak ve haysiyetsiz olduğunu göstermektedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarihinde herhangi bir kara leke olmadığı için gurur duyuyor ve bu vesile ile tüm Türk Silahlı Kuvvetleri personeline teşekkür ediyor ve her zaman yanlarında olacağımı özellikle vurgulamak istiyorum.


  


 


7 Temmuz 2022 Perşembe

MUTABAKAT BİLMECESİ

 






Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta Salı günü NATO toplantısı için gittiği Madrid’de İsveç ve Finlandiya ile bir mutabakat imzaladı. Bu mutabakat belgesinin içeriğinin özeti silah ihracatı ve terörle mücadele olmak üzere Türkiye’nin kaygılarına yanıt veren bir memorandum’dur. Bu memorandumu dünya basını ise Türkiye istediğini aldı ve Erdoğan zaferle dönüyor diye manşetlerine taşıdı.

Ancak şu bilinmelidir ki mutabakat bir uluslararası anlaşma değildir. Sadece siyasi bir bağlayıcılığı vardır. Fakat yine de bazı istenilenlerin yazıya aktarılması hiç yoktan iyidir. PKK/YPG/FETÖ gibi terör örgütlerinin bu mutabakat ile terör örgütü olduğu tescillenip mutabakat metnine girmesi önemli bir gelişmedir. Yine Türkiye’ye uygulanan silah ve savunma sanayindeki ambargoların kaldırılmasına dair taahhütlerde önemli bir kazanımdır. Buna ilaveten bu mutabakatın Suriye harekatından önce imzalanması da Türkiye’nin yapacağı sınır ötesi operasyon için de önemli bir adımdır.

Ancak burada verilen sözler tutulacak mı? Kanaatimce zannetmiyorum. Çünkü mutabakat imzalandıktan sonra her iki ülkenin üst düzey yetkilileri Türkiye’ye verilen sözlerin aksi açıklamalar yaptılar.

Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan da verilen sözler yerine getirilmez ise İsveç ve Finlandiya’nın üyelik sürecini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanmayacağını ifade etti. Ayrıca Makedonya’nın 20 yıl sonra NATO’ya girdiğine dikkat çekti. Yani resmen bu iki ülkeye verdiğiniz sözleri tutuyorsanız tutun. Tutmuyorsanız 20 yıl sürünürsünüz demiş oldu.

İsveç basınında bazıları üyelik süreci ile ilgili Türkiye’ye verilen sözlerin üyelik süreci onaylanana kadar tutulması gerektiğini, üyelik süreci tamamlandıktan sonra verilen sözlerin tutulmasa da herhangi bir yaptırımının olmadığını belirtmişlerdir. EXPRESSEN’in haber sitesinde Jacob Westberg, İsveç’in NATO’ya girdikten sonra Türkiye’ye verdiği sözlerden vazgeçmesi halinde NATO’nun hiçbir yaptırım olanağı ve dışlama mekanizması olmadığına dikkat çekmiştir.[1]

            Tüm bunlar dikkate alındığında aslında Türkiye’nin bir oyun kurduğunu düşünüyorum. Çünkü başta Amerika olmak üzere Avrupalı devlet İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmesi için Türkiye’yi sürekli rahatsız edecek eylemler ve açıklamalarda bulunacaklardı. Türkiye bu rahatsızlıktan kurtulmak için ne de olsa son koz yine benim elimde düşüncesi ile bu mutabakatı imzaladı ve uygulanmaması durumunda ABD ve AB’ye muhtemelen şunu diyecektir. Biz şartlarımızı sunduk ve bunu antlaşma metnine döktük. Üç ülkede imzaladı. Fakat verilen sözler tutulmadı. Terör örgütlerine destek vermeye devam ettiler. Ben Türkiye olarak elimden geleni yaptım ama karşımdaki muhataplarım yapmadı. O zaman bende veto hakkımı kullanıyor ve üyeliklerini onaylamıyorum diye de düşünerek bu mutabakatı imzalamış olabilir.

            Bu nedenle Türkiye’nin çok uyanık olması ve Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü meselesinde yaptığı hatayı İsveç ve Finlandiya’da yapmamasını umuyorum.

 


[1] Jacob Westberg, “Turkiets Parlament Kan Stoppa Sverige i Nato”, https://www.expressen.se/nyheter/turkiets-parlament-kan-stoppa-sverige-i-nato/, Erişim Tarihi: 04.07.2022

4 Temmuz 2022 Pazartesi

TÜRKİYE’DE KÖŞE YAZARI SORUNU


 






Ülkemizde başta gazeteler ve internet siteleri de olmak üzere bir sürü köşe yazarımız ve birçok da köşe yazarı olmak isteyen adaylarımız var. İnsanımızın yazması, okuması ve araştırması gayet çok güzel bir davranıştır. Yalnız gerçekten okuyor muyuz? Gerçekten araştırdıklarımızı kendi düşüncelerimiz ile harmanlayıp okuyucuya aktarabiliyor muyuz? En önemlisi bu ülkenin aydınları olarak gerçekten ülkemize ışık tutacak fikriyatlar sunabiliyor ya da ülkemiz aleyhine yazılanlara cevaplar verebiliyor muyuz? Ayrıca kaliteli yazarlarımız var mı? Yazarlarımızın eğitim düzeyi nedir?

Aslında bu sorduklarımın cevapları verilmeli ve kendi profilimiz ile yüzleşmeliyiz. Çünkü Türkiye’deki birkaç kişi haricinde gerçekten yazar denilebilecek çok az sayıda kişi var. Ben kaç zamandır yabancı gazetelerin internet sitelerini takip ediyorum. Hepsinin gerçekten alanında uzman olduklarını ve günlük kısır siyasetten uzak yorumlar yapabildiklerini okuyorum. Tabi ki de zaman zaman kendi görüşleri çerçevesinde siyasi yazılar yazıyorlar ancak dediğim gibi genellikle kısır siyasetten uzak duruyorlar. Okuduklarını ve araştırdıklarını okuyucuya aktarabiliyorlar ve alanlarına baktığımda da kimisi gerçekten bu işin okulunu okumuş ve enstitülerde araştırmacı olan kimisi de ilgilendiği alanın gerçekten uzmanı olan yazarlar.

Bu yazıyı yazmamın en büyük sebebi ise az öncede dediğim gibi yabancı gazetelerin internet sitelerinde Türkiye ile ilgili yazılan bazı köşe yazılarını az İngilizcem ile okumaya çalışarak benim bunlara cevap vermeye uğraşmamdır. Tabi bende bilgim yettiğince cevap veriyorum. En büyük eksikliğim ise İngilizcemin çok iyi olmamasıdır. Çünkü gönül isterdi ki kendi anladıkları dilde onlara cevap verebileyim ve ülkemi uluslararası arenada o köşe yazarlarına karşı daha iyi savunabileyim.

Bu nedenle gazetelere ve internet sitelerine çağrımdır. Lütfen alanında yetkin kişileri yazar yapın ve onların ülkemizi fikirleriyle aydınlatmalarına ve yine devletimiz hakkında yabancı köşe yazarlarının yazdıkları yazılara karşı uluslararası arenada mücadele etmelerine olanak sağlayın.

Gelin hep birlikte köşe yazarlığı sistemini değiştirelim ve şunları hayata geçirelim.

1 – Köşe yazarlığı sadece ülkemizdeki insanları aydınlatmak için olmasın ve kısır çekişmelerden vazgeçelim.

2 – Yazdığımız köşe yazılarımız aynı zamanda yabancı dil bilen yazarlar tarafından o dil ile de yayınlansın.

3 – Köşe yazarlarımız yabancı köşe yazarlarını da takip etsin ve ülkemiz aleyhine yazılan yazılara cevap niteliğinde yazılar kaleme alsın.

Artık küreselleşen dünyada köşe yazarlığı sisteminin değişmesinin vakti gelmedi mi? Gerçekten bu işi yapabilecek olanların köşe yazarı olması vakti gelmedi mi?

 


Diğer Yayınlar