2 Mart 2021 Salı

ARTIK DUR DEYİN



Günümüzde gelişen teknolojide ilim sahibi olmak çok kolaydır. Ancak gelişen teknolojiden yararlanıp kendimizi geliştirmek yerine zamanımızı boş uygulamalarda tüketip körelmeyi ve tembelleşmeyi tercih etmişiz. Bu da başta dini değerlerimiz olmak üzere, ahlaki yozlaşmayı ve bununla beraber eğitim ve kültürel gerilemeyi beraberinde getirmiştir. Bu sorunlarda başka problemlere sebebiyet vermiş ailelerin yıkılmasına, güvensizliklere, ahlaksızlıklara kadar varan olayları oluşturmuştur. Gündüzleri televizyonda izlediğimiz bazı programlara çıkan insanların sorunlarına baktığımızda evden kaçan küçük çocuklar, aile içerisinde çarpık ilişkiler yaşayanlar, eşler arasındaki aldatmalar gibi büyük problemlerle hemen hemen hergün bu programlarda izlemiyor muyuz? İnsanın kanını donduracak şeyler duymuyor, görmüyor muyuz? Bunun yanında televizyonlarda önceden izlediğimiz dizilerde aile nasıl olunur öğretilmeye çalışılırken, topluma mesajlar verilmek istenirken şimdi ise aile nasıl yıkılır onu göstermiyorlar mı? Amcasının karısına aşık olan ve kavuşamayan Behlül için normalmiş gibi göz yaşları dökenler olmadı mı? Yine kendilerini bir şekilde sosyal medyada tanıtmış ve es kaza ünlü olmuş, sesi bile olmayan, saçma sapan hareketler yapan, insanlara küfür eden, çektikleri kliplerde gençleri LGBT’ye özendiren ve erkeklerin yaptıkları kadınsı danslarda ahlaksızlıkta hiç “DURMAYAN” kişileri parlatıp gençlerin beynine işlenmedi mi?

Kimse de bu ne haldir, biz ne hale geldik diye sordu mu? Kimse şehit kanıyla sulanmış bu topraklar yaşayan büyük milletin büyük torunları bu hale nasıl gelebilir dedi mi? Diyenler de yobazlıkla, gericilikle, radikalcilikle suçlandı. Hergün gençlerimizi saçma sapan uygulamalarda kaybediyoruz. Aile yapısının temeline resmen dinamit koyuyoruz. Tembelleşiyoruz, cahilleşiyoruz. Olduğumuzdan farklı kendimizi göstermeye çalışıp şatafat, kibir ve gösteriş yapmaya çalışıyoruz ve en önemlisi değerlerimizi kaybediyoruz.

Buna artık birilerinin “DUR” demesi, birilerinin bu gençleri kendi özüne doğru düzgün döndürmesi ve “KİM” olduğunu hatırlatması gerekiyor.

Bunun için ilk başta uygulamalardan ve tek tıkla kameralı uygulamalarla özel hayata dahil olunan ve her türlü ahlaksızlığın döndüğü bu programlardan gençlerimizi uzak tutmalıyız. Bununla beraber televizyonlarda, toplumun önüne çıkartılan ve rol model olarak gösterilen saçma sapan kişiler daha fazla parlatılmamalı ve gençlerimiz bu kendini bilmezlere özendirilmemelidir. 

Sonra bu ülkeye gerçek âlimler yetiştirilmeli ve topluma sağlıklı birer rehber yapılmalıdırlar.  

Oysa tarihte insanlar teknolojinin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda ilmi aramış, bulmuş, öğrenmiş ve kendini geliştirerek âlim olmuşlardır. Bu âlimler ise daha sonradan topluma rehber olmuşlardır. Hatta İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinin temel harçlarından birini de yine bu âlimler oluşturmuşlardır. Ancak günümüzde bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilirken teknolojinin bilgi edinmek yerine ahlaki yozlaşmayı arttırmak için kullanmak hem milli kimliğimize hem inancımıza hem de geçmişten gelen bütün değerlerimize ters düşmektedir.

Maalesef günümüzde o kadar çok uygulama var ki bu uygulamalardan bazılarına saygın meslek grubunu icra edenler de dahil olmuş, koca koca insanlar bile saçma sapan videolar çeker olmuş.

Artık birilerinin buna dur demesi lazım. Yoksa ülkemizin aydınlık yarınları bu uygulamalar da heba olacak, geleceğimiz karanlığa teslim olacaktır. 

14 Şubat 2021 Pazar

GARA OPERASYONU

 

Türkiye bu zamana kadar terör örgütlerine karşı birçok sınır ötesi operasyonlar yapmıştır. İlk sınır ötesi operasyon 25 Mayıs 1983 yılında Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyondur. Bu operasyonda 5 kilometre içeriye kadar girilmiştir. 21 Mart 1995 yılında ise Irak’ın Kuzeyine geniş kapsamlı Çelik Harekâtı düzenlenmiş ve bu harekâtta 40 Km içeriye 35 bin asker ile girilmiştir.  Yine 14 Mayıs 1997’de 200 bin askerin katıldığı Çekiç ve Şafak Harekâtı yapılmış 15 Km içeriye girilmiştir. PKK Terör Örgütüne karşı birçok harekâtlar ve operasyonlar yapılmakla birlikte son yıllarda Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Operasyonu, Afrin Harekâtı, Pençe-1-2-3 Harekâtları, Pençe Kaplan Operasyonu, Barış Pınarı Harekâtı, Bahar Kalkanı Harekâtı yapılmıştır. Yurt içinde de Eren Operasyonları devam ederken Türkiye kritik bir karar alarak terörle mücadele tarihinde ilk defa Irak’ın Kuzeyine 10 Şubat 2021 tarihinde “Pençe Kartal – 2 Gara” adıyla farklı bir sınır ötesi operasyonu gerçekleştirmiştir.

Bu sınır ötesi operasyon terörle mücadele tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı en geniş kapsamlı operasyondur. Çünkü bu operasyonda 75 Km genişliğinde 25 Km derinliğinde çok geniş bir alan zor arazi ve iklim koşullarında taranmış ve hedefler başarıyla imha edilmiştir. Gara, Türkiye’ye 40 Km uzaklıktadır. Yani ilk defa TSK indirme şeklinde bu kadar uzak bir noktaya operasyon düzenlenmiştir. Emekli Tuğgeneral Özgür Tör, Gara Bölgesi tek bir dağdan oluşmamakla birlikte inişli çıkışlı ve dalgalı bir arazi yapısına sahiptir. Kış şartlarında burada operasyon yapılmasının çok zor olduğu ve bu şartlar altında dünyadaki başka orduların bu harekâtı yapamayacağını hatta bazı ülkelerin pilotları dahi bu yüksek rakımda ve zorlu hava koşullarında uçamayacağı değerlendirmesinde bulunmuştur.[1] Bu operasyon bir özel kuvvetler operasyonudur. Bu operasyonla ile hedeflenen daha önceden terör örgütü tarafından kaçırılan 2 sivil, 2 polis memuru, 9 asker olmak üzere 13 Türk vatandaşını kurtarmak ve Türkiye’ye karşı eylem hazırlığında olan teröristleri ve onlara ait barınak, sığınak ve mühimmat depoları, sözde karargâh yerleri ile mağaralardan oluşan 50'den fazla hedefi imha etmekti. Hedefler ve teröristler yapılan operasyon ile imha edilmiştir. Fakat 13 Türk vatandaşı teröristler tarafından rehin tutuldukları mağarada 12’si başından 1’i omzundan vurularak şehit edilmiştir. Onları şehit eden teröristler ise o mağarada Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülmüştür. [2]

PKK Terör Örgütü, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yurtiçi ve yurtdışında yaptığı operasyon neticesinde geri çekilmiş ve Gara’yı coğrafi konumundan dolayı kullanmaya başlamıştı. Bunun nedeni bölgede su kaynaklarının olması, doğal mağaraların ve yükseltinin fazla olması baskın yeme ihtimalinin olmaması veya buraya operasyon yapılamaz düşüncesiyle gizlenmeye çalışmaktı. 

Ancak TSK girilemez denilen yere önce hava harekâtı gerçekleştirmiş sonrasında ise özel kuvvetler yani “Bordo Bereliler” olarak bilinen seçkin askerlerin bölgeye indirilmesiyle Gara’ya girmiştir. Bunun sonucunda 48 terörist öldürülmüş 2 terörist sağ ele geçirilmiştir. Yani bu zorlu hava şartlarında TSK girilemez denilen yere girmiş ve 4 gün gibi kısa bir sürede 75 Km genişliğinde 25 Km derinliğinde Türkiye sınırından 40 Km uzaklıktaki PKK’nın kendisine en çok güvendiği bölgede operasyon yapmıştır. Böylece bu operasyon ile Sincar ve Kandil’e gözdağı verilmiştir. Sadece bu gözdağı Sincar ve Kandil ile sınırlı kalmamış terörü destekleyenlere de bir mesaj niteliğinde olmuştur. Bununla birlikte terör örgütü sadece yurtiçinde değil yurt dışında da hareket kabiliyeti ya sınırlandırılmış ya da sonlandırılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri ise dünyaya bir kez daha tecrübesini ve kabiliyetini göstermiş ve caydırıcılık gücüne güç katmıştır.

Yalnız şu da bilinmelidir ki 13 Türk vatandaşının kaçırılıp mağarada şehit edilmeleri bir katliamdır, vahşettir. Bu katliamın sorumluları ise PKK terör örgütü başta olmak üzere siyasi uzantısı olmakla birlikte onlarla kol kol giren ve sempatizanlığını yapanlardır.

Operasyonun başında şehit olan 3 askerimize ve sonrasında katledilen 13 vatandaşımıza Allah’tan rahmet yakınlarına başsağlığı diliyorum.

Türkiye Cumhuriyeti bölünmez bir bütündür. Allah’ın izni ile kimse bölemeyecektir.     



[1] Banu El ile Ajans / A Haber / 12.02.2021; https://www.youtube.com/watch?v=tXKIk-I_aX0, Erişim Tarihi: 14.02.2021

11 Eylül 2020 Cuma

TÜRKİYE ÇEMBERE ALINMAK İSTENİYOR


Akdeniz’deki sismik aramalarını cesaretle sürdüren Türkiye, Oruç Reis’i bölgeye göndererek Navtex ilan etmiş ve altı milden fazla yaklaşan olursa gerekli cevabı vereceğini bildirmişti. Ancak Yunanistan uluslararası hukuka aykırı olarak bu bölgede hak iddia ettiği için Türkiye’nin bu bölgede arama yapamayacağını dile getirerek Mısır ile karşılıklı Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yaptı. Ancak bu antlaşma yok hükmündendir. Çünkü Yunanistan ve Mısır’ın karşılıklı kıyıları yok. Ancak Yunanistan adaları öne sürerek Mısır ile kıyıdaş olduğunu ifade etmektedir. Ancak MEB ilan edilebilmesi için ana karaların karşılıklı birbirine bakması gerekir, adanın değil. Fakat bu olayları izleyen süreçte Birleşik Arap Emirlikleri de bu antlaşmayı bir zafer olarak nitelendirip F-16’larını Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de ortak tatbikat yapmak için göndereceğini duyurdu. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye düşmanı olduğunu zaten biliyoruz. Bununla birlikte Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ile askeri antlaşma yaptı. Bu yapılan girişimler Türkiye’nin, Filistin’e verdiği destekten rahatsız olan İsrail ve Arap dünyasının liderlik rolünü oynayan Türkiye’yi içine sindiremeyen Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türk devletinin bölgede güçlenmesini önlemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Tabi bir de Fransa’yı unutmamak gerekir. Afrika’da eski sömürgelerinde istediği gibi rahat hareket edemeyen Fransa, Türkiye’nin hem Akdeniz’de hem de Afrika’da bulunmasından oldukça rahatsız ve bu rahatsızlığından dolayı Libya’da ve Akdeniz’de Türkiye’ye karşı atılması gereken tüm adımları attı. Açıktan Yunanistan, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye’ye karşı söylemler gerçekleştirmekten çekinmiyor. Ancak Türkiye tüm bu karşı ittifaklara rağmen stratejik hamleleriyle tüm bu devletleri saf dışı bırakmayı bu zamana kadar başardı. Başarmaya da devam ediyor.
Ayrıca Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp Doğalgaz bulunmasıyla Türkiye’nin ilerleyen yıllarda ekonomik olarak da güçlenmeye başlayacak olmasıyla birlikte bölgede daha çok güçlenmeye başlaması Türkiye’ye düşmanlık yapanları korkutmaya devam edecek.


23 Ağustos 2020 Pazar

TÜRKİYE’NİN EGE VE AKDENİZ MÜCADELESİ


Türkiye bu zamana kadar yurtiçi ve yurt dışı olmak üzere birçok sorunun üstesinden gelmeyi başardı. Tabi bazı sorunları öncelikli olarak ele aldı. Bazılarının ise zamanını bekledi. İçeride PKK ve FETÖ terör örgütleri ile uğraşan Türkiye, yurt dışında da bu terör örgütlerinin uzantıları ile uğraştı. Buna ek olarak yine yurt dışında Suriye, Filistin, Irak’ın Kuzeyi, Libya ve Doğu Akdeniz meseleleri ile uğraşmaya halen devam etmektedir.
Devletimizin tüm kamu kurumları Serv Antlaşmasını bir daha yaşamamak için savunma amaçlı dizayn edildi. Ancak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra devlet içerisinde kümelenmiş hainler tasfiye edilmeye başlayınca kamu kurumları daha çok işlerlik kazanmaya başlayarak kendini yeniledi. Bunun yanında Türkiye üzerine oynanan oyunların tehlikeli boyutunu görerek kamu kurumlarını yeniden yapılandırdı ve savunmadan taarruza geçti. Serv Antlaşmasının psikolojik korkusunu üzerinden attı.
 Böylelikle Türkiye zincirlerini 15 Temmuz 2016’da kırarak adeta dünyaya kafa tutmaya başladı. Sahada ve masada oyun değiştirici rolü üstlenmeye başladı. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Pençe Kartal, Pençe Kaplan ve diğer Harekatlarıyla sınırlarımızdaki terör koridorları dağıtıldı. Terörle Mücadele yöntemlerimiz değişti ve 7 bin 500’ün üzerinde terörist imha edildi. Türkiye’yi Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışanlara karşı Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yapılarak bölgede emelleri olanların planları suya düşürüldü. Suriye ve Libya’da olmak üzere iki düşük yoğunluklu savaş vererek Suriye’de DEAŞ’ı bitiren, PKK/YPG’ye karşı ağır darbe vuran Türkiye, Libya’da ise Hafter’i yendi.[1]
Ancak az öncede yukarıda bahsettiğim gibi bu sorunlarla uğraşırken hepsini aynı anda yapmadı. Acil sorunları çözerek diğer sorunları aynı anda birden çok cephede savaşmamak için ertelemek mecburiyetinde kaldı. Bundan 3 ay evvel şöyle bir ömgörü ortaya atmıştım. “Türkiye Libya meselesini tamamen hallettikten sonra bir gün yüzünü tam masasıyla Ege’ye dönecek ve o zaman Yunanistan ile ufak çaplı bir çatışma veya savaş yaşanacak. Ancak Türkiye bundan da başarılı bir şekilde çıkacak” demiştim. Kanaatimce bu öngörüm oluşmaya başladı.
Çünkü Yunanistan 1936’dan bu yana Ege Denizinde kendi başına buyruk hareket ederek Lozan Antlaşması’nı ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni bulduğu her fırsatta ihlal ediyor. 1936’da Ege Denizindeki mil sayısını 3’den 6’ya çıkardı ve 1960’lardan bu yana ise adaları silahlandırmaya başladı. Günümüzde ise Libya’daki iç karışıklıklardan yararlanan Yunanistan, Libya’ya ait 39.000 Km2 deniz alanını işgal etmiştir. Aynı zamanda Yunanistan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kışkırtmak ve arama faaliyetlerini durdurmak amacıyla Mısır ve İsrail ile ittifaklar yapmakta ve Türkiye’yi Akdeniz’de enerji mücadelesinde yalnız bırakmaya çalıştı. Buna mukabil Yunanistan, Girit kıyılarından Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir Münhasır Ekonomik Bölge belirleyerek Türkiye’nin yasal hakkı olan Münhasır Ekonomik Bölgesinin bir kısmında hak ihlalinde bulundu. Yunanistan burada sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türkiye’nin garantörlüğünü yaptığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakkını ihlal etti. Çünkü Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın 400 km güneyindeki alanda kendi başına buyruk hareket ederek uluslararası enerji şirketlerine araştırma lisansı verdi.[2] Tüm bunlarla beraber her şeyi oldubittiye getirmek isteyen Yunanistan deniz milini 6’den 12’ye çıkarmaya çalışıp deniz hâkimiyet sahasını yüzde yetmiş oranında yükseltmeyi hedefliyor.[3] Yunanistan’ın tüm bunları yapmasındaki amacı ise Ege’yi tamamen bir Yunan gölü haline getirmektir. Bu da Türkiye’nin egemenlik haklarının tamamen Akdeniz’de ve Ege’de son bulması demektir. Ayrıca Marmara ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Ege Denizi’dir. Bu yüzden Türkiye’nin deniz ticaretinin güvenliğinin sağlanabilmesi için de Ege’nin jeopolitik bir önemi vardır.[4] Bu yüzden Türkiye buradaki egemenlik haklarını da savunmak mecburiyetindedir. Zaten bu savunma hakkını Türkiye’ye yasal olarak Lozan Antlaşması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi veriyor.
Maddeye bakacak olursak; “Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde bu sözleşmenin Lozan Barış Antlaşması’nın yerini alacağını belirtmişse de bu sözleşme Türkiye’nin güvenliği ve boğazlardan serbest geçişinin güvenliği açısından yapılmış olup Lozan Antlaşması’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olmayan maddeleri yürürlüktedir”[5] demektedir. Yani Yunanistan tamamen bu antlaşmaların dışında hareket etmeye çalışmaktadır. Tabi bunun karşılığı elbette verilecekti. Bu karşılığın verildiğini kısaca  o dönem görevini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak yapan Tümamiral Cihat Yaycı’nın “Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu 2019 Açılış Konuşması”ndan aynen aktarıyorum.

“Yunanistan’ın bu antlaşmaları çiğneyerek mevcut durumu kendi lehine değiştirip adalarda ABD’ye üs kazandırma ve Gayri Askeri Statüdeki Adaları askeri maksatlı kullanma yönündeki faaliyetlerine geçit verilmeyerek konu ulusal ve uluslar arası gündeme taşınacak şekilde tepki verilmiştir. Buna ek olarak tüm ikazlarımıza rağmen Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin haklarını hiçe sayan uygulamaları sürdüren GKRY’nin tek taraflı eylemlerine karşı da uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızın korunması için bazı tedbirler alınmıştır. Bunların başında 2011 yılında KKTC ile imzalanan kıta sahanlığı sınırlandırma antlaşması ile KKTC ve Türk Bakanlar Kurulu kararlarıyla TPAO’ya verilen ruhsatlar ve bu sahalarda yapılan araştırma faaliyetlerini sayabiliriz. Yunanistan ve GKRY tarafından gerek Türkiye, gerekse KKTC deniz yetki alanlarında yürütülmek istenen izinsiz araştırma faaliyetleri ilgili kurumların işbirliği ile engellenmiştir. Yabancı devletlerin deniz yetki alanlarımızdaki hukuk dışı faaliyetlerinin engellenmesine yönelik ilk devlet uygulaması 2002 yılında icra edilmiş, Akdeniz Kalkanı Harekâtının 2006 yılında başlatılmasıyla ülkemizin kararlılığı sürekli hale getirilmiştir. İlk devlet uygulamasının yapıldığı 2002 yılından itibaren, çoğunluğu Akdeniz Kalkanı Harekâtı kapsamında olmak üzere, 2016 yılına kadar 14 yılda toplam 14 geminin faaliyeti engellenmiştir. Bu noktada dikkatinize sunmak istediğim bir husus var. 14 yılda 14 geminin ikaz edilmesi/engellenmesi faaliyetimize karşılık 2017-2018 döneminde, yani sadece son 1 yıl içerisinde deniz yetki alanımızda izinsiz araştırma faaliyetlerinde bulunmaya çalışan farklı ülkelere ait 6 araştırma gemisi uyarılmış ve belki de en önemlisi sondaj yapmak üzere gelen bir gemi fiilen engellenmiştir. 2018 yılında Türk Deniz Kuvvetleri tarafından uluslar arası hukuka uygun olarak gerçekleştirilen bu fiili devlet uygulaması Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir sondaj faaliyetinin engellenmesi olarak tarihe geçmiştir. Bahse konu faaliyetler ile Cumhuriyet tarihinde görülmediği kadar deniz yetki alanlarımıza sahip çıkılmış ve izinsiz girişimler kararlılıkla önlenmiştir. Bu önlemler, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerinin korunması için gösterdiği ve göstereceği kararlılığın en somut örnekleri olmuştur. Deniz yetki alanlarındaki izinsiz faaliyetlerin engellenmesinin yanı sıra ulusal araştırma faaliyetlerinin müdahaleye uğramaksızın emniyetle tamamlanması için Deniz Kuvvetleri K.lığı tarafından destek ve himaye sağlanmaktadır. Bu kapsamda, Barbaros Hayrettin Paşa araştırma gemimiz 17 Ekim 2018’den itibaren Deniz Kuvvetleri gemilerimiz refakatinde Doğu Akdeniz’de araştırma faaliyetlerine başlamış, Yunanistan’ın engelleme girişimlerine müsaade edilmemiştir.”[6]
Bununla beraber Türkiye son bir ayda Umman, Nijer, Etiyopya ve Arnavutluk ile karşılıklı kritik adımlar atıldı. Libya’nın komşusu Nijer ile “Askeri Eğitim İşbirliği Antlaşması” imzalandı. BAE’nin komşusu, Körfez’in önemli ülkesi Umman ile yoğun temaslar kuruldu. Umman, BAE merkezli DAMAC şirketini ülkeden çıkardı. Mısır ile sorunlar yaşayan Etiyopya Türkiye’den destek istedi. Yunanistan’ın komşusu Arnavutluk ile de mali ve askeri işbirliği protokolü imzalandı.[7] Yunanistan ise buna karşılık Mısır ile Deniz Sınırı Antlaşması yaptı. Ancak bu antlaşmasının Türkiye açısından kıymetinin olmadığını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıkladı. Çünkü adalar dikkate alınarak deniz sınırı belirlenemez. Ayrıca bu antlaşma Türkiye’nin BM’ye bildirdiği deniz sınırlarını gasp ediyor.[8]  Türkiye Yunanistan’ın hukuksuz girişimlerine karşı çıkılarak Ege ve Akdeniz’deki varlığımızdan vazgeçmeyeceğini ilan ediyor ve bunun mücadelesini veriyor.




[1] Kubilay Muhammet Özdemir, “Fetö Terör Örgütü Kumpasları ve Masonlarla İlişkisi”, kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com, Erişim Tarihi: 08.08.2020
[2] Kubilay Muhammet Özdemir, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz Hamlesi”, Ortadoğu Gazetesi, 22 Aralık 2019
[3] İsmail Şahin, “Yunanistan’ın Libya Politikası”, Ortadoğu Araştırma Merkezi, Ankara, Haziran 2020, s.4
[4] İsmail Şahin, “A.g.m”, s.3
[5] Mehmet Kanat, “a.g.e.” s.54
[6] Cihat Yaycı, “Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu 2019 Açılış Konuşması” Girne KKTC,  11 Nisan 2019, s.1-9
[7] Sernur Yassıkaya, “Dört Stratejik Müdahale”, Yeni Şafak Gazetesi, 29 Temmuz  2020, s.1
[8] Akşam Gazetesi, 8 Temmuz Ağustos 2020, s.1

18 Temmuz 2020 Cumartesi

FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜ KUMPASLARI VE MASONLARLA İLİŞKİSİ




Fetö Terör Örgütü’nün ülkemizi hedef almasının üzerinden 4 yıl geçti. Ancak acılar hâlâ taptaze duruyor. Bu hain kalkışmanın bastırılması sonucunda 251 şehit verdik. 2 bin 193’de gazimiz var.
Bu zamana kadar Fetö Terör Örgütüne yönelik 4 yılda 99 bin operasyon yapıldı.[1] Kamu kurumlarından Fetö’cüler ihraç edildi. Bu zamana kadar 20 bin 77 kişi Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edildi.[2] Ancak büyük oranda temizlenen bu hainlerin kalan kısmı yine iş başında Fetö artıkları yaklaşan Yüksek Askeri Şura öncesinde kendilerine düşman gördükleri subayları itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. İsimsiz mektuplar yazıyorlar ayrıca sosyal medyadan da iftiralara başvuruyorlar. Bu iftiralardan dolayı hedef alınanlar ise haksız yere savunma vermek zorunda kalıyorlar.[3] Bu yapılmak istenen karalama kampanyalarını devletimiz fark etti ve gerekli önlemleri aldı.  Bununla birlikte 15 Temmuz’dan sonra kamudan ihraç edilenlerin yeni sığınağı ise Masonlar oldu. Uzun yıllardır 15 bin olan üye sayısını arttıramayan locaların darbe girişiminden sonra 3 bin yeni üye kaydetmesi de dikkat çekti. Bu artışla beraber Masonlar, Anadolu’da yayılmaya başladı. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na bağlı Erdem Locası’nın eski “Üstad-ı Muhteremi” Özhan Kızıltan’ın, Gerçek Hayat Dergisi’ne verdiği röportajda 15 Temmuz’dan 5 ay önceki bir mason belgesinde “yakında büyük değişiklik olacak” denilip pozisyon belirlendiğini anlatıyor. Belge masonların darbe girişiminde rolü olduğunu gösteriyor.[4] Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ise “15 Temmuz asla sıradan bir darbe girişimi değildi. Arkasında çok büyük hesapların olduğu, gerçekleştiğinde ülke ve millet olarak bambaşka mecralara sürükleneceğimiz tarihi bir kırılma noktasıdır”[5] demesi 15 Temmuz’un arkasında gizli yapılanmaların ve çeşitli hesapların olduğu da daha net anlaşılmış oluyor. Özellikle güvenlik güçlerinin içerisinden büyük ölçüde arındırılan Fetö’cülerin yeni kumpaslar ve planlar peşinde oldukları belli oluyor. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki güvenlik güçlerinin içerisinden Fetö’cülerin temizlenmesi neticesinde Türkiye zincirlerini 15 Temmuz 2016’da kırarak adeta dünyaya kafa tutmaya başladı. Sahada ve masada oyun değiştirici rolü üstlenmeye başladı. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Pençe Kartal, Pençe Kaplan Harekatlarıyla sınırlarımızdaki terör koridorları dağıtıldı. Terörle Mücadele yöntemlerimiz değişti ve 7 bin 500’ün üzerinde terörist imha edildi. Türkiye’yi Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışanlara karşı Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yapılarak bölgede emelleri olanların planları suya düşürüldü. Türkiye, Suriye ve Libya’da olmak üzere iki düşük yoğunluklu savaş veriyor. Bu verilen savaşlarda ise Türkiye bu zamana kadar başarılı stratejiler izledi. Suriye’de DEAŞ’ı bitiren, PKK/YPG’ye karşı ağır darbe vuran Türkiye, Libya’da ise Hafter’i yendi. İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace; Türkiye’nin Suriye’de ve Libya’da oyun değiştirici olduğunu söyledi. Ayrıca “İHA’lar Libya’da istihbarat topladı, gözetleme yaptı. Suriye’de hava savunma sistemlerini durdurdu”[6] dedi. Yine Libya’da Hafter’in yenilmesiyle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Türkiye karşıtlığı ve PKK/YPG ile mücadele terör örgütünün çöküşünü hazmedemeyenlere bakıldığında Türkiye 15 Temmuz’dan sonra kendi içindeki pislikleri temizlemesiyle daha etkili olduğu bu ispatlarla çok net anlaşılmış oldu.
Şunu belirtmekte fayda görüyorum. Elbette devletimiz her zaman teyakkuz halinde ve saldırılara karşı anında karşılık verme gücüne sahip ancak ben de ülkesini seven genç bir tarihçi olarak bu yazıyı yazarak devletimi ve milletimi uyarmak istedim.




[1] Süleyman Soylu, “Fetö Taşerondur”, Milat Gazetesi, 16 Temmuz 2020
[2] Hulusi Akar, “20 Bin 77 terörist İhraç Edildi”, Akşam Gazetesi, 15 Temmuz 2020
[3] Hüseyin Likoğlu “Yas Öncesi Fetö Kumpasları”, Yeni Şafak Gazetesi, 13 Temmuz 2020
[4] “Masonlar Fetö’ye Kalkan Oluyor”, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Temmuz 2020
[5] Recep Tayyip Erdoğan, “Güçleri Yetseydi Meclisi Yıkacaklardı”, Türkgün Gazetesi, 16 Temmuz 2020
[6] Ben Wallace, “Türkiye İHA’larla Oyun Kurucu Oldu”, Akşam Gazetesi, 16 Temmuz 2020


11 Temmuz 2020 Cumartesi

86 YIL ARADAN SONRA AYASOFYA




Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’a yaptığı en büyük kilisedir. İstanbul fethedilmeden önce ise Bizans’ın elinde olan Ayasofya Osmanlı İmparatorluğu’nun yedinci padişahı olan II. Mehmet’in 29 Mayıs 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle birlikte burası kiliseden camiye çevrilmiş ve fethin sembolü sayılmıştır. Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra ilk Cuma namazını 1 Haziran 1453’te Ayasofya’da kılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’ten sonra gelen Osmanlı padişahları da Ayasofya’ya özel ihtimam göstererek çeşitli tadilat ve iyileştirmeler yapmışlardır. Hatta Mimar Sinan Ayasofya’ya dış istinat yapılarıyla takviyeler ekleyerek sağlamlaştırmıştır. 

Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra onun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti döneminde de Ayasofya’da düzenlemeler yapıldı. Restorasyon çalışmaları yapılarak kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi işlemleri gerçekleştirildi. Tarihi yapıların ve Bizans döneminden kalan mozaiklerin ortaya çıkması sonucunda burasının zarar görmemesi için 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi kararı alındı.86 yıldır müze olan Ayasofya’da İstanbul’un fethinin 567.yılının kutlandığı bu yıl ise 29 Mayıs’ta Ayasofya içinde fetih süresi okundu. Bugün ise 10.07.2020 tarihli Danıştay 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması kararını verdi. Danıştay’ın bu kararı iptal etmesinin hemen ardından Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı 2729 karar sayısı ile Ayasofya Camii’nin yönetiminin Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılmasına karar verilmiştir denilerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla artık resmen Ayasofya Camii ibadete açılmış oldu.

Başta Yunanistan olmak üzere Hıristiyan dünyası daha Ayasofya’nın ibadete açılması gündeme gelir gelmez hemen karşı çıktı. Küstahça tehditler savurdu. Ancak bizim kılıç hakkımız üzerinde son sözü bizim söyleyeceğimizi dünyaya bugün göstermiş olduk. Hemen şunu da hatırlatmak istiyorum. Hatırlayın geçen yıl Yeni Zelanda da Camiye saldırı yapılmış ve 51 Müslüman şehit edilmişti. O saldırganın silahının üzerinde Türk yiyici yazıyordu. Yine Türkleri Avrupa’dan atacağız. 

Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız gibi tehditlerle bizlere mesajlar verilmek istendi. Ancak bizde bugün Ayasofya’yı ibadete açarak mesaj öyle verilmez böyle verilir dedik. Türkiye, Sevr Antlaşmasının psikolojik çekincesini üzerinden attı ve artık savunmadan karşı taarruza geçti. Önceden tüm kurumlarımız Sevr Antlaşmasının psikolojik çekincesiyle yapılanmıştı. Ancak 2016’dan sonra adeta tüm kurumlarımız yeniden şekillendi ve bir dönüşüme uğradı. Buna en büyük örneği Milli İstihbarat Teşkilatı’nı gösterebiliriz. Bu sebeple hem iç hem de dış politikada daha keskin ve aktif kararlar alabilen şahin bir Türkiye ile karşı karşıya kalmak dost görünümlü düşmanlarımız için hiç hoş olmasa gerek.

Libya meselesini bitirmek üzere olan Türkiye, Ayasofya konusunda kararını verdi. Suriye, Irak, Libya’da düşük yoğunluklu bir savaş Türkiye meselelerini yavaş yavaş hallettikten sonra Türkiye elbet bir gün yüzünü Eğe Denizi’ne dönecek ve adalar meselesini de halledecektir.



4 Temmuz 2020 Cumartesi

BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİNİN TÜRKİYE DÜŞMANLIĞI




Son zamanda yaşanan gelişmelere bakınca Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında gözle görülür bir rekabet var. Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerde iki devlette farklı kararlar alıyorlar ve bu kararlar doğrultusunda sürekli karşı karşıya geliyorlar.
Birleşik Arap Emirlikleri dünyanın petrol rezervi bakımından en zengin altıncı ülkesidir. Bu ülke İngilizlerin sömürgesi altında kalmış ancak 1971 yılında İngilizlerin, Basra Körfezinden çekilmesi sonucunda “Birleşik Arap Emirlikleri” adı altında yedi emirlikten oluşan bir federasyon olarak kurulmuştur.[1] 

Bu iki devlet arasındaki kırılma noktası ise 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan Arap Baharı süreci olmuştur. Kuzey Afrika’ya ve Ortadoğu’ya yayılan Arap Baharı sürecinde Türkiye ve BAE karşı taraflarda yer almışlardır. Yine buna mukabil Türkiye ve BAE arasında Mısır meselesi ayrışmaya sebepleri arasında yer almıştır. Mısır’da 2011’deki devrimin ardından Cumhurbaşkanı olarak Muhammed Mursi seçilmiş ve bu yeni hükümete Türkiye ve Katar silah ve maddi destek yardımında bulunmuştur. Fakat buna karşılık BAE ve yine Türkiye’nin politikalarından rahatsız olan Suudi Arabistan, Mısır’daki devrime karşı çıkarak Mursi yönetimini yıpratmaya dönük politikalar uygulamışlardır. BAE ve Suudi Arabistan 2013’de yapılan askeri darbeye destek vererek Darbeci Sisi yönetimine finansal yardımda bulunmuşlardır. Türkiye ise bu darbeci hükümeti tanımamış, Sisi’yi katliam yapmakla suçlamıştır.[2]  

Türkiye ve BAE’yi karşı karşıya getiren olaylar zincirini incelemeye devam edersek eğer Türkiye’nin, Suriye’de Beşşar Esed zulmüne uğrayan sivil halkın yanında yer alırken, BAE ise Esed rejiminin yanında yer aldı. Bu sebeple BAE, Türkiye’nin yaptığı meşru harekâtları kınamakla yetinmeyip İdlib’te sağlanan ateşkesin bozulması için de elinden geleni yaptı. Libya’da Türkiye, Birleşmiş Milletlerin tanıdığı meşru kabul edilen Ulusal Mutabakat Hükümetiyle antlaşmalar yapıp onları desteklerken, BAE ülkedeki Darbeci Hafter’in yanında saf tuttu. Yemen ve Filistin meselelerinde de Türkiye ve BAE’nin politikaları uyuşmadı.[3]
Tüm bu uyuşmazlık sonucunda BAE, 15 Temmuz 2016’daki 251 vatandaşımızın şehit olduğu hain darbe kalkışmasını açık bir şekilde destekledi.

Darbe girişimi sırasında BAE’ye bağlı “Sky news ve Al Arabiya” haber kanalları açık bir şekilde darbeyi desteklemişlerdir.[4]  BAE’nin Washington Büyükelçisi Yusuf el- Uteybe, basına sızan e-maillerinde bu teşebbüsünde yer almaktan dolayı memnuniyet duyduklarını ifade ediyordu. Darbe teşebbüsüne finansal destek veren Filistinli Muhammed bin Dahlan, BAE’nin adamıydı ve Türkiye’nin iade isteğine rağmen BAE buna yanaşmadı. Basına sızan haberlere göre ise bu darbe teşebbüsü için 3 milyar dolar harcanmıştı.[5]

Darbe girişiminden sonra kısa bir sürede toplanan Türkiye sınır güvenliğini korumak için PKK/YPG/ IŞID gibi terör örgütlerine karşı yaptığı sınır ötesi operasyonları dahi BAE kınayarak Türkiye düşmanlığını burada da göstermiştir. Ancak Türkiye kararlı tutumu yaptığı akılcı ve stratejik hamleler ile BAE’yi Ortadoğu’da alt etmeyi başarmıştır. Ancak yine de uyanık ve dikkatli olunmalıdır. Çünkü BAE’nin fiili liderinin Türkiye’ye olan husumetinin en önemli sebebi Arap halkları nezdinde karizması çok yüksek olan Recep Tayyip Erdoğan ile kişisel rekabete girmesidir.



[1]İlknur Savun, “BAE ve Türkiye Rekabeti’nin Arka Planı”, diplomatikstrateji.com/bae-ve-turkiye-rekabetinin-arka-plani/, Erişim Tarihi: 28.06.2020
[2] Ayten Mehmed, “Türkiye Birleşik Arap Emirlikleri İlişkileri”, Uluslararası Diplomasi Dergisi, c.3, 1 Mart 2020, s.88
[3] Prof. Dr. Cengiz Tomar, “Ortadoğu’da Kesişmeyen Doğrular: BAE- Türkiye Rekabeti”, aa.com.tr/tr/analiz/gorus-orta-dogu-da-kesismeyen-dogrular-bae-turkiye-rekabeti/1833875, Erişim Tasrihi: 08.05.2020
[4] Mehmet, “a.g.m.”, s.90
[5] Tomar, “a.g.m.”


Diğer Yayınlar