31 Temmuz 2018 Salı

ABD MANDASI VE GENERAL HARBORD


ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırım yaparız tehditlerine karşı ABD yöneticilerinin 1919’da İstanbul’a gelen ve daha sonra Sivas’a Mustafa Kemal’in yanına gelip orada görüşen General J.G. Harbord’un 1920’de ABD Senatosuna verdiği raporu okumalarını tavsiye ederim.

Mustafa Kemal Paşa, Sivas Kongresi’nin bitiminden bir hafta sonra 2 Eylül 1919’da önce İstanbul’a gelen ve daha sonra Sivas’a geçen 46 kişilik General J.G. Harbord başkanlığındaki heyet ile bir görüşme yapmıştır. Mustafa Kemal, Yeni Türk Devleti kurma arzusunu ayrıca ABD Manda fikrine kesinlikle sıcak bakılmadığını ve Tam Bağımsızlık hedeflediklerini general’e anlatmıştır. Mustafa Kemal, Hristiyan halk ile olan ilişkiler ve işgalci devletlerin Anadolu’daki yıkıcı faaliyetlerini de bildirmiştir.
ABD heyeti daha sonra, Erzincan, Erzurum, Kars, Erivan, Tiflis, Bakü ve Batum’a uğrayıp buralarda incelemelerde bulunup sonra tekrar İstanbul’a geri dönmüşlerdir.
Harbord 22 Ekim 1919’da "Yakın Doğu’da Hakikatler" adındaki raporunu ABD Başkanı Wilson’a sunmuştur.

Bu Raporda;
. Ermenilerin Anadolu’da katledildikleri iddialarının doğru olmadığı,
. Anadolu’nun ABD için gerekli kaynaklara sahip olmadığı,
. Anadolu’da işgale karşı mücadele edenlerin kesin kararlı oldukları
Bilgilerine yer verilmiştir.

Harbord; incelemeleri sonucunda “Türk olsaydım bende ancak Kuva-yı Milliyeciler gibi hareket” ederdim diyecektir. Raporunu ABD Senatosuna göndermiş ve Senato 24 Mayıs 1920’de manda konusunu 52’ye karşı, 23 oyla reddetmiştir.

İşte ABD yöneticileri bir daha Türkiye’ye yaptırım ya da herhangi bir tehditte bulunmadan önce tavsiyemiz 1919’da generalleri olan Harbord’un raporunu okumalarını ve özellikle rapordaki  Anadolu’da işgale karşı mücadele edenlerin kesin kararlı oldukları maddesini akıllarından çıkarmamalarını tavsiye ederiz…

29 Temmuz 2018 Pazar

KUVA-YI MİLLİYE


 Kuva-yı Milliye deyiminin sözlük anlamı “Milli Kuvvetler, Milli Güçler” veya başka bir ifade ile “Milis Kuvvetleri” demektir. Geniş kapsamlı özel bir tanım yapmak mümkündür. Bu durumda; “Kuva-yı Milliye, yurdumuzu parçalamak üzere harekete geçen İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan kuvvetlerine karşı açılan cephelerde çarpışmak üzere teşkilâtlanan bölge milis kuvvetleridir”[1] denilebilir. Hareketin özelliği sebebiyle, Milli mücadeleye katılan ve bu mücadeleye taraftar olan herkese de “Kuva-yı Milliyeci” denilmiştir.
Kuva-yı Milliye deyimi dar ve geniş anlamda olmak üzere iki anlamda kullanılmıştır. Dar anlamda Kuva-yı Milliye, düzenli ordu birlikleri dışında bir tür gerilla savaşı ile mücadele veren, sevk ve idareleri merkezi bir komutanlığa bağlı olmayan silahlı gruplardır. Geniş anlamda Kuva-yı Milliye ve İstiklâl Harbi’nin tümünü ifade eder.[2]
      “Anadolu direnişi” düşüncesini ilk defa somut olarak ifade eden ve bu doğrultuda eyleme geçen kişi Mustafa Kemal’dir. I. Dünya Savaşı’nın sonlarında Arap çöllerine taarruz etmeyi, “Anadolu dışında kaybedecek tek bir askerimiz bile yoktur”diyerek reddeden Mustafa Kemal, tüm orduların perperişan bir halde yenilip dağıldıkları Suriye cephesinde, emrindeki bir avuç vatan evladıyla devasa İngiliz ordusuna direnmiş ve Anadolu’nun güney sınırını “süngüyle çizmiştir” .

Yıldırım Orduları Komutanı olarak Adana’da bulunduğu sırada Ali Fuat Paşa’yı “ilk direniş yuvalarını” kurmakla görevlendiren Mustafa Kemal, İstanbul’a geldikten sonra da aralıksız olarak Türkiye’yi emperyalizmin kıskacından kurtarmanın hesaplarını yapmıştır. 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadarki altı aylık sürede her yolu deneyerek, bir taraftan ülkenin kaderinde söz sahibi olabileceği bir makama gelmek istemiş, diğer taraftan da Şişli’deki evinde, gece gündüz demeden “gizli kurtuluş planları” yapmıştır. Osmanlı yöneticileri tarafından adeta kaderine terk edilen,Mondros Ateşkes Antlaşması gereği orduları dağıtılan, silahları elinden alınan ülkenin Savaş Bakanlığı’na gelebilmek için çok çaba sarf etmiştir; fakat herhangi bir sonuç alamamıştır. Bu arada, asker-sivil tüm tanıdıklarıyla gizli görüşmeler yaparak vatanın kurtuluşu konusunda fikir alışverişinde bulunmuştur.
Mustafa Kemal, İstanbul’daki bu altı aylık sürede, daha önce değişik cephelerden tanığı, Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele),Rauf (Orbay), Kazım Karabekir ve İsmet (İnönü) ile gizlice görüşerek Anadolu direnişi konusunda anlaşmış ve her biriyle ayrı ayrı planlar yapmıştır. Böylece, Mustafa Kemal, daha Samsun’a çıkmadan önce İstanbul’da bir “kurtuluş ekibi” oluşturmuştur.Mustafa Kemal’in, İstanbul’da Şişli’deki evinde yapılan “gizli kurtuluş planları” gereği belirlenen zamanda Anadolu’ya geçen kurtuluş ekibindeki komutanlar, direniş hazırlıkları yaparak Mustafa Kemal’i beklemeye başlamışlardır. Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar Mustafa Kemal’den önce, Refet Paşa,Mustafa Kemal’le birlikte, Rauf Bey ve İsmet Paşa ise Mustafa Kemal’den sonra Anadolu’ya geçerek Milli Harekete katılmışlardır.İstanbul’daki yoğun girişimlerinin sonuç vermesini ve en uygun zamanı bekleyen Mustafa Kemal de şartların olgunlaşmasıyla birlikte 19 Mayıs 1919’da “ordu müfettişliği” göreviyle Anadolu’ya çıkmıştır. Böylece liderin de katılımıyla ekip tamamlanmıştır.Şişli’deki evde iskeleti belirlenen “kurtuluş ekibi”, Amasya’da bir araya gelerek, Mustafa Kemal’in hazırladığı Amasya Genelgesi’ni imzalamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın amaç, gerekçe ve yöntemini ortaya koyan Amasya Genelgesi’nin yayımlanmasıyla Anadolu direnişi resmen başlamıştır.[3]
Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre, Türk ordusu terhis edilmesi, itilaf devletlerinin Anadolu’yu işgal etmesi, işgalcilerin halka zulmetmesi, padişahın ve İstanbul Hükümetinin işgallere tepkisiz kalması, Türk halkının can ve mal güvenliğini koruyamaması en önemlisi ise milletin bağımsızlık isteği Kuva-yı Milliye’yi ortaya çıkarmıştır.

Kuva-yı Milliye, Kurtuluş savaşının ilk savunucu örgütüdür. Bu sebeple Güney’de Fransız ve Fransız- Ermeni ortaklığıyla Türklere yapılan zulüm, hakaret, yağma ve öldürme olaylarına karşı ilk direnme 19 Aralık 1918’de Dört yola bağlı Karakese Köyünde oldu.

15 mayıs 1919’da başlayan Yunan işgaline karşı, Batı Anadolu’da ilk direniş 16 Mayıs sabahı Urla’da olmuş, Alaşehir ve Nazilli kongreleriyle Batı cephesinde teşkilatlanmaya başlanmış ve Sivas Kongresinde Batı cephesi komutanlığına Ali Fuat Paşa getirilmiştir.
Kuva-yı Milliye, Ordudan terhis edilen subay ve askerlerden, bürokratlardan, hariciyecilerden, sivil halktan oluşmuştur. Belli bir emir komuta zinciri yoktu ve Kuva-yı Milliye bölge bölge kurulduğu için teşkilatların birbirinden haberi olmayabiliyordu. Bu teşkilat düzenli askeri birliklerin oluşturulması için ve düşmanı nihai olmasa da zayıflattığından dolayı düzenli ordunun kurulmasına zaman kazandırmıştır.

“Millet orduya; kendi içinden teslim etmiş evladını, düşman tecavüzüne maruz kalan mıntıkaların müdafaasına, düşman tasallûtuna uğrayan kardeşlerinin hayatının muhafazasına memur etmeye mecbur olmuştu. İşte buna Kuva-yı Milliye diyoruz ve bütün kâinat böyle diyor” şeklinde tanımlanan Kuva-yı Milliye, başlatılan haksız işgallere karşı ülkenin korunması ve savunmasının sağlamlaştırılıp pekiştirilmesi ve birliğin sağlanmasını hedeflemiş böyle bir durum, direnmenin ve meşrulaşma çabalarının başlangıcı olmuştur. Kuva-yı Milliye, TBMM Hükümeti'nin otoritesini egemen kılacak, içeride güvenliği sağlayacak bir kuvvet olmuş, düzenli orduya geçiş öncesinde disiplini sağlamaya çalışmıştır. Yunan ordusunun taarruzlarına düzensiz ve gayri nizami kuvvetlerle karşı konulamaması Kuva-yı Milliye’yi ve zamanla suistimale yönelen yapısını tartışılır hale getirmiş, TBMM’nin gizli ve açık celselerinde Kuva-yı Milliye gündemin konusu olmuştur. “Kanaati gayet sağlam olan insanlardan, efrattan müteşekkil olan cesur” ve “Pek müteredditler veya korkaklar”ın giremedikleri” bir heyet olarak nitelendirilen Kuva-yı Milliye, yapılan müzakereler neticesi lağvedilmiş ancak, Millî Mücadele içerisindeki yararlılığı ve rolü unutulmamış olan direniş kuvvetleri olarak kalmıştır.[4]
Düzenli ordunun kurulmasında  ilk adım 16 Mayıs 1920’de atıldı. Bütün Kuva-yı Milliye birliklerinin yiyecek ve cephane ihtiyaçlarının Milli Savunma Bakanlığı tarafından karşılanmasına karar verildi. Batı Anadolu Genel Kuva-yı Milliye Komutanlığının adı Batı Cephesi Komutanlığı olarak değiştirildi ve komutası da Ali Fuat Paşa’ya verilmesiyle birlikte Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de genel saldırıya geçtiler.
Yunan saldırıları sonucu Balıkesir, Bursa, Uşak ve Nazilli gibi şehirler elden çıktı.
Bu kayıpların izlerini silmek için Ali Fuat Paşa Gediz Taarruzunu
başlattı (24 Ekim 1920).
Kuva-yı Milliye (başta Çerkez Ethem) güçlerinin disiplinsizliğinden dolayı Gediz’de başarılı olamadı.
Bunun üzerine Ali Fuat Paşa görevden alındı ve Batı Cephesi yeniden düzenlendi. Cephe ikiye ayrıldı. Batı kanadına Albay İsmet Bey (İnönü), güney kanadına Albay Refet Bey (Bele) atandı. Böylece Batı Cephesinde düzenli ordu kurulmuş oldu. Kurulan bu cephe, Milli Savunma Bakanlığına bağlandı (12 Kasım 1920).
Umum Kuvayıseyyare (Genel Gezici Kuvvetler) Komutanı Çerkez Ethem ile Denizli yöresinde faaliyet gösteren Demirci Mehmet Efe, bu düzenlemeye karşı tepki gösterdiler ve düzenli ordu saflarına katılmak istemediler.
I. İnönü Savaşı sırasında ortaya çıkan Çerkez Ethem İsyanı bastırıldı. Demirci Mehmet ise affedilip emekliye ayrıldı. Böylece düzenli ordunun önündeki önemli bir engel de kalkmış oldu.
sonuçta; bu teşkilât, Türkiye Büyük Millet Meclisince kaldırılmış; böylece “Düzenli Ordu Dönemi” başlamıştır.
Bu konuda son bir değerlendirme olarak, Kuva-yı Milliye ile ilgili kesin bir görüş ileri sürmek gerekirse, denebilir ki; Türkiye’nin güçlü düzenli ordu birliklerinden yoksun bulunduğu çok kritik bir döneme, yiğitçe çarpışmaları ile, damgasını vuran Kuva-yı Milliye, başarılı veya kusurlu tüm yönleriyle, Türk Milli Mücadele Tarihindeki seçkin yerini daima koruyacaktır.





[1] ÇAY Abdülhaluk-KALAFAT Yaşar; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kuva-yı Milliye Hareketleri, Sistem Matbaacılık, Ankara 1990, s. 7. Aktaran; DR. ÖĞ. BNB. KADİR KASALAK, Kuva-yı Milliyenin, Askeri Açıdan Etüdü, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/kuva-yi-milliyenin-askeri-acidan-etudu,
[2] ERCAN, Yavuz; “Kuva-yı Milliye’nin Yapısı ve Niteliği Üzerinde Bir Tahlil” İkinci Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Gnkur. Basımevi, Ankara 1995, s. 231. Aktaran; DR. ÖĞ. BNB. KADİR KASALAK, Kuva-yı Milliyenin, Askeri Açıdan Etüdü, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/kuva-yi-milliyenin-askeri-acidan-etudu,
[3]Sinan Meydan, http://www.eglencelitarih.com
[4] Meclis Celse Zabıtlarında Kuva-yı Milliye

26 Temmuz 2018 Perşembe

BİR DİRİLİŞİN DESTANI ÇANAKKALE

 Çanakkale savaşı bir dirilişin destanı bir milletin küllerinden doğması, milli mücadele ruhunun ateşlendiği yer ve Mustafa Kemal’in doğuşudur. Çanakkale savaşı bu milletin dünyaya biz daha yok olmadık mesajının verildiği yerdir.
Çanakkale cephesinin açılmasının süreci İngiliz ve Rus uzlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. 19.yy boyunca boğazlar üzerinde İngiliz- Rus mücadelesinin sona ermesi ve bu bağlamda 1907 yılından itibaren iki ülke arasında ilişkilerin gelişmesi Osmanlı’nın oluşturduğu dengeleri bozmuş ve bloklaşma hızlanmıştır. Osmanlı yönetimi bunun üzerine 1911 yılında İngiltere’ye ittifak teklifinde bulundu, fakat olumlu bir cevap alamadı. 1912-1913’de Osmanlı ordularının bozguna uğrayarak Balkanlardan çekilmesiyle, İngiltere’nin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’u işgal edebileceğine dair inancı kuvvetlendi. Osmanlı hükümeti 1914 yılında Fransa’ya ittifak teklifinde bulundu. Fakat sonuçsuz kaldı çünkü bu ittifaka Rusya karşıydı. Bunun sonucunda Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak yapmaya mecbur kaldı.
I.Dünya Savaşında Osmanlı Devleti açısından en önemli cephe Çanakkale Cephesi olmuştur. İtilaf devletleri Çanakkale cephesini eğer boğazları ve İstanbul’u ele geçirecek olursa Osmanlı devletini barışa zorlayacaktı. Boğazlar ele geçirilirse Rusya ile bağlantılar kurulabilecek, Rusya’nın buğdayından yararlanılacak buna karşılık İtilaf Devletleri de Rusya’ya silah ve cephane sağlayacaklardı. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilmesi savaşa merkezi devletlerin yanında girmek isteyen Balkan Devletlerinin de vazgeçmesini sağlayacaktı.[1] Buna ek olarak eğer Osmanlı bu cephede savaşı kaybederse Kafkaslardaki Rusları zorlayan Türk birliklerinin buraya kaydırılmasını isteyecek ve böylece Rusya’nın yükü hafifleyecektir.[2]
Projenin mimarı Winston Churcill, İngiliz savaş bakanı Lord Kitchener[3] ve Rus Çarı II.Nicola tarafından sadece Deniz Kuvvetleri Çanakkale’den geçer fikrini ve stratejisini olumlu görmüşlerdir. Bu sebeple itilaf devletleri 19 şubat 1915 tarihinde Kumkale ve Seddülbahir tabyalarını döverek savaşı başlattı.
18 Mart 1915 akşamına kadar devam eden çarpışmalar İngiliz ve Fransızların boğazları geçemeyeceğini göstermiştir. 18 gemilik filodan 7 tanesi sulara gömülmüş, diğerleri onarıma muhtaç halde yaralar almışlardır. İtilaf devletleri ise geri çekilmişlerdir. Ancak bu seferde karadan harekete geçip Gelibolu’nun işgaline karar vermişlerdir. Nisan 1915 başında 100.000 kişilik bir kuvvet ile çıkartma yaparak kara savaşları başlamış oldu.[4]
25 Nisan’da İngiliz birlikleri Gelibolu yarımadasına, Fransız birlikleri de Kumkale’ye çıkmak zorunda kalmıştır. İngilizler ise sadece üç kilometre ilerleyebildiler. İtilaf kuvvetleri, Gelibolu yarımadasının Batı kıyılarına çıkarak bir çevirme hareketi başlatmışlardır. Fakat Mustafa Kemal’in komuta ettiği Anafartalar grubunun şiddetli direnişi karşısında ilerleyemediler. . Mustafa Kemal’in kilit rolü Gelibolu yarım adasının Saroz körfezinde İngilizlerin bir hamle yapması ve aniden bir çıkartma yapması hadisesidir. Saroz ve Gelibolu’nun arasındaki bölgede Türk Kuvvetleri bulunuyordu.  İngilizler buraya ani bir çıkartma yaptılar ve bu çıkartmada tutunup kalabilmiş olsalardı bizim ordumuz iki düşman ordusu arasında sıkışıp imha olacaktı. Ayrıca Yarbay Mustafa Kemal askerlere şu tarihi emri verir. “Cephaneniz yoksa süngünüz var. Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum, süngü tak yere yat” demiştir. Bunun üzerine asker denileni yapar ve arka arkaya saflarla şehit düşmeye başlar. Üç saf sonra herkes şehit olacağını biliyordu. Şehit olacaklarını bile bile en ufak bir tereddüt göstermediler. Türk askerinin asaletine yakışır bir şekilde şehit olmuşlardır. Her seferinde bir saf tamamen şehit olurken biraz daha öne gitmeyi başardık. Bu şekilde düşmanın menziline vardık. Burada süngü savaşları başladı ve düşman cephesini bırakarak kaçtı. Bu olaya şahit İngiliz gazeteci şöyle demiştir; “Kazanılmış bir zaferin böylesine bir stratejiyle ters düz olunduğunun tarihte bir daha örneğini göremezsiniz” der. Bunun sonucunda kendi komutanlarını suçlar. Komutanlar ise anılarında Mustafa Kemal için kaderin adamı der. Savaşın kaderini değiştirerek ülkesini kurtardı.
8-9 Ocak 1916 tarihinde Seddülbahir bölgesini boşalttılar. Daha sonra Arıburnu ve Anafartalar bölgesini boşalttılar.
Çanakkale savaşları kazanılmakla birlikte sonuçları da yıkıcı olmuştur. Çanakkale deniz ve kara savaşlarında Türk tarafı 211.000 kayıp vermiştir. Tahmini rakamlara göre 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve diğer eğitimli insanlarımızı şehit verdik. Bu kayıplar neticesinde Çanakkale savaşlarına Subaylar savaşı da denilmiştir ve bu kayıplarımızın etkileri daha sonraki yıllarda ülkemiz için etkileri hissedilecektir. Çanakkale geçilemeyince müttefikler Osmanlı’yı savaş dışı bırakmadı. Bu durum savaşı 2 yıl daha uzattı. Balkan savaşlarında perişan gördükleri Türk ordusu tarafından yenilince müttefiklerin moralleri çöküşe geçti. Rusya’ya silah yardımı götüremedikleri gibi Rusya’dan tarım ürünlerini Avrupa’ya götüremediler. Avrupa’daki açlığı ve sefaleti önleyemediler. Buna ek olarak da Rusya da Çarlık yıkıldı ve Ruslar savaş dışı kaldı. Osmanlı’nın kendi imkanlarıyla kazandığı bu savaş Türk kamuoyunu ve Türk ordusu için moral kaynağı oldu.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki; Çanakkale Zaferi neticesinde Türk vatanı ve başkenti İstanbul, erken gelecek olan bir istila ve işgalden kurtulmuştu. Fakat 1918’de İstanbul işgal edildi. Bu Çanakkale Zaferinin önemini ve özelliğini kaybetmez. Çünkü 1915’de Çanakkale’nin geçilmesiyle 1918’de geçilmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Eğer 1915’de geçilmiş olsaydı. Az önce yukarı da yazmış olduğum sonuçlardan hiç biri olmazdı. İngilizler zaten gizli antlaşmayla İstanbul’u Ruslara vermişlerdi. 1915’de geçilmiş olsa hem İstanbul Ruslara verilmiş hem de İtilaf devletleri büyük bir moralle muzaffer bir şekilde İstanbul’a girmiş olacaklardı. Dolayısıyla Çanakkale’de oluşan milli ruh olmayacak ve milli mücadelenin fitili yakılmadan sönecekti. 1918’de İstanbul işgal edildiğinde artık Rusya’da rejim değişmiş ve Batı’ya karşı olan bir Rusya meydana gelmiş dolayısıyla İstanbul’un da kaderi değişmiş oldu. Ayrıca düşmanda 4 sene boyunca bizimle savaşarak yorulmuş moral ve motivasyon kaybına uğramıştır.
Çanakkale Zaferinin diğer bir önemi ise; Milli Mücadeleye temel teşkil eden ruh Çanakkale’de inşa oldu. Milli Mücadeleye liderlik eden Mustafa Kemal Çanakkale’de doğdu. Çanakkale’de tanınan Mustafa Kemal Milli Mücadele’ye giriştiğinde insanlar ona Çanakkale’de gösterdiği başarılardan dolayı güvenmiş ve onun öderliğinde milli mücadele saflarına katılmaya razı olmuşlardır.
Çanakkale bir destandır, önemi çok büyüktür. Türk Milleti her zaman bitti, tükendi dediklerinde yeniden küllerinden doğmuş. Öz vatanını kurtarmış oda yetmedi mazlum milletlere umut olmuş. Geçmişte neysek şimdide öyleyiz.







[1] Pamuk, B., Gülsoy, E., Yılmazçelik, İ., Yalçınkaya, M.A., İnbaşı, M., Yağçı, Z.G., edt.Gündüz, T., Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, b.4, Ankara 2014, s.596
[2] Yalçın, D., Akbıyık, Y., Akbulut, D., Balcıoğlu, M., Köstüklü, N., Süslü, A., Turan, R., Eraslan, C., Tural, M.A., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2014, s.87.
[3] Pamuk, B., Gülsoy, E., Yılmazçelik, İ., Yalçınkaya, M.A., İnbaşı, M., Yağçı, Z.G., edt.Gündüz, T., Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, b.4, Ankara 2014, s.596
[4] Yalçın, D., Akbıyık, Y., Akbulut, D., Balcıoğlu, M., Köstüklü, N., Süslü, A., Turan, R., Eraslan, C., Tural, M.A., Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2014, s.91-92.

25 Temmuz 2018 Çarşamba

NEDEN ORTADOĞU



Sömürgecilerin gözünün olduğu yerlerden birisi de Orta Doğu Coğrafyası olmuştur. Bugün hala Ortadoğu’daki karışıklıkların sebebi güç, çıkar ve sömürge arayışlarının olduğunu Batılılar hariç hepimiz bilmekteyiz. Aslında Batılılarda bunu biliyor fakat onlar Orta Doğuyu açık açık sömürgeleştirmeye geldiklerini de değil de oraya demokrasi getireceğiz bahanesiyle dış müdahalelerde bulunuyorlar. Tabi bu maske altına saklanmak asıl gerçekleri örtmeye yetmiyor. Çünkü demokrasi ve barış getireceğiz dedikleri her yere kan ve gözyaşı getirmişlerdir.  ABD’li askerlerin Irak’ta Iraklılara neler yaptıkları belli, savaşın kurallarını hiçe sayarak kadınlara ve çocuklara ne tür ahlaksızlıklar yaptıkları ortada, bu olayların kimisi gün yüzüne çıktı kimisinin ise üzeri örtüldü. Bugün ise ABD’nin Orta Doğu’nun bir başka ülkesi olan Suriye’de yaptıkları ortada, şimdi ise bir başka terör örgütüne silah yardımı yapıp onu koruyup besleyip müttefikim dediği ülke Türkiye’ye karşı saldırtmak.  ABD’nin bu tutumunun başka izahı yoktur. Türk halkı da bunu artık açıkça görmektedir.
 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra literatürde kullanımı yaygınlaşan “Orta Doğu” kavramını ilk defa Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, 1902 yılında National Review’de yayınlanan “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı yazısında, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır. The Times gazetesi dış politika editörü  Valentine Chirol birkaç yazısına “Orta Doğu’nun Problemleri” başlığını koymuş ve kavramın kamuoyunda benimsenmesine katkıda bulunmuştur. Mahan ve Chirol’un İngiliz diline kazandırdıkları “Orta Doğu” kavramı yirminci yüzyılın başlarında sözcüklere girmiş ve kitap adlarında görülmeye başlanmıştır. Angus Hamilton, “Orta Doğu” kavramını Proplems of the Middle East (London, 1909) kitabı ile bilim dünyasına taşırken Hindistan’da Kral naibi olan Lord Curzon, 1911’deki bir resmi konuşmasında kullanarak kavrama yarı resmi bir nitelik kazandırmıştır.[1] Orta Doğu terimi, batıda Mısır’dan doğuda İran’a, kuzeyde Türkiye’den  güneyde Arap Yarımadası’na kadar olan bölgeyi anlatmak amacıyla kullanılmıştır. [2] İşte bu jeopolitik önemi olan bu coğrafyayı kültürel kesişme noktası olması, tarıma elverişli toprakları, dünya tarihine yön veren semavi dinlerin burada doğmuş olması ve zengin yer altı kaynakları Orta Doğu’nun önemini arttırmaktadır. Kara altın olarak tanımlanan petrolün kara ve deniz yollarının stratejik önemini dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede arttırır.  Kızıldeniz ve Basra Körfezi dünya deniz ticaretinin en yoğun yaşandığı yerler haline gelir.
Asya,  Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği merkezi noktada bulunan bölge, Rusya’nın sıcak denizlere inebilmesi için kuzey-güney hareketlerine; sömürgecilik hareketleriyle birlikte İngiltere’nin Asya’daki sömürgeleriyle ekonomik ve ticari menfaatlerini güvene almak, Fransa’nın sömürgecilik yarışında geç katılan Almanya’nın henüz sömürgeleştirilmemiş bu bölgede stratejik yatırımlarla nüfuz alanlarını genişletmek ve uluslararası ilişkilerde rakibi İngiltere’nin gücünü kontrol edebilmek için yürütülen çabaların doğu-batı geçişlerine zemin oluşturmuştur. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu 19. Yüzyıla kadar bölge dışı güçlerin etkisi sınırlı kalırken Osmanlı gücünün çözülmeye başlanmasıyla Orta Doğu üzerindeki dünya güçlerinin stratejik ve politik hesapları ve politikaları etkili olmaya başlamıştır.[3]  Osmanlı Devleti zamanında rahat yaşayan ve sömürülmeyen Orta Doğu, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla ve maalesef  bazı Arap kabilelerin Osmanlı’ya karşı ayaklanıp bağımsız devlet kurmak için İngilizlerle işbirliği yapması neticesinde Osmanlı’dan ayrılmak istemeleri Orta Doğu’yu sömürüye açık bir hale getirmiş ve bugün dahi yaşanan kan ve göz yaşının müsebbibi olmuşlardır.  İngilizlerin Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtması ve onlara vaatlerde bulunması boşa değildi. Çünkü İngilizlerin ve diğer sömürgecilerin dikkatini çeken bir nokta vardı. O da petroldü. Ortadoğu’nun dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip olduğu ve petrolü çıkarış maliyetinin diğer bölgelerden kat kat az olması öğrenildiğinde sömürgecilerin bu bölgeye iştahı kabarmıştır. Yeni enerji kaynaklarını ve onları kendi ülkelerine yahut Pazar olarak kullandıkları ülkelerin yollarını kontrol altında tutmak isteyen sömürgeciler Orta Doğu’yu ne pahasına olursa olsun hâkim olunması gereken bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu yüzden de sürekli Orta Doğu’ya dış müdahalelerde bulunmuşlardır.  I.Dünya savaşından galip çıkan İngiltere ve Fransa, Orta Doğu’yu kendi aralarında paylaşırlar. Sykes-Picot Antlaşması gereği Suriye, Lübnan Fransız mandası altına girerken, İngiltere’ye Irak, Ürdün ve Filistin düşer. İngiltere ayrıca Mısır, Kuveyt, Umman ve Güney Yemen gibi Hindistan yolunun olduğu bölgeler üzerinde hakimiyet kurar. Bölge II.Dünya savaşına kadar geçen sürede İngiltere’nin ve Fransa’nın himayesinde kalır.  Savaştan sonra eski güçlerini yitiren Avrupa’nın Orta Doğu’daki etkisi azalır. Fakat bu seferde soğuk savaş döneminde bu boşluğu ABD ve SSCB doldurur. Sosyalist bloğun dağılması ve  Körfez Savaşından sonra ABD’nin Avrupalı devletleri arkasına almasıyla Orta Doğu’ya tek başına yön vermeye başlar.  II. Körfez savaşıyla da bu hakimiyetini  sağlamlaştırmaya çalışır. Tıpkı 2003’de Irak’a müdahalesi gibi daha sonra gelen Arap Baharı’da işte bu sömürgecilerin dış müdahalesi olmakla beraber bugün Suriye’de yaşananlar Orta Doğu’nun ne derece paylaşılması zor bir coğrafya olduğunun göstergesidir.
Fakat sömürgecilerin unuttuğu bir şey var. Nasıl ki milli mücadele safhasında ve ardından gelen Kurtuluş Savaşıyla kendi topraklarımızı kurtarıp sömürgecileri Türkiye topraklarından atıp yeni bir devlet kurduysak bugünde geçmişte uğradığımız ihanetlere rağmen Orta Doğu’da Türk Askerinin namlusu yeni dengeleri ve yeni sınırları oluşturup birçok sömürgeci hesabı alt üst edeceğini tarih bize gösterecektir.
Şu unutulmamalıdır ki Orta Doğu ve hatta dünyanın yeni nizamı Türkiyesiz, Türksüz ve Türk Askersiz oluşamaz. Çünkü Tarihe yön veren bir millet tarih dışı bırakılamaz.




[1] Prof.Dr. Davut Dursun, Orta Doğuda Siyaset, Anadolu Üniversitesi Ders Kitabı, Aöf Yayını, no; 3035, bas.5, Eskişehir, 2015, s.3-4.
[2] William L. Cleveland, Modern Orta Doğu Tarihi, Agorakitaplığı, Ter.Mehmet Harmancı, bas.2, İstanbul, 2015, s.vii.
[3] Prof.Dr. Davut Dursun, Orta Doğuda Siyaset, Anadolu Üniversitesi Ders Kitabı, Aöf Yayını, no; 3035, bas.5, Eskişehir, 2015, s.8-9.

Diğer Yayınlar