Bu
zamana kadar yapılan propagandalarda hep Kürt vatandaşlarımızın ezildiğini
iddia eden teröristler ile terör sempatizanları ve uzantıları tahmin ediyorum
ki tarihi iyi bilmiyorlar. Ya da biliyorlar ama amaçları bölücülük olduğu için
bilerek ve isteyerek bu tür ayrılıkçı fikirleri insanların beyinlerine işlemeye
çalışıyorlar.
Peki tarihin gerçekleri ne?
Moğolların
1231’de Diyarbakır’da korkunç bir kıyım yaparak tek bir canlı insan bile
bırakmadıkları; benzer katliamları diğer şehirlerde de gerçekleştirdikleri
bilinmektedir. 1235-1236 yıllarında Moğol orduları Kürtlerin bulunduğu
bölgeleri tekrar tekrar yağmaladılar.[1] 1252’de Diyarbakır bir kez
daha yakılıp yıkıldı. 1258’de Moğol serdarı Hülagu, Bağdat dönüşünde,
Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Hakkari üzerine bir kanlı sefer daha düzenledi.[2]
Ortada
“geri bıraktırılmış” değil, ama üst üste gelen istilalar vardı. 1393’te bu kez Timur bütün İran ve Anadolu’yla
birlikte Doğu Anadolu’yu tahrip etti. Kürtlerin yaşadığı bölgeleri ele
geçirerek oğlu Celaleddin Miranşah’ın olmayan insafına bıraktı; o da
Diyarbakır, Mardin, Turabidin ve Hasankeyf kentlerini yağmaladı. 1401’de
Kürtler arasındaki bir isyan girişimi üzerine Timur, Erbil, Musul ve Cizre
bölgelerine kanlı bir saldırı düzenledi. Tüm Cizre bölgesi yakılıp yıkılmış,
geriye sadece tek bir Hıristiyan köyü kalmıştı.[3]
Moğollarla
başlayan yıkımın en büyük kurbanı olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler
gerileme dönemine girdi. XV.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin
deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. XX.yüzyıla kadar süren bu gerileme
süreci sonunda Kürtler, Ortadoğu’nun en fakir ve azgelişmiş toplumlardan biri
oldu.[4]
Osmanlılar,
İranlılarla 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nın ardından Kürtlerin
yaşadıkları bölgeyi ele geçirdiler. Ancak şu da bilinmelidir ki Oğuz Türklerinin
Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu’da hatta bugünkü Irak ve Suriye’de de değişik
Türk boylarının yaşadığını unutmamak gerekir. Çaldıran savaşından sonra
Kürtler, Osmanlılara ve Safevilere, İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını
koruma içinde oldu. Bu süreçte pek çok Kürt beyi sık sık taraf değiştirdi.
Yavuz Sultan Selim, Kürtler üzerinde mümkün olduğunca dolaylı denetim kurmaya
çalıştı. Bu dönemde Osmanlıların Kürt politikası, “böl ve yönet” şeklinde
değil, “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerine
yönetmelerine izin ver” şeklinde oldu. Kürt aşiretleri çoğunlukla Safevi
Devletiyle ortak sınırdaki erişilmesi güç dağlık alanlarda yaşıyordu.
Osmanlıların
Kürtlerin yaşadığı bölgelere ilgisinin temel nedeni, imparatorluğun doğu
sınırlarının savunulmasını sağlamaktı.[5]
1516
yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme
hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı
Mehmed Han’ın yerine onun kardeşi Karahan’ı tekrar Anadolu’ya göndermişti. Bir
Türkmen beyi olan Karahan, Diyarbakır ve çevresini kuşattı. Yani çaldıran savaşından
sadece iki yıl sonra Safeviler bir kez daha Kürtlerin yaşadığı bölgeye
yürümüşlerdi.[6]
Bu
durum karşısında Kürt aşiret beyleri bir araya toplanıp Osmanlı’dan yardım
isteyen isterler ve sığınma nedenlerini şöyle açıklarlar;
“Can’ü
gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan
Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam
padişahının yollarını bekledik…
Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis
ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş
diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler
(dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam
sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin
zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa,
biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı
ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip
Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize
uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak
ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan
o zalimlerin elleri kesilir.”[7]
Burada
hemen belirtmek isterim ki, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail
yanlısı Alevi Türkmenlerin dinden çıkmasıyla suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu
durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka
bir şey değildir. O dönemde aynı şekilde Safevilerde Sünnileri benzer şekilde
aşağılayan ifadeler kullanıyordu. Bu durum tamamen o dönemin psikolojisini ve
sosyolojik durumunu gösterir.
Yavuz
Sultan Selim, kendisine başvuran Kürt beylerinin isteğini kabul etti. Yavuz’un
emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Bitlisli İdris’in manevi desteğiyle, on
bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safevi kuvvetlerinden
kurtardı. Safevi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu özellikle
Bitlisli İdris’in inisiyatifiyle Mardin’i de aldı. Bu tarihten itibaren,
Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildi gibi Yavuz Selim adına
İdris’in bölgenin Kürt ve Türk beyleriyle anlaşması sayesinde; Bitlis, Urmiye,
İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hısn Keyfa(Hasankeyf), Meyya
Farkin ve Cezire-i İbn-i Ömer gibi, toplam yirmi beş mıntıka barışçı yollarla
Osmanlı idaresine bağlandı.[8]
Osmanlı
tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da İmparatorluğun uzun
yüzyılları içinde Kürtler ile Türklerin ve imparatorluğun birbirleriyle belirli
coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da önemli oranlarda kaynaşmış olmasıydı.
Kürtlerin tarihi konusunda uzman olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında
şöyle yazar;
“Kuşku
yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda
Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadılar, bazı durumlarda
birbirleriyle karıştılar, bazı Türk liderler Kürtleri cezp etti veya bunun tam
tersi oldu. Osmanlıların yükselişinden önce bile, Batı Anadolu’daki Türkmen
aşiretlerinin genellikle Türkmen ve Kürt karışımı bir kökenden geldikleri kabul
görmektedir. Aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında
profesyonel asker olanlar ve bununla birlikte Türk veya Arap yoğunluklu
bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini yitirdi.”
Osmanlı-Kürt
ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik
önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de
küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.[9]
Artık
yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin
yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.
[1]Akyol, a.g.e.,s.28.
[2] David Mc
Dowall, A Modern History of the Kurds, Diane Pub. Co.,1996,s.23;
Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek,
Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.
[3] a.g.e.,s.23;
Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt
Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.
[4] Akyol, a.g.e.,s.28
[5] İlker
Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul
2011,s.33.
[6] Akyol, a.g.e.,s.31.
[7] Koca
Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı
Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3.kitap, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir
Gün adlı romanında, bu arizayı naklederek olayı anlatır, s.120;
Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek,
Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.31.
[8] Akyol, a.g.e.,s.33.
[9] Başbuğ, a.g.e.,,s.34.