7 Mart 2021 Pazar

GÜNÜMÜZDE İLİM VE ÂLİM

 



Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Günümüzde başta gençler olmak üzere herkes aslında vaktini boş geçirmektedir. Öyle lüzumsuz işlerle uğraşır olduk ki bu sebeple ilim öğrenmenin lezzetini kaçırır olduk. Oysa ilim öğretmek ve öğrenmek ile meşgul olan kişiler Allah’ın katında üstün bir yere sahiptirler. Çünkü Mücadele Süresi 11. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey iman edenler! Size meclislerde yer açın denildiği zaman açın ki, Allah da sizde genişlik versin. Size kalkın denildiği zaman da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecesini yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[2]

Hz. Muhammed (s.a.s.) ise ilim öğrenenlerin, öğrendiği ilimle amel edip onu başkalarına öğretenlerin imrenilmeye layık kişiler olduklarını belirtmiştir. Tam olarak Sahih-i Buhari 66. Hadiste geçen ifade şöyledir:

“Abdullah b. Mes’ûd (r.a.): Resûlüllah (s.a.s.): Ancak iki konuda imrenme vardır: Allah’ın, kendisine mal verip de bu malı hak yolda harcattığı kimse ile Allah’ın kendisine ilim verip de bu ilimle hüküm veren ve bu ilmi öğreten kimseye buyurdu demiştir.”[3]

İlmi öğrenen kadar öğreten de büyük sevap alacağı hadislerde mevcuttur. İlim ancak okumakla buna ek olarak eğitim ve öğretim ile elde edilmiştir. Bunun içinde bir öğretmene ihtiyaç vardır. Bu yüzdendir ki öğretmenlik kutsal bir görevdir. İslam’ın kutlu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir öğretmendi. Efendimiz bunu bizzat kendisi ifade etmiştir. İfade edilen hadis şöyledir:

“Bir gün evinden çıkıp mescide giden Hz. Peygamber (s.a.s.), orada halka olmuş iki toplulukla karşılaşmıştı. Bunların birinde Kur’an okuyorlar ve Allah’a dua ediyorlardı, diğerinde ise ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Sevgi ve rahmet dolu bakışlarıyla onlara ilgi gösteren Resûl-i Ekrem: “Her biri hayır üzeredir. Şunlar Kur’an okuyor ve Allah’a dua ediyorlar; Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar ise ilim öğreniyor ve ilim öğretiyorlar. Ben de muallim olarak gönderildim.” buyurdu ve onların halkasına katıldı. (İM229 İbn Mâce, Sünnet, 17; DM357 Dârimî, Mukaddime, 32) Diğer bir rivayette de Resûl-i Ekrem Hz. Âişe’ye: “…Allah beni sıkıntı verip zorlaştırıcı olarak göndermedi. Beni ancak kolaylaştırıcı bir öğretmen olarak gönderdi.” (M3690 Müslim, Talâk, 29) buyurarak, kendisini eğitici ve öğretici olarak tarif etmişti.”[4]

Nitekim Bakara Süresi 151. Ayette, Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin eğitici ve öğretici özelliğine vurgu yapılmıştır.

“Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.”[5]

Aslında ilmin ne kadar önemli olduğunu tüm bu kâinatı ve bizleri yaratan Yüce Allah’ın peygamberine ve onun ümmetine gönderdiği ilk emirden anlayabiliriz.

“Bismillâhirrahmânirrahim,

1,2. Yaradan Rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’dan yarattı.

3. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.

4,5. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.”[6]

Bu yüzden “İlim tahsili her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır”[7]

Öncelikle bir Müslüman’ın fıkıh ilmi, şeri’at ahkâmı ve dini hükümleri bilmesi gerekir ki bu ilim, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.

Farz-ı ayn’da; evvela doğru itikat yani inançları bilmektir. Dinin hükümleriyle alakalı olan taharet, namaz ve oruç konularının bilinmesidir. Şöyle örnek vermek gerekirse malı olanın zekâtla ilgili meseleleri veya hac farz olan kimsenin hac hükümlerini bilmesi farzdır.[8] Daha da açacak olursak bir Müslüman’ın, İslam ile ilgili temel meseleleri bilmesi farzdır. İşte bu ilimleri bilmek için “İlmihal” okumak gerekir.

Fakat bir kişinin bütün ilim dallarına çalışması mümkün olmadığı için herkesin üzerine ilim farz olduğu düşünülemez. Tahsili her Müslüman’a farz olan ilim hakkında âlimler çeşitli görüşler ortaya atmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:

“Sindi (rahimetullah) bu yorumları şöyle nakletmiştir; Abdullah İbni Mübârek (Radıyallahu Anh)dan bu hadisi şerifin açıklamasını istediklerinde: ‘Hadisin manası halkın sandığı gibi değildir. Maksat; kişinin dini bir mesele hakkında müşkilâtı olduğu zaman bunu halletmek için soruşturup doğruyu öğrenmesinin farz olduğunu açıklamaktır’ demiştir.”[9]

“Beyzavi (Rahimehullah): ‘Buradaki ilimden murad, kâinatın yaratıcısını tanımak, onun birliğini ve Rasûlüllah (s.a.s)’in hak peygamber olduğunu bilmek ve namaz gibi farz olan ibadetlerin nasıl ve ne gibi hükümler çerçevesinde icra edileceğine dair bilgilerdir ki ancak bunları öğrenmek farzdır’ demiştir.”[10]

Farz-ı kifaye’de ise; kişinin fetva verme derecesine hatta kitap ve sünnet’ten hüküm çıkarabilme rütbesine ulaşıncaya kadar bu ilme çalışmasıdır. Fakat bu topluluktan bir kişi veya daha çoğu bu derecede yetişirse diğerlerinden farziyet ve sorumluluk kalkmış olur.[11] Yani bir toplumda hafız yetişmişse herkesin hafız olmasına gerek yoktur. Çünkü bu mesuliyet toplumun diğer üyelerinden kalkmış olur. Ya da matematik ilmini öğrenen kişi yetişmişse herkesin matematikçi olmasına gerek yoktur. Çünkü bu mesuliyet toplumun diğer üyelerinden kalmış olur. İşte buna farz-ı kifaye denilir. Ancak farz-ı ayn toplumun tümüne farzdır. Burada inandığımız İslam dini ile ilgili temel meselelerin bilinmesi durumu vardır. Ayrıca şunu da belirtmek gereklidir. Dinimizde sorumlu olmak için akıllı olmak şarttır. İman ve ibadetlerde ilk aranan şart akıldır. Aklı olmayanların dinin yüklemiş olduğu emirlerden sorumlu değildir.[12]

İşte buraya kadar anlattıklarım ilmin önemini ve bir Müslüman’ın üzerine farz olan sorumlulukların neler olduğu belirtilmiştir. Bundan sonra günümüzde âlim kimdir sorusunun cevabı bulunmaya çalışılacaktır.

Âlim kimdir? Bu sorunun cevabını vermek aslında çokta kolay değildir. Her bilgi ve birikim sahibi olan kişi âlim midir? Tabi ki âlim olmanın belli başlı kriterleri vardır. Bilgi ve birikim sahibi olan kişiye elbette âlim denilebilir. Ancak bu kişiye âlim denilebilmesi için bilgi birikimiyle beraber ilmiyle amil ve bildiğini insanlarla paylaşmak şeklinde mühim özelliklerinin bulunması gerekir.[13] Âlim’in bu özelliklerinin yanında bir başka özelliğinin daha olması lazımdır. O da âlim’in bildiğini aktarmasıdır. Bunun aksi bir davranış kişinin bildiğini gizlemesidir ki, bu durum İslam’da kesinlikle yasaklanmıştır. “Kim bildiği bir bilgiyi gizlerse, kıyamet günü onun ağzına ateşten bir gem vurulur.”[14]

Bilginin aktarılması için âlim’in bilinmesi gereklidir. Bu sebeple âlim olan kişi kendisini gizlememelidir. Bilakis yaşantısıyla, sözleriyle ve davranışlarıyla toplum içinde örnek bir şahsiyet olmalıdır. İnsanların kendisinden istifade etmesi için bilgi sahibi olduğunu unutmaması gereklidir. Bunun aksini yapan âlimin kendisini toplum içinde gizlemesi, toplumun ondan yararlanmasını engellemek, ilmini gizlediği anlamına gelir.[15] Ne yazık ki bazı insanlar şan, şöhret, para kazanma hırsı için bilgisini sadece kendisine kullanıp başkalarına ilmini gizleyip yardımcı olmuyor. Bazıları ise toplum içinde, “Ben âlimim diyen cahildir” şeklindeki son derece zayıf bir hadise dayanarak bilgi sahibi insanları anlamsız bir yargılama ve sindirmeye itmiştir. Acluni bu hadisin açıklamasını şöyle yapmıştır: “Sahabeden ve tabiinden birçok kişi ben âlimim derdi. Eğer bunu Hz. Peygamber (s.a.s.) yermiş olsaydı, onlar böyle bir sözü asla söyleyemezlerdi.”[16]

 Hatta Yusuf Süresi 55. Ayet’te: “Yusuf, beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim dedi.” Hz. Yusuf zamanın Mısır Kralı’na kendisini böyle takdim etmiştir.

Âlim sıfatı sadece ilahiyat fakültesi mezunlarına atfetmemeliyiz. Bu yaklaşım İslami ilimleri ve âlimleri akademik ve ilmi tartışmaların kenar mahallelerine hapsetmiş ve kısırlaştırmıştır. Hangi ilim dalı olursa olsun, çalıştığı alana İslami bir metot ve yaklaşımla bakan kişi İslam âlimidir.[17]

Çünkü “Ameller niyetlere göredir, herkese niyet ettiği şey vardır.”[18]

Ayrıca İslam bir medeniyet dinidir. Bu nedenle bütün bilim dallarını kuşatıp, şekillendiren bir görüşe sahiptir. Tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Böyle düşünüldüğünde geleneksel medrese sisteminin günümüzdeki mukabili bir bütün olarak üniversitedir, yoksa sadece ilahiyat fakültesi değildir.[19] İlahiyat Fakültesi’nin dışındaki alanları İslami ilim olarak kabul etmemek ve o alanlarda çalışanları da İslam âlimi saymamak bir ikilem oluşturmaktadır. Yani özel hayatlarında Müslüman, akademik hayatlarında seküler bilim insanı olarak görülmektedirler. Bu duruma çözüm olarak onlarında İslam âlimi olarak görülmesi ve akademik araştırma faaliyetlerini de İslami değerler ışığında yürütülmesi gereklidir.[20]

Sonuç olarak âlim, İslam’ın temel bilgilerini bildikten sonra başka bir alanda uzmanlaşıp İslam âlimi olabilir. Ancak âlimler bilgisini toplumdan saklamamalıdır. Âlimler ellerine geçen imkanlar dâhilinde ya kitaplar almışlardır ya da öğrencilerine destek olmuşlardır.[21] Kısaca ifade etmek gerekirse, âlim kişi aynı zamanda bir öğretmendir. Yani ilmini toplum ile paylaşan bir lider, danışman, mürşit, rehber ve eğiticidir. Bir peygamber varisi olarak âlim bütün toplum kesimlerine hitap eder. Beşeriyetin ve içinde yaşadığı toplumun dini ve ahlaki gidişatından kendisini sorumlu tutar. Tebliğ, tedris, irşat, vaaz, emri bil maruf ve nehyi anil münker yapar. Fetvalarıyla topluma yön çizer. Âlimin muhatap kitlesi sadece talebeler ve eğitilmiş insanlar değil, bütün halktır.[22]



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, Giresun Üniversitesi Tarih Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi’nde tarih tezli yüksek lisans öğrencisidir. Yazılarını kendi blogger sitesi olan https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com’da veya https://ayvansaray.academia.edu/KubilayMuhammet%C3%96zdemir’de yayınlanmaktadır.

[2] Kur’an-ı Kerim, Mücadele Süresi, 11. Ayet

[3] Sahih-i Buhari, Muhtasarı Tecrid-i Sarih, Hüner Yayınları, Çev: Abdullah Feyzi Kocaer, İstanbul 2004, s.45

[4] “En Güzel Öğretmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)”, Diyanet Haber, https://www.diyanethaber.com.tr/gundem/en-guzel-ogretmen-hz-muhammed-sas-h2524.html, Erişim Tarihi: 07.03.2021

[5] Kur’an-ı Kerim, Bakara Süresi, 151. Ayet

[6] Kur’an-ı Kerim, Alâk Süresi, 1-5. Ayet

[7] İbnü Mace, Mukaddime:17, no: 224, 1/81; Taberani, el- Mu ‘cemü’l-Kebir, no:10439, 10/195, Beyhaki, Şu’abu’l- iman, no:1666, 1667, 2/254); Aktaran; Ahmet Mahmut Ünlü, İman- İslam İlmihali, Tuana Basın Yayın, Bas: 3, İstanbul 2015, s.3

[8] Ahmet Mahmut Ünlü, İman- İslam İlmihali, Tuana Basın Yayın, Bas: 3, İstanbul 2015, s.3

[9] Ahmet Mahmut Ünlü, a.g.e., s. 4

[10] Ahmet Mahmut Ünlü, a.g.e., s.4

[11] Ahmet Mahmut Ünlü, a.g.e. s.4-7

[12] Seyfettin Yazıcı, Temel Dini Bilgiler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2016, s.190

[13] Cafer Karadaş, “Geçmişi Geleceğe Taşıyan İnsan: Âlim”, Diyanet Aylık Dergi, Say: 285, Eylül 2014, s.7

[14] Tirmizi, İlim 3; Ebu Davud, İlim 9; Aktaran: Cafer Karadaş, “Geçmişi Geleceğe Taşıyan İnsan: Âlim”, Diyanet Aylık Dergi, Say: 285, Eylül 2014, s.8

[15] Cafer Karadaş, “a.g.m.”, s.8

[16] Cafer Karadaş, “a.g.m.”, s.8

[17] Recep Şentürk, “Günümüzde İslam Âlimi Nasıl Yetişir”, Diyanet Aylık Dergi, Say: 285, Eylül 2014, s.19

[18] Ömer b. Hattab (r.a.): “Resûlüllah (s.a.s.)’i: “Ameller niyetlere göredir, herkese niyet ettiği şey vardır. Bu nedenle kimin hicreti, elde edeceği dünyaya veya evleneceği bir kadına ise onun hicreti, hicret ettiği şeye olur. Diye buyururken işittim” demiştir:  Sahih-i Buhari, Muhtasarı Tecrid-i Sarih, Hüner Yayınları, Çev: Abdullah Feyzi Kocaer, İstanbul 2004, s.21

[19] Recep Şentürk, “a.g.m.”, s.19

[20] Recep Şentürk, “a.g.m.”, s.19

[21] Ebu Hanife ticaretten kazandığı paralarla öğrencilerine burs vermiştir. Ebu Yusuf ölene kadar hocasının yanından ayrılmamıştır. Ebu Sa’d es-Sem’ani ilim için yüz kadar şehir dolaşmıştır. Abdullah İbn Mübarek yatsı vakti başladıkları ilim müzakerelerini sabah ezanıyla bitirmiştir. Bakıllani gece yazdığı eserini sabah öğrencilerle birlikte mütalaa ve tashih etmiştir. Muhyiddin İbn Arabi gibi yazdığı risalesini sabah ezanıyla sonlandıran nice âlimler olmuştur; Recep Şemtürk, “a.g.m.”, s.9

[22] Recep Şentürk, “a.g.m.”, s.19

2 Mart 2021 Salı

ARTIK DUR DEYİN



Günümüzde gelişen teknolojide ilim sahibi olmak çok kolaydır. Ancak gelişen teknolojiden yararlanıp kendimizi geliştirmek yerine zamanımızı boş uygulamalarda tüketip körelmeyi ve tembelleşmeyi tercih etmişiz. Bu da başta dini değerlerimiz olmak üzere, ahlaki yozlaşmayı ve bununla beraber eğitim ve kültürel gerilemeyi beraberinde getirmiştir. Bu sorunlarda başka problemlere sebebiyet vermiş ailelerin yıkılmasına, güvensizliklere, ahlaksızlıklara kadar varan olayları oluşturmuştur. Gündüzleri televizyonda izlediğimiz bazı programlara çıkan insanların sorunlarına baktığımızda evden kaçan küçük çocuklar, aile içerisinde çarpık ilişkiler yaşayanlar, eşler arasındaki aldatmalar gibi büyük problemlerle hemen hemen hergün bu programlarda izlemiyor muyuz? İnsanın kanını donduracak şeyler duymuyor, görmüyor muyuz? Bunun yanında televizyonlarda önceden izlediğimiz dizilerde aile nasıl olunur öğretilmeye çalışılırken, topluma mesajlar verilmek istenirken şimdi ise aile nasıl yıkılır onu göstermiyorlar mı? Amcasının karısına aşık olan ve kavuşamayan Behlül için normalmiş gibi göz yaşları dökenler olmadı mı? Yine kendilerini bir şekilde sosyal medyada tanıtmış ve es kaza ünlü olmuş, sesi bile olmayan, saçma sapan hareketler yapan, insanlara küfür eden, çektikleri kliplerde gençleri LGBT’ye özendiren ve erkeklerin yaptıkları kadınsı danslarda ahlaksızlıkta hiç “DURMAYAN” kişileri parlatıp gençlerin beynine işlenmedi mi?

Kimse de bu ne haldir, biz ne hale geldik diye sordu mu? Kimse şehit kanıyla sulanmış bu topraklar yaşayan büyük milletin büyük torunları bu hale nasıl gelebilir dedi mi? Diyenler de yobazlıkla, gericilikle, radikalcilikle suçlandı. Hergün gençlerimizi saçma sapan uygulamalarda kaybediyoruz. Aile yapısının temeline resmen dinamit koyuyoruz. Tembelleşiyoruz, cahilleşiyoruz. Olduğumuzdan farklı kendimizi göstermeye çalışıp şatafat, kibir ve gösteriş yapmaya çalışıyoruz ve en önemlisi değerlerimizi kaybediyoruz.

Buna artık birilerinin “DUR” demesi, birilerinin bu gençleri kendi özüne doğru düzgün döndürmesi ve “KİM” olduğunu hatırlatması gerekiyor.

Bunun için ilk başta uygulamalardan ve tek tıkla kameralı uygulamalarla özel hayata dahil olunan ve her türlü ahlaksızlığın döndüğü bu programlardan gençlerimizi uzak tutmalıyız. Bununla beraber televizyonlarda, toplumun önüne çıkartılan ve rol model olarak gösterilen saçma sapan kişiler daha fazla parlatılmamalı ve gençlerimiz bu kendini bilmezlere özendirilmemelidir. 

Sonra bu ülkeye gerçek âlimler yetiştirilmeli ve topluma sağlıklı birer rehber yapılmalıdırlar.  

Oysa tarihte insanlar teknolojinin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda ilmi aramış, bulmuş, öğrenmiş ve kendini geliştirerek âlim olmuşlardır. Bu âlimler ise daha sonradan topluma rehber olmuşlardır. Hatta İslamiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinin temel harçlarından birini de yine bu âlimler oluşturmuşlardır. Ancak günümüzde bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilirken teknolojinin bilgi edinmek yerine ahlaki yozlaşmayı arttırmak için kullanmak hem milli kimliğimize hem inancımıza hem de geçmişten gelen bütün değerlerimize ters düşmektedir.

Maalesef günümüzde o kadar çok uygulama var ki bu uygulamalardan bazılarına saygın meslek grubunu icra edenler de dahil olmuş, koca koca insanlar bile saçma sapan videolar çeker olmuş.

Artık birilerinin buna dur demesi lazım. Yoksa ülkemizin aydınlık yarınları bu uygulamalar da heba olacak, geleceğimiz karanlığa teslim olacaktır. 

14 Şubat 2021 Pazar

GARA OPERASYONU

 

Türkiye bu zamana kadar terör örgütlerine karşı birçok sınır ötesi operasyonlar yapmıştır. İlk sınır ötesi operasyon 25 Mayıs 1983 yılında Irak’ın Kuzeyine yapılan operasyondur. Bu operasyonda 5 kilometre içeriye kadar girilmiştir. 21 Mart 1995 yılında ise Irak’ın Kuzeyine geniş kapsamlı Çelik Harekâtı düzenlenmiş ve bu harekâtta 40 Km içeriye 35 bin asker ile girilmiştir.  Yine 14 Mayıs 1997’de 200 bin askerin katıldığı Çekiç ve Şafak Harekâtı yapılmış 15 Km içeriye girilmiştir. PKK Terör Örgütüne karşı birçok harekâtlar ve operasyonlar yapılmakla birlikte son yıllarda Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Operasyonu, Afrin Harekâtı, Pençe-1-2-3 Harekâtları, Pençe Kaplan Operasyonu, Barış Pınarı Harekâtı, Bahar Kalkanı Harekâtı yapılmıştır. Yurt içinde de Eren Operasyonları devam ederken Türkiye kritik bir karar alarak terörle mücadele tarihinde ilk defa Irak’ın Kuzeyine 10 Şubat 2021 tarihinde “Pençe Kartal – 2 Gara” adıyla farklı bir sınır ötesi operasyonu gerçekleştirmiştir.

Bu sınır ötesi operasyon terörle mücadele tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı en geniş kapsamlı operasyondur. Çünkü bu operasyonda 75 Km genişliğinde 25 Km derinliğinde çok geniş bir alan zor arazi ve iklim koşullarında taranmış ve hedefler başarıyla imha edilmiştir. Gara, Türkiye’ye 40 Km uzaklıktadır. Yani ilk defa TSK indirme şeklinde bu kadar uzak bir noktaya operasyon düzenlenmiştir. Emekli Tuğgeneral Özgür Tör, Gara Bölgesi tek bir dağdan oluşmamakla birlikte inişli çıkışlı ve dalgalı bir arazi yapısına sahiptir. Kış şartlarında burada operasyon yapılmasının çok zor olduğu ve bu şartlar altında dünyadaki başka orduların bu harekâtı yapamayacağını hatta bazı ülkelerin pilotları dahi bu yüksek rakımda ve zorlu hava koşullarında uçamayacağı değerlendirmesinde bulunmuştur.[1] Bu operasyon bir özel kuvvetler operasyonudur. Bu operasyonla ile hedeflenen daha önceden terör örgütü tarafından kaçırılan 2 sivil, 2 polis memuru, 9 asker olmak üzere 13 Türk vatandaşını kurtarmak ve Türkiye’ye karşı eylem hazırlığında olan teröristleri ve onlara ait barınak, sığınak ve mühimmat depoları, sözde karargâh yerleri ile mağaralardan oluşan 50'den fazla hedefi imha etmekti. Hedefler ve teröristler yapılan operasyon ile imha edilmiştir. Fakat 13 Türk vatandaşı teröristler tarafından rehin tutuldukları mağarada 12’si başından 1’i omzundan vurularak şehit edilmiştir. Onları şehit eden teröristler ise o mağarada Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülmüştür. [2]

PKK Terör Örgütü, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yurtiçi ve yurtdışında yaptığı operasyon neticesinde geri çekilmiş ve Gara’yı coğrafi konumundan dolayı kullanmaya başlamıştı. Bunun nedeni bölgede su kaynaklarının olması, doğal mağaraların ve yükseltinin fazla olması baskın yeme ihtimalinin olmaması veya buraya operasyon yapılamaz düşüncesiyle gizlenmeye çalışmaktı. 

Ancak TSK girilemez denilen yere önce hava harekâtı gerçekleştirmiş sonrasında ise özel kuvvetler yani “Bordo Bereliler” olarak bilinen seçkin askerlerin bölgeye indirilmesiyle Gara’ya girmiştir. Bunun sonucunda 48 terörist öldürülmüş 2 terörist sağ ele geçirilmiştir. Yani bu zorlu hava şartlarında TSK girilemez denilen yere girmiş ve 4 gün gibi kısa bir sürede 75 Km genişliğinde 25 Km derinliğinde Türkiye sınırından 40 Km uzaklıktaki PKK’nın kendisine en çok güvendiği bölgede operasyon yapmıştır. Böylece bu operasyon ile Sincar ve Kandil’e gözdağı verilmiştir. Sadece bu gözdağı Sincar ve Kandil ile sınırlı kalmamış terörü destekleyenlere de bir mesaj niteliğinde olmuştur. Bununla birlikte terör örgütü sadece yurtiçinde değil yurt dışında da hareket kabiliyeti ya sınırlandırılmış ya da sonlandırılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri ise dünyaya bir kez daha tecrübesini ve kabiliyetini göstermiş ve caydırıcılık gücüne güç katmıştır.

Yalnız şu da bilinmelidir ki 13 Türk vatandaşının kaçırılıp mağarada şehit edilmeleri bir katliamdır, vahşettir. Bu katliamın sorumluları ise PKK terör örgütü başta olmak üzere siyasi uzantısı olmakla birlikte onlarla kol kol giren ve sempatizanlığını yapanlardır.

Operasyonun başında şehit olan 3 askerimize ve sonrasında katledilen 13 vatandaşımıza Allah’tan rahmet yakınlarına başsağlığı diliyorum.

Türkiye Cumhuriyeti bölünmez bir bütündür. Allah’ın izni ile kimse bölemeyecektir.     



[1] Banu El ile Ajans / A Haber / 12.02.2021; https://www.youtube.com/watch?v=tXKIk-I_aX0, Erişim Tarihi: 14.02.2021

11 Eylül 2020 Cuma

TÜRKİYE ÇEMBERE ALINMAK İSTENİYOR


Akdeniz’deki sismik aramalarını cesaretle sürdüren Türkiye, Oruç Reis’i bölgeye göndererek Navtex ilan etmiş ve altı milden fazla yaklaşan olursa gerekli cevabı vereceğini bildirmişti. Ancak Yunanistan uluslararası hukuka aykırı olarak bu bölgede hak iddia ettiği için Türkiye’nin bu bölgede arama yapamayacağını dile getirerek Mısır ile karşılıklı Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yaptı. Ancak bu antlaşma yok hükmündendir. Çünkü Yunanistan ve Mısır’ın karşılıklı kıyıları yok. Ancak Yunanistan adaları öne sürerek Mısır ile kıyıdaş olduğunu ifade etmektedir. Ancak MEB ilan edilebilmesi için ana karaların karşılıklı birbirine bakması gerekir, adanın değil. Fakat bu olayları izleyen süreçte Birleşik Arap Emirlikleri de bu antlaşmayı bir zafer olarak nitelendirip F-16’larını Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de ortak tatbikat yapmak için göndereceğini duyurdu. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye düşmanı olduğunu zaten biliyoruz. Bununla birlikte Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ile askeri antlaşma yaptı. Bu yapılan girişimler Türkiye’nin, Filistin’e verdiği destekten rahatsız olan İsrail ve Arap dünyasının liderlik rolünü oynayan Türkiye’yi içine sindiremeyen Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türk devletinin bölgede güçlenmesini önlemeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Tabi bir de Fransa’yı unutmamak gerekir. Afrika’da eski sömürgelerinde istediği gibi rahat hareket edemeyen Fransa, Türkiye’nin hem Akdeniz’de hem de Afrika’da bulunmasından oldukça rahatsız ve bu rahatsızlığından dolayı Libya’da ve Akdeniz’de Türkiye’ye karşı atılması gereken tüm adımları attı. Açıktan Yunanistan, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye’ye karşı söylemler gerçekleştirmekten çekinmiyor. Ancak Türkiye tüm bu karşı ittifaklara rağmen stratejik hamleleriyle tüm bu devletleri saf dışı bırakmayı bu zamana kadar başardı. Başarmaya da devam ediyor.
Ayrıca Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp Doğalgaz bulunmasıyla Türkiye’nin ilerleyen yıllarda ekonomik olarak da güçlenmeye başlayacak olmasıyla birlikte bölgede daha çok güçlenmeye başlaması Türkiye’ye düşmanlık yapanları korkutmaya devam edecek.


23 Ağustos 2020 Pazar

TÜRKİYE’NİN EGE VE AKDENİZ MÜCADELESİ


Türkiye bu zamana kadar yurtiçi ve yurt dışı olmak üzere birçok sorunun üstesinden gelmeyi başardı. Tabi bazı sorunları öncelikli olarak ele aldı. Bazılarının ise zamanını bekledi. İçeride PKK ve FETÖ terör örgütleri ile uğraşan Türkiye, yurt dışında da bu terör örgütlerinin uzantıları ile uğraştı. Buna ek olarak yine yurt dışında Suriye, Filistin, Irak’ın Kuzeyi, Libya ve Doğu Akdeniz meseleleri ile uğraşmaya halen devam etmektedir.
Devletimizin tüm kamu kurumları Serv Antlaşmasını bir daha yaşamamak için savunma amaçlı dizayn edildi. Ancak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra devlet içerisinde kümelenmiş hainler tasfiye edilmeye başlayınca kamu kurumları daha çok işlerlik kazanmaya başlayarak kendini yeniledi. Bunun yanında Türkiye üzerine oynanan oyunların tehlikeli boyutunu görerek kamu kurumlarını yeniden yapılandırdı ve savunmadan taarruza geçti. Serv Antlaşmasının psikolojik korkusunu üzerinden attı.
 Böylelikle Türkiye zincirlerini 15 Temmuz 2016’da kırarak adeta dünyaya kafa tutmaya başladı. Sahada ve masada oyun değiştirici rolü üstlenmeye başladı. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Pençe Kartal, Pençe Kaplan ve diğer Harekatlarıyla sınırlarımızdaki terör koridorları dağıtıldı. Terörle Mücadele yöntemlerimiz değişti ve 7 bin 500’ün üzerinde terörist imha edildi. Türkiye’yi Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışanlara karşı Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yapılarak bölgede emelleri olanların planları suya düşürüldü. Suriye ve Libya’da olmak üzere iki düşük yoğunluklu savaş vererek Suriye’de DEAŞ’ı bitiren, PKK/YPG’ye karşı ağır darbe vuran Türkiye, Libya’da ise Hafter’i yendi.[1]
Ancak az öncede yukarıda bahsettiğim gibi bu sorunlarla uğraşırken hepsini aynı anda yapmadı. Acil sorunları çözerek diğer sorunları aynı anda birden çok cephede savaşmamak için ertelemek mecburiyetinde kaldı. Bundan 3 ay evvel şöyle bir ömgörü ortaya atmıştım. “Türkiye Libya meselesini tamamen hallettikten sonra bir gün yüzünü tam masasıyla Ege’ye dönecek ve o zaman Yunanistan ile ufak çaplı bir çatışma veya savaş yaşanacak. Ancak Türkiye bundan da başarılı bir şekilde çıkacak” demiştim. Kanaatimce bu öngörüm oluşmaya başladı.
Çünkü Yunanistan 1936’dan bu yana Ege Denizinde kendi başına buyruk hareket ederek Lozan Antlaşması’nı ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni bulduğu her fırsatta ihlal ediyor. 1936’da Ege Denizindeki mil sayısını 3’den 6’ya çıkardı ve 1960’lardan bu yana ise adaları silahlandırmaya başladı. Günümüzde ise Libya’daki iç karışıklıklardan yararlanan Yunanistan, Libya’ya ait 39.000 Km2 deniz alanını işgal etmiştir. Aynı zamanda Yunanistan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de kışkırtmak ve arama faaliyetlerini durdurmak amacıyla Mısır ve İsrail ile ittifaklar yapmakta ve Türkiye’yi Akdeniz’de enerji mücadelesinde yalnız bırakmaya çalıştı. Buna mukabil Yunanistan, Girit kıyılarından Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir Münhasır Ekonomik Bölge belirleyerek Türkiye’nin yasal hakkı olan Münhasır Ekonomik Bölgesinin bir kısmında hak ihlalinde bulundu. Yunanistan burada sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Türkiye’nin garantörlüğünü yaptığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de hakkını ihlal etti. Çünkü Güney Kıbrıs Rum Yönetimi adanın 400 km güneyindeki alanda kendi başına buyruk hareket ederek uluslararası enerji şirketlerine araştırma lisansı verdi.[2] Tüm bunlarla beraber her şeyi oldubittiye getirmek isteyen Yunanistan deniz milini 6’den 12’ye çıkarmaya çalışıp deniz hâkimiyet sahasını yüzde yetmiş oranında yükseltmeyi hedefliyor.[3] Yunanistan’ın tüm bunları yapmasındaki amacı ise Ege’yi tamamen bir Yunan gölü haline getirmektir. Bu da Türkiye’nin egemenlik haklarının tamamen Akdeniz’de ve Ege’de son bulması demektir. Ayrıca Marmara ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Ege Denizi’dir. Bu yüzden Türkiye’nin deniz ticaretinin güvenliğinin sağlanabilmesi için de Ege’nin jeopolitik bir önemi vardır.[4] Bu yüzden Türkiye buradaki egemenlik haklarını da savunmak mecburiyetindedir. Zaten bu savunma hakkını Türkiye’ye yasal olarak Lozan Antlaşması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi veriyor.
Maddeye bakacak olursak; “Türkiye Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde bu sözleşmenin Lozan Barış Antlaşması’nın yerini alacağını belirtmişse de bu sözleşme Türkiye’nin güvenliği ve boğazlardan serbest geçişinin güvenliği açısından yapılmış olup Lozan Antlaşması’nın Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olmayan maddeleri yürürlüktedir”[5] demektedir. Yani Yunanistan tamamen bu antlaşmaların dışında hareket etmeye çalışmaktadır. Tabi bunun karşılığı elbette verilecekti. Bu karşılığın verildiğini kısaca  o dönem görevini Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak yapan Tümamiral Cihat Yaycı’nın “Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu 2019 Açılış Konuşması”ndan aynen aktarıyorum.

“Yunanistan’ın bu antlaşmaları çiğneyerek mevcut durumu kendi lehine değiştirip adalarda ABD’ye üs kazandırma ve Gayri Askeri Statüdeki Adaları askeri maksatlı kullanma yönündeki faaliyetlerine geçit verilmeyerek konu ulusal ve uluslar arası gündeme taşınacak şekilde tepki verilmiştir. Buna ek olarak tüm ikazlarımıza rağmen Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin haklarını hiçe sayan uygulamaları sürdüren GKRY’nin tek taraflı eylemlerine karşı da uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızın korunması için bazı tedbirler alınmıştır. Bunların başında 2011 yılında KKTC ile imzalanan kıta sahanlığı sınırlandırma antlaşması ile KKTC ve Türk Bakanlar Kurulu kararlarıyla TPAO’ya verilen ruhsatlar ve bu sahalarda yapılan araştırma faaliyetlerini sayabiliriz. Yunanistan ve GKRY tarafından gerek Türkiye, gerekse KKTC deniz yetki alanlarında yürütülmek istenen izinsiz araştırma faaliyetleri ilgili kurumların işbirliği ile engellenmiştir. Yabancı devletlerin deniz yetki alanlarımızdaki hukuk dışı faaliyetlerinin engellenmesine yönelik ilk devlet uygulaması 2002 yılında icra edilmiş, Akdeniz Kalkanı Harekâtının 2006 yılında başlatılmasıyla ülkemizin kararlılığı sürekli hale getirilmiştir. İlk devlet uygulamasının yapıldığı 2002 yılından itibaren, çoğunluğu Akdeniz Kalkanı Harekâtı kapsamında olmak üzere, 2016 yılına kadar 14 yılda toplam 14 geminin faaliyeti engellenmiştir. Bu noktada dikkatinize sunmak istediğim bir husus var. 14 yılda 14 geminin ikaz edilmesi/engellenmesi faaliyetimize karşılık 2017-2018 döneminde, yani sadece son 1 yıl içerisinde deniz yetki alanımızda izinsiz araştırma faaliyetlerinde bulunmaya çalışan farklı ülkelere ait 6 araştırma gemisi uyarılmış ve belki de en önemlisi sondaj yapmak üzere gelen bir gemi fiilen engellenmiştir. 2018 yılında Türk Deniz Kuvvetleri tarafından uluslar arası hukuka uygun olarak gerçekleştirilen bu fiili devlet uygulaması Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir sondaj faaliyetinin engellenmesi olarak tarihe geçmiştir. Bahse konu faaliyetler ile Cumhuriyet tarihinde görülmediği kadar deniz yetki alanlarımıza sahip çıkılmış ve izinsiz girişimler kararlılıkla önlenmiştir. Bu önlemler, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerinin korunması için gösterdiği ve göstereceği kararlılığın en somut örnekleri olmuştur. Deniz yetki alanlarındaki izinsiz faaliyetlerin engellenmesinin yanı sıra ulusal araştırma faaliyetlerinin müdahaleye uğramaksızın emniyetle tamamlanması için Deniz Kuvvetleri K.lığı tarafından destek ve himaye sağlanmaktadır. Bu kapsamda, Barbaros Hayrettin Paşa araştırma gemimiz 17 Ekim 2018’den itibaren Deniz Kuvvetleri gemilerimiz refakatinde Doğu Akdeniz’de araştırma faaliyetlerine başlamış, Yunanistan’ın engelleme girişimlerine müsaade edilmemiştir.”[6]
Bununla beraber Türkiye son bir ayda Umman, Nijer, Etiyopya ve Arnavutluk ile karşılıklı kritik adımlar atıldı. Libya’nın komşusu Nijer ile “Askeri Eğitim İşbirliği Antlaşması” imzalandı. BAE’nin komşusu, Körfez’in önemli ülkesi Umman ile yoğun temaslar kuruldu. Umman, BAE merkezli DAMAC şirketini ülkeden çıkardı. Mısır ile sorunlar yaşayan Etiyopya Türkiye’den destek istedi. Yunanistan’ın komşusu Arnavutluk ile de mali ve askeri işbirliği protokolü imzalandı.[7] Yunanistan ise buna karşılık Mısır ile Deniz Sınırı Antlaşması yaptı. Ancak bu antlaşmasının Türkiye açısından kıymetinin olmadığını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıkladı. Çünkü adalar dikkate alınarak deniz sınırı belirlenemez. Ayrıca bu antlaşma Türkiye’nin BM’ye bildirdiği deniz sınırlarını gasp ediyor.[8]  Türkiye Yunanistan’ın hukuksuz girişimlerine karşı çıkılarak Ege ve Akdeniz’deki varlığımızdan vazgeçmeyeceğini ilan ediyor ve bunun mücadelesini veriyor.




[1] Kubilay Muhammet Özdemir, “Fetö Terör Örgütü Kumpasları ve Masonlarla İlişkisi”, kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com, Erişim Tarihi: 08.08.2020
[2] Kubilay Muhammet Özdemir, “Türkiye’nin Doğu Akdeniz Hamlesi”, Ortadoğu Gazetesi, 22 Aralık 2019
[3] İsmail Şahin, “Yunanistan’ın Libya Politikası”, Ortadoğu Araştırma Merkezi, Ankara, Haziran 2020, s.4
[4] İsmail Şahin, “A.g.m”, s.3
[5] Mehmet Kanat, “a.g.e.” s.54
[6] Cihat Yaycı, “Denizcilik ve Deniz Güvenliği Forumu 2019 Açılış Konuşması” Girne KKTC,  11 Nisan 2019, s.1-9
[7] Sernur Yassıkaya, “Dört Stratejik Müdahale”, Yeni Şafak Gazetesi, 29 Temmuz  2020, s.1
[8] Akşam Gazetesi, 8 Temmuz Ağustos 2020, s.1

18 Temmuz 2020 Cumartesi

FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜ KUMPASLARI VE MASONLARLA İLİŞKİSİ




Fetö Terör Örgütü’nün ülkemizi hedef almasının üzerinden 4 yıl geçti. Ancak acılar hâlâ taptaze duruyor. Bu hain kalkışmanın bastırılması sonucunda 251 şehit verdik. 2 bin 193’de gazimiz var.
Bu zamana kadar Fetö Terör Örgütüne yönelik 4 yılda 99 bin operasyon yapıldı.[1] Kamu kurumlarından Fetö’cüler ihraç edildi. Bu zamana kadar 20 bin 77 kişi Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edildi.[2] Ancak büyük oranda temizlenen bu hainlerin kalan kısmı yine iş başında Fetö artıkları yaklaşan Yüksek Askeri Şura öncesinde kendilerine düşman gördükleri subayları itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. İsimsiz mektuplar yazıyorlar ayrıca sosyal medyadan da iftiralara başvuruyorlar. Bu iftiralardan dolayı hedef alınanlar ise haksız yere savunma vermek zorunda kalıyorlar.[3] Bu yapılmak istenen karalama kampanyalarını devletimiz fark etti ve gerekli önlemleri aldı.  Bununla birlikte 15 Temmuz’dan sonra kamudan ihraç edilenlerin yeni sığınağı ise Masonlar oldu. Uzun yıllardır 15 bin olan üye sayısını arttıramayan locaların darbe girişiminden sonra 3 bin yeni üye kaydetmesi de dikkat çekti. Bu artışla beraber Masonlar, Anadolu’da yayılmaya başladı. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na bağlı Erdem Locası’nın eski “Üstad-ı Muhteremi” Özhan Kızıltan’ın, Gerçek Hayat Dergisi’ne verdiği röportajda 15 Temmuz’dan 5 ay önceki bir mason belgesinde “yakında büyük değişiklik olacak” denilip pozisyon belirlendiğini anlatıyor. Belge masonların darbe girişiminde rolü olduğunu gösteriyor.[4] Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ise “15 Temmuz asla sıradan bir darbe girişimi değildi. Arkasında çok büyük hesapların olduğu, gerçekleştiğinde ülke ve millet olarak bambaşka mecralara sürükleneceğimiz tarihi bir kırılma noktasıdır”[5] demesi 15 Temmuz’un arkasında gizli yapılanmaların ve çeşitli hesapların olduğu da daha net anlaşılmış oluyor. Özellikle güvenlik güçlerinin içerisinden büyük ölçüde arındırılan Fetö’cülerin yeni kumpaslar ve planlar peşinde oldukları belli oluyor. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki güvenlik güçlerinin içerisinden Fetö’cülerin temizlenmesi neticesinde Türkiye zincirlerini 15 Temmuz 2016’da kırarak adeta dünyaya kafa tutmaya başladı. Sahada ve masada oyun değiştirici rolü üstlenmeye başladı. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Pençe Kartal, Pençe Kaplan Harekatlarıyla sınırlarımızdaki terör koridorları dağıtıldı. Terörle Mücadele yöntemlerimiz değişti ve 7 bin 500’ün üzerinde terörist imha edildi. Türkiye’yi Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışanlara karşı Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması yapılarak bölgede emelleri olanların planları suya düşürüldü. Türkiye, Suriye ve Libya’da olmak üzere iki düşük yoğunluklu savaş veriyor. Bu verilen savaşlarda ise Türkiye bu zamana kadar başarılı stratejiler izledi. Suriye’de DEAŞ’ı bitiren, PKK/YPG’ye karşı ağır darbe vuran Türkiye, Libya’da ise Hafter’i yendi. İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace; Türkiye’nin Suriye’de ve Libya’da oyun değiştirici olduğunu söyledi. Ayrıca “İHA’lar Libya’da istihbarat topladı, gözetleme yaptı. Suriye’de hava savunma sistemlerini durdurdu”[6] dedi. Yine Libya’da Hafter’in yenilmesiyle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Türkiye karşıtlığı ve PKK/YPG ile mücadele terör örgütünün çöküşünü hazmedemeyenlere bakıldığında Türkiye 15 Temmuz’dan sonra kendi içindeki pislikleri temizlemesiyle daha etkili olduğu bu ispatlarla çok net anlaşılmış oldu.
Şunu belirtmekte fayda görüyorum. Elbette devletimiz her zaman teyakkuz halinde ve saldırılara karşı anında karşılık verme gücüne sahip ancak ben de ülkesini seven genç bir tarihçi olarak bu yazıyı yazarak devletimi ve milletimi uyarmak istedim.




[1] Süleyman Soylu, “Fetö Taşerondur”, Milat Gazetesi, 16 Temmuz 2020
[2] Hulusi Akar, “20 Bin 77 terörist İhraç Edildi”, Akşam Gazetesi, 15 Temmuz 2020
[3] Hüseyin Likoğlu “Yas Öncesi Fetö Kumpasları”, Yeni Şafak Gazetesi, 13 Temmuz 2020
[4] “Masonlar Fetö’ye Kalkan Oluyor”, Yeni Şafak Gazetesi, 6 Temmuz 2020
[5] Recep Tayyip Erdoğan, “Güçleri Yetseydi Meclisi Yıkacaklardı”, Türkgün Gazetesi, 16 Temmuz 2020
[6] Ben Wallace, “Türkiye İHA’larla Oyun Kurucu Oldu”, Akşam Gazetesi, 16 Temmuz 2020


Diğer Yayınlar