7 Ağustos 2023 Pazartesi

OSMANLI’DA KÜRT MESELESİNİN DOĞUŞU VE EZİLMİŞLİK YALANI

 

Bu zamana kadar yapılan propagandalarda hep Kürt vatandaşlarımızın ezildiğini iddia eden teröristler ile terör sempatizanları ve uzantıları tahmin ediyorum ki tarihi iyi bilmiyorlar. Ya da biliyorlar ama amaçları bölücülük olduğu için bilerek ve isteyerek bu tür ayrılıkçı fikirleri insanların beyinlerine işlemeye çalışıyorlar.

Peki tarihin gerçekleri ne?

Moğolların 1231’de Diyarbakır’da korkunç bir kıyım yaparak tek bir canlı insan bile bırakmadıkları; benzer katliamları diğer şehirlerde de gerçekleştirdikleri bilinmektedir. 1235-1236 yıllarında Moğol orduları Kürtlerin bulunduğu bölgeleri tekrar tekrar yağmaladılar.[1] 1252’de Diyarbakır bir kez daha yakılıp yıkıldı. 1258’de Moğol serdarı Hülagu, Bağdat dönüşünde, Diyarbakır, Cizre, Mardin ve Hakkari üzerine bir kanlı sefer daha düzenledi.[2]

Ortada “geri bıraktırılmış” değil, ama üst üste gelen istilalar vardı. 1393’te  bu kez Timur bütün İran ve Anadolu’yla birlikte Doğu Anadolu’yu tahrip etti. Kürtlerin yaşadığı bölgeleri ele geçirerek oğlu Celaleddin Miranşah’ın olmayan insafına bıraktı; o da Diyarbakır, Mardin, Turabidin ve Hasankeyf kentlerini yağmaladı. 1401’de Kürtler arasındaki bir isyan girişimi üzerine Timur, Erbil, Musul ve Cizre bölgelerine kanlı bir saldırı düzenledi. Tüm Cizre bölgesi yakılıp yıkılmış, geriye sadece tek bir Hıristiyan köyü kalmıştı.[3]

Moğollarla başlayan yıkımın en büyük kurbanı olan Arapların ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler gerileme dönemine girdi. XV.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. XX.yüzyıla kadar süren bu gerileme süreci sonunda Kürtler, Ortadoğu’nun en fakir ve azgelişmiş toplumlardan biri oldu.[4]

Osmanlılar, İranlılarla 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı’nın ardından Kürtlerin yaşadıkları bölgeyi ele geçirdiler. Ancak şu da bilinmelidir ki Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmeden önce Anadolu’da hatta bugünkü Irak ve Suriye’de de değişik Türk boylarının yaşadığını unutmamak gerekir. Çaldıran savaşından sonra Kürtler, Osmanlılara ve Safevilere, İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını koruma içinde oldu. Bu süreçte pek çok Kürt beyi sık sık taraf değiştirdi. Yavuz Sultan Selim, Kürtler üzerinde mümkün olduğunca dolaylı denetim kurmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıların Kürt politikası, “böl ve yönet” şeklinde değil, “güçlendir, birleştir ve mümkün olduğu ölçüde kendi kendilerine yönetmelerine izin ver” şeklinde oldu. Kürt aşiretleri çoğunlukla Safevi Devletiyle ortak sınırdaki erişilmesi güç dağlık alanlarda yaşıyordu.

Osmanlıların Kürtlerin yaşadığı bölgelere ilgisinin temel nedeni, imparatorluğun doğu sınırlarının savunulmasını sağlamaktı.[5]

1516 yılında, Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han’ın yerine onun kardeşi Karahan’ı tekrar Anadolu’ya göndermişti. Bir Türkmen beyi olan Karahan, Diyarbakır ve çevresini kuşattı. Yani çaldıran savaşından sadece iki yıl sonra Safeviler bir kez daha Kürtlerin yaşadığı bölgeye yürümüşlerdi.[6]

Bu durum karşısında Kürt aşiret beyleri bir araya toplanıp Osmanlı’dan yardım isteyen isterler ve sığınma nedenlerini şöyle açıklarlar;

         “Can’ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik…

Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler (dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir.”[7]

 

Burada hemen belirtmek isterim ki, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail yanlısı Alevi Türkmenlerin dinden çıkmasıyla suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka bir şey değildir. O dönemde aynı şekilde Safevilerde Sünnileri benzer şekilde aşağılayan ifadeler kullanıyordu. Bu durum tamamen o dönemin psikolojisini ve sosyolojik durumunu gösterir.

Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürt beylerinin isteğini kabul etti. Yavuz’un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Bitlisli İdris’in manevi desteğiyle, on bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır’ı Safevi kuvvetlerinden kurtardı. Safevi kumandanı Karahan, Mardin’e kaçtı. Osmanlı ordusu özellikle Bitlisli İdris’in inisiyatifiyle Mardin’i de aldı. Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildi gibi Yavuz Selim adına İdris’in bölgenin Kürt ve Türk beyleriyle anlaşması sayesinde; Bitlis, Urmiye, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hısn Keyfa(Hasankeyf), Meyya Farkin ve Cezire-i İbn-i Ömer gibi, toplam yirmi beş mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı.[8]

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da İmparatorluğun uzun yüzyılları içinde Kürtler ile Türklerin ve imparatorluğun birbirleriyle belirli coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da önemli oranlarda kaynaşmış olmasıydı. Kürtlerin tarihi konusunda uzman olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında şöyle yazar;

         “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadılar, bazı durumlarda birbirleriyle karıştılar, bazı Türk liderler Kürtleri cezp etti veya bunun tam tersi oldu. Osmanlıların yükselişinden önce bile, Batı Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin genellikle Türkmen ve Kürt karışımı bir kökenden geldikleri kabul görmektedir. Aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlar ve bununla birlikte Türk veya Arap yoğunluklu bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini yitirdi.”

 

Osmanlı-Kürt ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.[9]

Artık yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.

 



[1]Akyol, a.g.e.,s.28.

[2] David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, Diane Pub. Co.,1996,s.23; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[3] a.g.e.,s.23; Zikreden,  Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

[4] Akyol, a.g.e.,s.28

[5] İlker Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul 2011,s.33.

[6] Akyol, a.g.e.,s.31.

[7] Koca Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3.kitap, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir Gün adlı romanında, bu arizayı naklederek olayı anlatır, s.120; Zikreden, Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.31.

[8] Akyol, a.g.e.,s.33.

[9] Başbuğ, a.g.e.,,s.34.


12 Temmuz 2023 Çarşamba

CUMHURBAŞKANIMIZA AÇIK MEKTUP


 

Sayın Cumhurbaşkanım öncelikle zat-ı âlinizi selamlar ve görev sürenizce yapacağınız devlet işlerinde Allah’tan size yardımcı olmasını niyaz ederim.

Bu toprakların hamuruyla yoğrulmuş, ülkesinin ve devletinin milli çıkarlarını düşünen genç bir aydın olarak her zaman devletimi yönetenlere fikirlerimle ve yazılarımla sesimi duyurmaya çalıştım. Devletimi yönetenler doğru bir adım attıklarında her zaman destek olmuş yanlış bir adım attıklarında ise naçizane uyarılarda bulundum. Sizin de yerli ve milli âlimlerin ve aydınların fikirlerine önem veren bir lider olduğunuzu biliyorum. Bu yüzden size yazdığım bu açık mektubumda benimde fikirlerime önem vereceğinizi düşünüyorum.

Daha önceki köşe yazılarımda sığınmacılar sorununun gelecekte ülkemiz için ne tür problemlere yol açacağını ayrıntılı bir şekilde ifade ettim. “Sığınmacılar Meselesine Türk Bakışı” makalemin incelenmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Bunun yanında ülkemizin önemli bir diğer sorunu ise ekonomidir. Bu sorununda yeni ekonomi bakanımız Sn. Şimşek’in akılcı politikalarıyla ve TCMB yeni Başkanı Sn. Erkan ile en kısa zamanda çözüme kavuşacağı kanaatindeyim.

Ancak ülkemizin en önemli sorunlarından birisi var ki işte bu sorun halledilmezse hiçbir şey hal olunmayacağını kanaatindeyim. O sorun EĞİTİM sorunudur. Mutlak suretle ve en acil köklü değişimler yapılarak bu sorun çözülmelidir. Çünkü bu sisteme göre çoğu da üniversite mezunu niteliksiz gençlerimiz yetişmektedir.

Bu konuyu ayrıntılı olarak size hem teknik yönünden hem de misaller vererek anlatmakta fayda görüyorum.

Sorunun kökenine inecek olursam 4+4+4 sistemine geçtiğimiz zaman zorunlu eğitimi 8 yıldan 12 yıla çıkardık ve bu durum niteliksiz gençlerin yetişmesinin önünü açtı. Çünkü bu sistem ile birlikte sınıfta kalma zorlaştı ve gençler öyle veya böyle bir şekilde derslerden geçirildi. Durum böyle olunca liseyi bitiren gençlerde şu düşünce hâkim oldu. “Ben zaten liseyi de bitirdim bir de üniversite sınavına da gireyim” diyerek üniversite sınavlarına girdiler ve üniversiteyi de kazananlar oldu. Şimdi bana haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz. “Madem bu gençler ders çalışmıyor nasıl üniversite kazanıyor diyebilirsiniz?” Hemen yanıtını vereyim Sayın Cumhurbaşkanım, siz aslında her evladımız bulunduğu ilde okusun, ailesinin yanından ayrılmasın diye iyi niyetle her ilimizde bir devlet üniversitesi açtınız. Bir de buna ek olarak devlet üniversitelerinin yanında imkânı olanlar özel üniversiteler açtı. Dolayısıyla ülkemizde üniversiteler çoğaldı. Hal böyle olunca üniversiteyi kazanma puanları düştü ve lisede pek de parlak olmayan bu gençlerde üniversitelere yerleşebildi.

Dolayısıyla bu kişiler öyle veya böyle arkadaşlarından sınav öncesi notları alarak bunları sınav zamanı ezberleyerek veya alttan ders bırakıp bir iki yıl sonra geçerek mezun oldular. Peki bu durum ne gibi sorunlara yol açtı? Az öncede ifade ettiğim gibi hem çoğu niteliksiz olarak yetişti hem de bu kişiler ben üniversite mezunuyum diye masa başı iş aramaya başladılar. Böylelikle işsizlikte artış oldu. Ayrıca hizmet sektöründe çırak açığı ortaya çıktı. Çünkü üniversiteyi de zoru zoruna bitirmiş bir genç kendisini niteliksiz olarak görmeyip hizmet sektöründeki işleri beğenmez oldu.

Ancak 8 yıllık zorunlu eğitim olsaydı. Genç kardeşlerimiz 8. Sınıfı bitirdikten sonra lise sınavlarına girecek kazanırsa Anadolu Lisesinde okuyacak, kazanamazsa adresine yakın bir liseye gidecek ve eğer başarılı olursa derslerinden geçecek ama başarısız olursa 2 yıl üst üstte sınıfta kaldığı zaman tasdiknamesi verilip okul ile ilişiği kesilecekti. Böylece hem lise mezunu niteliksiz gençlerimiz olmayacaktı. Hem de üniversitelere niteliksiz öğrenciler girmiş olmayacaktı. Durum böyle olunca kardeşlerimiz meslek lisesine geçiş yapacaklardı ve meslek öğreneceklerdi. Bu da çırak bulma sorununu ortadan kaldıracaktı. Böylece ülkemizde işletme sahibi olanlar çırak ihtiyacını sığınmacılardan sağlamak yerine kendi vatandaşlarımızdan sağlamış olacaklardı. Bu da gençlerimizin genç yaşta evine ekmek götürmesi demek olacaktı.

Bu yüzden başta 4+4+4 sisteminden vazgeçilmeli ve zorunlu eğitimin tekrardan 8 yıl olması gerekmektedir. Ayrıca liselerde tekrardan okul üniformaları getirilmeli ve eskisi gibi sınıf geçmek zorlaştırılmalı ve iki yıl üstü üste kalan öğrenciye tasdikname verilerek okul ile ilişiği kesilmelidir. Yine okul disiplin kuralları etkin bir şekilde uygulamaya konulmalıdır.

Her ilde üniversite uygulamasından vazgeçilmeli ve ülkemizin belli başlı yerlerinde evlatlarımızın da ulaşabileceği konumlardaki üniversiteler açık kalmalıdır. Bu üniversitelerin ise niteliğinin ve kalitesinin arttırılması için ek çalışmalar yapılmalıdır. Özel üniversite açılmasına ise sınırlama getirilmelidir. Yine her mesleğin bölümü açılmamalıdır. Örneğin tarihçiler önceden kütüphanecilik yapabiliyorlardı. Ancak kütüphanecilik bölümü açıldığı için artık tarihçiler kütüphaneci olarak atanamıyor bu da tarih bölümünün zaten önü tıkalıyken daha çok tıkanmasına sebebiyet veriyor.

Sayın Cumhurbaşkanım eğitimde bir diğer değişmesi gereken önemli konularda şunlardır.

Türk Milli Eğitimi ile ilgili gerek müfredat gerekse verilen dersler ile birlikte eğitim – öğretim ile ilgili değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ayrıca mevcut öğretmenlerin durumu ve atanamamış öğretmenlerin durumları ile sınav sistemleri hakkında da köklü değişimlerin olması da kaçınılmaz elzemdir.

Milli Eğitim sisteminin başta İlk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar’ın Eğitim Sistemi, Selçuklu’daki Nizamiye Medreselerinin ve Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Sahn-ı Saman Medreselerinin ve Cumhuriyetimiz döneminde kurulan Köy Enstitülerinden karma ve günümüze modernize edilmiş şekliyle uygularsak eğitimde köklü bir çağ açacağımızı düşünmekteyim.

Eskileri inceleyince ne olacak diye düşünmemeliyiz. Unutulmamalıdır ki Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken Avrupalı aydınlar ilkçağ eserlerini incelemiş ve kendi dillerine çevirerek Avrupa’nın karanlık çağını yenerek bilimde ve teknoloji de ilerlemişler hatta coğrafi keşifleri gerçekleştirmişlerdir. Hatta o dönemde zirveyi yaşayan Osmanlı Devletini bu yaptıkları reformlarla geçmeyi başarmışlardır.

Tüm bu konularla beraber Milli Eğitimin en önemli olmazsa olması öğretmenlerimiz KPSS sınav sistemi ile seçilirken kendi alanları haricindeki birçok derslere çalışmaktadırlar. Bu da öğretmenlerimize kendi alanlarında uzmanlaşmasının önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu nedenle öğretmen adaylarının sadece kendi branşından sınav yapılması gerektiğini düşünmekteyim.

Yine mevcut öğretmenlerimizi hizmet içi eğitimlerinin değişmesinin elzem olduğu kanaatindeyim.

Sayın Reis-i Cumhur Hazretleri bu konulardaki bilgi ve düşüncelerimi sizinle ve Milli Eğitim Bakanlığımızla paylaşmaktan memnuniyet duyarım.

Çünkü bir devlet için Milli Eğitim önem teşkil etmektedir. Unutulmamalıdır ki! Bir Cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin çöküşünün en büyük nedenlerinden birisi de eğitimin gerilemesi ve devlet olarak eğitimde kendisini yenileyememesi nedeniyle olmuştur.

 

Sayın Cumhurbaşkanım güçlü devletimizin ebediyen payidar kalması için ve yukarıda saydığım sebeplerden dolayı Milli Eğitimi bir vatan meselesi olarak görmekteyim. Size yazmış olduğum bu açık mektubumun değerlendirilmesini ve Milli Eğitim Bakanlığımızın gündemine de alınmasını arz ederim. Bu konularda da her daim devletime katkı sunmayı bir vatan borcu bilirim.

Zat-ı âlinize saygı ve hürmetlerimi sunar devletimizin işlerinde muvaffak olmanızı dilerim.

 

 

 

 

 

 

 

6 Temmuz 2023 Perşembe

SIĞINMACILAR MESELESİNE TÜRK BAKIŞI

 



2011 yılında Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte oradan kaçanların göç istikameti Türkiye olmuştur. Bu yapılan göçler neticesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti insani yardımlar yapmak için sığınmacıları önce kamplara almış fakat sığınmacı yükünü kaldıramayan ülkemiz Suriyelilerin, Türkiye içindeki illere dağılmasına müsaade etmiştir.

Suriye iç savaşını takiben Taliban’ın, Afganistan’ı kontrol altına almaya çalışması sonucunda yüzlerce Afgan ülkemize yasa dışı olarak kaçak yollardan akın etmiştir.

Bununla birlikte Türkiye’ye düzensiz göç edenlerin sadece Suriyeliler, Afganlar değil aynı zamanda Pakistanlıların, Hintlilerin, Somalililerin de olduğu görülmüştür. Bunların bir kısmı Avrupa’ya geçmeye çalışmış ancak geçemeyenlerde Türkiye’de kalmışlardır. Türkiye ise yasa dışı kaçak yollarla düzensiz göç edenleri yakaladıkça ülkelerine geri göndermiştir. Ancak buna rağmen Türkiye’de çok sayıda kayıt dışı sığınmacının olduğu da diğer iddialar arasında yerini almıştır.

Türkiye başta Suriyeliler olmak üzere birçok mazlum milletlere kapılarını açmış ve insani yardımlar yapmıştır. Ancak Türkiye daha fazla sığınmacıyı barındıracak durumda değildir. Çünkü dünyanın hiçbir ülkesi 80 milyonluk bir nüfusa sahipken 3 milyonu geçkin bir sığınmacıyı kabul edemez. Kabul etse de bakamaz ve bu da belli başlı sorunlara yol açar.

O sorunlara kısaca değinecek olursam;

Ucuza işçi çalıştırmak isteyenler yüzünden ülkemizin vatandaşları işsiz kalır ve bu durumda sığınmacılar ile ülkemizin gerçek sahipleri arasında ikilik çıkmasına neden olur. Bununla birlikte kültürel uyuşmazlıklar ortaya çıkar ve ayrıca demografik yapı bozulur. Çünkü Türkiye bir ulus devlettir. Osmanlı Devleti gibi çok uluslu çok dilli çok kültürlü bir yapı barındırmamız demek ulus devlette sorunlara yol açmak demektir. Bunu görmemezlikten gelemeyiz. İleride ciddi bir azınlık probleminden söz etmek istemiyorsak ve bunun siyasi sonuçlarını kendimize sıkıntı etmek istemiyorsak sığınmacıları daha fazla ülkemizde tutmamalıyız.

Çünkü biz azınlık problemini 1923’te henüz Türkiye Cumhuriyeti gencecik bir devletken çözmüş ve o günden 2011’e kadar böyle bir problem ile uğraşmamıştık.

Türk Devleti ve milleti hiç kuşkusuz bir imparatorluk bakiyesidir. Ancak biz daralan bir imparatorluktan bugünkü sınırlarımıza çekildik. “Türklüğün Yeni Ergenekon’unda” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduk ve ihya ettik. Bu yüzden söz konusu sınırlarımız içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’na benzer çok milletli çok dilli bir imparatorluk kuracak değiliz. Burası milli bir devlettir ve buna uygun politikalar üretilmelidir. Bu yüzden daralan toprakları kozmopolit bir yapıya dönüştüremezsiniz.

Eğer bu politika bu şekilde devam ederse devletimiz ve milletimiz psikolojik, sosyolojik, kültürel, ekonomik ve siyasi sonuçlarla karşı karşıya kalır ve ileride azınlık probleminin çıkmasına sebep olacak vahim bir acı netice ile yüzleşebiliriz.

Mülteciler Derneğinin açıkladığı 15 Haziran 2023 verilerine göre; Türkiye’de kayıtlı Suriyeli sayısı 3 milyon 351 bin 582 kişidir. İçişleri Bakanlığı tarafından 19 Aralık 2022 tarihinde açıklanan verilere göre ise 223 bin 881 Suriyeliye Türk Vatandaşlığı verildiği belirtilmiştir. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri tarafından 19 ağustos 2022 tarihinde açıklanan verilere göre ise 104 bin 976 Ahıska Türkü, 7 bin Uygur Türkü ve 39 bin 294 Afganistan uyrukluya Türk Vatandaşlığı verilmiştir.

18 Mayıs 2022 tarihinde Göç İdaresi Uyum ve İşletişim Genel Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada ise geçici koruma altındaki Suriyeliler ile birlikte Türkiye’de 5 milyon 506 bin 304 kayıtlı yabancı uyruklu kişi olduğu belirtilmiştir.

Bu rakamlar bugün için Türk nüfusunun genel çoğunluğunu oluşturmuyor olabilir. Fakat sığınmacılar Türkiye’de kalmaya devam ederse bu durum yıllar sonra ciddi bir azınlık sorununa yol açabilir.

Demografik durumun sıkıntısına 2011 yılında yayımlanan Milliyet gazetesinin haberine göre Kilis’ten örnek verirsek Kilis’te boşanmaların iki kat arttığını ve Türk erkeklerinin Suriyeli kadınlarla evlendiğini ve bu evlenmelerin kimisinin resmi nikâhlı olmakla birlikte çoğunun da imam nikâhıyla yapıldığını gösterebiliriz.

Bir başka sorun ise sığınmacıların karıştığı suçlardır. Özellikle büyük şehirlerde sığınmacıların insanların önünü keserek rahatsız edici bir şekilde para dilenmesi, yaralamalı ve bazen de ölümle biten kavgalara, taciz ve tecavüz olaylarına karışmaları son zamanlarda her yerde Suriye bayrağı açıp, plajlarda nargile içip deniz keyfi yapmaları yine Suriyelilerin bayramlarda ülkelerine dönüp bayramdan sonra geri gelmeleri ve Suriye’de iç savaşın bitmesine rağmen Türkiye’den gitmemeleri Türk Milleti’nin tepkisini çekmiştir.

En önemlisi ise Türkler tarih boyunca savaşarak ve bu uğurda canlarını vererek topraklarını ve kimliğini korumuştur. Bu yüzden Türk Vatandaşlığı gibi kıymetli bir kimliğin kendi topraklarını korumak için savaşmayan birkaç sığınmacı grubuna verilmesi Türk milletini derinden üzmüş ve tepkisine neden olmuştur.

İşte bu durumların hepsi Türkiye’nin asıl sahibi olan Türkler ile sığınmacıların arasının bozulmasına sebebiyet vermiş ve böylece Ensar – Muhacir kaynaşması ve politikası çökmüştür.

Özellikle Türkiye’ye kaçan Suriyeliler için hep Hz. Muhammed nebimizin hicretini ve Ensar – Muhacir kardeşliği örnek gösterilmiş, lakin Hz. Muhammed (S.A.V.)’in ve İslam Ordusu’nun haksız yere zulüm gördükleri toprakları, güçlenip toparlandıktan sonra, geri dönüp fethettiklerini nedense söylenilmemiştir. Eğer ki bu kişiler zulüm gördükleri vatanlarından kaçıp kendilerini toplayıp geri dönmüyor ve hâlâ Türkiye’deki rahatlığı ve keyfiyeti yaşamaya devam etmek istiyorlarsa o vakit Ensar – Muhacir kardeşliğinden ve bu kişilerin peygamberimizin izinden gittiklerinden bahsetmek pek de doğru olmaz.

Bu topraklarda yetişen genç bir aydın olarak bu yazımda devletimin ve milletimin gelecekte karşılaşacağı tehlikeyi sezdiğimden dolayı devletimi yönetenleri ve siyasileri uyarmak için kaleme aldım. Çünkü genç bir aydın olarak bu benim görevim devletim doğru bir politika uyguladığında yanında olmak ve desteklemek yanlış bir politika izlediğinde uyarmak ve doğrusunu göstermektir.

Bu nedenle Şovenist değil gerçekçi olalım.

*** Köşe yazımın içindeki istatistiklerin hepsi Mülteciler Derneği’nin sitesinden alınmıştır.

 


29 Haziran 2023 Perşembe

KUTSAL KİTAPLARIN EŞCİNSELLİĞE BAKIŞI


 

Dünyada giderek yaygınlaşan ve hatta normalmiş gibi kabul görülen bununla birlikte yasal bir çerçeveye oturtulan LGBT dernekleri tarafından eşcinsellik Türkiye’de yaygınlaştırılmak ve toplum nezdinde kabul görülmesi için çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca bu çalışmalar yapılırken de insan hakları vurgusu yapılarak Avrupa’dan destek almak amaçlanmıştır. Bu konuyla ilgili Prof. Dr. Ergün Yıldırım bu konuyla ilgili şöyle söylemiştir:

Eşcinseller yaşam tarzlarını hırçın, dayatmacı, baskıcı bir dil kullanarak topluma sunuyorlar. İnsanlar eleştirilerini ortaya koymaktan bile çekiniyor. En normal eleştiri bile homofobik ve nefret suçu olarak damgalanıyor. Oysa demokratik toplumlarda eleştiri en doğal haktır. Eşcinsellik, toplumsal ve inanç olarak yüzyıllardır süregelen kadın, mahremiyet ve ahlak kültürümüzü ters yüz eden; bunları parçalayan, alaşağı eden tutum ve nitelikler taşıyor.” (Ergün Yıldırım, “Mahremiyetimize, Ahlakımıza Saldırıyorlar: LGBT terörüne son verilmeli”, https://www.milatgazetesi.com/haber/mahremiyetimize-ahlakimiza-saldiriyorlar-lgbt-terorune-son-verilmeli-5450/?fbclid=IwAR3dv4pk2NHodv_gXaiLFr3Kd2hM3awmLUIhTf7b62s8HlvUikr7qngX7UM, Erişim Tarihi: 13.03.2021)

 

Dünyada, eşcinsel evlilikleri yasal bir zemine oturtan 10 ülkeden 8’i Avrupa’dadır. Diğer 14 Avrupa ülkesinde ise medeni birliktelik adı altında farklı türdeki eşcinsel birlikteliklerde yasallaşmıştır. Bu nedenle LGBT toplulukları verilen haklar doğrultusunda diğer ülkelere nazaran Avrupa’dan özellikle de Avrupa Birliği’nden memnuniyetlerini belirtmişlerdir. (“Avrupa’da LGBT Hakları”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Avrupa%27da_LGBT_haklar%C4%B1, Erişim Tarihi: 13.03.2021)

Ancak başta Avrupa olmak üzere diğer toplulukların dini inançlarına bakıldığında zina ve eşcinsellik yasaklanmıştır. Her ne kadar tahrif edilmiş olsa da günümüze ulaşan Tevrat, Zebur, İncil’de de zina ve eşcinsellik yasaklanmıştır.

Tevrat’ta Tanrı’nın insanları erkek ve dişi olarak yarattığını, erkek ve dişi olan bu iki farklı cinsin birbirinden türemesini yazmıştır. Bu anlatılan olayın metni aynen şöyledir:

1: 27 Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.    İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.

1: 28 Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.”

Yine Tevrat’ta “Mısır’dan Çıkış” bölümünde zinanın yasak olduğu ifade edilmiştir.

20: 14 Zina etmeyeceksin.”

Ayrıca Tevrat’ta zina edenlerle ilgili verilen birçok ceza yasaları da vardır. Yine bununla birlikte Tevrat’ta “Yasak İlişkiler” bölümü olan Levililer ile ilgili kısımda erkek erkeğe yani eşcinsellik yasaklanmıştır. Tevrat’ta geçen ifade aynen şöyledir:

18: 22 Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir.”

Zina ve Eşcinselliğin yasak olmasının yanında bir de başka kimlerle ilişkiye girmenin yasak olduğunu detaylıca şu ifadelerde görülmüştür. Tevrat’ta geçen ifadeler şu şekildedir:

18: 6 “‘Hiçbiriniz cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak. RAB  benim.

18: 7 Annenle cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacak-sın. O senin annendir. Onunla ilişki kurmayacaksın.

18: 8 Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Babanın namusudur o.

18: 9 Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş olsun, ister olmasın üvey kız kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın.

18: 10 Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onların namusu senin namusundur.

18: 11 Babanın evlendiği kadından doğan kızla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kız kardeşin sayılır.

18: 12 Halanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babanın yakın akrabasıdır.

18: 13 Teyzenle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o annenin yakın akrabasıdır.

18: 14 Amcanın namusuna dokunmayacaksın. Karısına yaklaşmayacaksın, çünkü o senin yengendir.

18: 15 Gelininle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü oğlunun karısıdır. Onunla ilişki kurmayacaksın.

18: 16 Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o kardeşinin namusudur.

18: 17 Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onlar kadının yakın akrabasıdır. Onlara yaklaşmak alçaklıktır.

18: 18 Karın yaşadığı sürece onun kız kardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın.

18: 19 “‘Âdet gördüğü için kirli sayılan bir kadınla cinsel ilişki kurmayacak-sın.

18: 20 Komşunun karısıyla cinsel ilişki kurarak kendini kirletmeyeceksin.

18: 21 İlah Molek’e ateşte kurban edilmek üzere çocuklarından hiçbirini vermeyeceksin. Tanrın’ın adına leke getirmeyeceksin. RAB benim.

18: 22 Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir.

18: 23 Bir hayvanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Kendini kirletmiş olursun. Kadınlar cinsel ilişki kurmak amacıyla bir hayvana yaklaşmayacak. Sapıklıktır bu.

18: 24 “Bu davranışların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin. Çünkü önünüzden kovacağım uluslar böyle kirlendiler.”

Bir başka tahrif edilmiş olsa da günümüze ulaşan Zebur’un 50. Bölümü olan “Mezmur”da da zina konusu şöyle ifade edilmiştir:

50: 16 Ama Tanrı kötüye şöyle diyor:

           Kurallarımı ezbere okumaya

          Ya da antlaşmamı ağzına almaya ne hakkın var?

50: 17 Çünkü yola getirilmekten nefret ediyor,

         Sözlerimi arkana atıyorsun.

50: 18 Hırsız görünce onunla dost oluyor,

          Zina edenlere ortak oluyorsun.

50: 19 Ağzını kötülük için kullanıyor,

          Dilini yalana koşuyorsun.

50: 20 Oturup kardeşine karşı konuşur,

          Annenin oğluna kara çalarsın.

50: 21 Sen bunları yaptın, ben sustum,

          Beni kendin gibi sandın.

         Seni azarlıyorum,

         Suçlarını gözünün önüne seriyorum.

50: 22 “Dikkate alın bunu, ey Tanrı’yı unutan sizler!

           Yoksa parçalarım sizi, kurtaran olmaz.

50: 23 Kim şükran kurbanı sunarsa beni yüceltir;

          Yolunu düzeltene kurtarışımı göstereceğim.”

Zebur’un 50:18’deki kısımdan anlaşıldığı üzere zina hoş karşılanmamıştır.

Bir başka tahrif olunmuş kitap olan İncil ise eşcinselliği utanç verici ve sapıklık olarak nitelendirmiştir. İncil’de bu açıklama “Pavlus’tan Romalılar’a Mektup” bölümünde şu şekilde ifade edilmiştir.

Rom. 1:25 Tanrı’yla ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular. Yaradan’ın yerine yaratığa tapıp kulluk ettiler. Oysa Tanrı sonsuza dek övülmeye layıktır. Amin.

Rom: 1-26 İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal olmayanı yeğlediler.

Rom. 1:27 Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp birbirleri için şehvetle yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan karşılığı aldılar.

Rom. 1:28 Tanrı’yı tanımakta yarar görmedikleri için Tanrı onları yararsız düşüncelere, yakışıksız davranışlara teslim etti.”

İncil’de “Pavlus’tan Korintliler’e Birinci Mektup” kısmının altıncı bölümündeki davalar kısmında eşcinsellikle ilgili bir başka ifade ise aynen şöyledir:

“1.Ko.6:9-10 Günahkarların, Tanrı egemenliğini miras almayacağını bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş yapanlar Tanrı’nın egemenliğini miras alacaktır, ne puta tapanlar ne zina edenler ne oğlanlar ne oğlancılar ne hırsızlar ne açgözlüler ne ayyaşlar ne sövücüler ne de soyguncular.”

Tevrat, Zebur ve İncil’deki bu ifadelerden anlaşıldığı üzere zinanın ve eşcinselliğin yasaklanmasına rağmen Avrupa’nın bu ahlaki çöküntüyü yasal zemine oturtması çok şaşırtıcıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de başlangıçta erkek ve dişinin birbirleri için yaratıldığını ve bu ilişkinin doğal olduğunu çünkü insanların üremesi gerektiğini bildirilmiştir. Aynı zamanda bu kitaplarda zinanın ve eşcinselliğin yasaklandığı bununla birlikte bu tür ahlaksızlıkları yapanların Tanrı tarafından cezalandırılacağı açıkça ifade edilmiştir.

En son hak din olan İslam’ın rehberi Kur’an’da da canlı varlıkların soylarının devamı için üremesi gerektiğine ve bu da ancak erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetlerine bağlı olduğu bu yüzden canlı varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu bildirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in Ra’d Sûresi 3. Ayetinde:

“O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.* O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.”**

(*Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamasına göre; Botanik biliminin açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere bitkilerde üreme, erkek ve dişi organlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu erkek ve dişi organlar bazen aynı çiçekte, bazen ayrı çiçeklerde, bazen de hurmada olduğu gibi ayrı ağaçlardaki çiçeklerde olabilmektedir. Kur’anı Kerim Meâli, “Ra’d Sûresi 3. Ayet”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Bas:19, Ankara 2010, s.248

**Kur’an-ı Kerim, “Ra’d Sûresi 3. Ayet”; Yine Ta-ha Sûresi 53. Ayet’te Yasin Sûresi 36. Ayette ve Zâriyât Sûresi 49. Ayette insanların ve bitkilerin dişi ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı bildirilmiştir.)

 

Kur’an-ı Kerim Şûra Sûresi’nin 11. Ayetinde:

“O gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden (kendi türünüzden) eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde ise:

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”***

(*** Kur’an-ı Kerim, “Hucurât Sûresi 13. Ayet; Fatır Sûresi 11. Ayet ve Necm Sûresi 45. Ayette de aynı şekilde cinsiyet farklılığının hayatın devamlılığı, sürekliliği ve düzeni için zaruriyetini ifade etmişlerdir.)

 

Ayrıca canlıların dişi ve erkek olarak yaratılmasının yanında bu ilişkilerin sağlıklı bir biçimde yürümesi için Kur’an-ı Kerim zina ile ilgili uyarılarda bulunmuştur. İsrâ Sûresi 32. Ayette:

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”

Tüm bunlarla beraber normal cinsi tabiata aykırı düşen yollardan cinsi tatmin sağlanması İslam’da hiç tasvip edilmemiştir. (İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125)

Bu sebeple Kur’an-ı Kerim eşcinselliğe karşı çıkmış bu davranışları yapan Lût Kavmini çok sert bir dille tenkit ve reddetmiştir.

Eşcinsellikle ilgili Kur’an-ı Kerim’de Arâf Sûresi’nin 81. Ayetinde:

“Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz”

Hûd Sûresi 78. Ayette:

“Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, dedi ki: ‘Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir.**** Allah’a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?”

(***** Bir peygamber, gönderildiği kavmin manevi babası sayılır. Bu itibarla gönderildiği toplumun kadınları o peygamberin manevi kızları mesabesindedir. Burada Lût Peygamber, kavmini içine düştükleri cinsel sapıklığı (erkeğin erkekle cinsel ilişkisi) terk edip meşru ve doğal ilişkiye dönmeleri ve kadınlarla nikâhlanmaları konusunda uyarmaktadır.)

 

Yine Hûd Suresi’nin 82,83. Ayetinde eşcinsellerin başına gelen azaptan bahsedilerek şöyle denilmiştir:

“(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.”

Lût Peygamberin kavmini eşcinsellik konusunda uyardığı Şu’arâ Sûresi’nin 165-174. Ayetlerinde şöyle görülmüştür:

“165,166. Ayette; ‘Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor da insanlar arasından erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Siz gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz.’

167. Ayette; Dediler ki: ‘Ey Lût! (işimize karışmaktan) vazgeçmezsen mutlaka (şehirden) çıkarılanlardan olacaksın!’

168. Ayette; Lût, şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben sizin yaptığınız bu çirkin işe kızanlardanım.’

169. Ayette; ‘Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işlerden kurtar.’

170,171. Ayette; Bunun üzerine biz de onu ve geri kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın hariç bütün ailesini kurtardık.

172. Ayette; Sonra diğerlerini helâk ettik.

173. Ayette; Onların üzerine bir yağmur (gibi taş) yağdırdık. (Başlarına gelecekler konusunda) uyarılanların yağmuru ne kadar da kötü idi.

174. Ayette; Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.”

İslam’ın kutlu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’de erkeğin kendi eşine tenasül organından değil de arka uzvundan yaklaşmasını “küçük livata” olarak adlandırmış ve kesin olarak yasaklamıştır. (Ebu Davud, “Nikah”, 45; Tirmizi, “Taharet”, 102; İbn Mace, “Nikah”,29; Aktaran: İlmihal İslam ve Toplum,      Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125)

 

Öte yandan, hayvanla cinsi temas kurulması da iğrenç görülmüş, bu hareket ağır bir suç ve günah sayılmıştır.* El ile cinsi tatmin sağlanması da yine hoş görülmeyen bir davranıştır. Bu anlatılanlara ilave olarak Hz. Peygamber kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiş** ve bu tipler için bazı yaptırımları yürürlüğe koymuştur.*** Ayrıca, erkekler için yasakladığı cins ve renkteki giyecekleri erkek çocuklar üzerinde görünce hoşnutsuzluk gösterip müdahale etmiştir.**** (*Ebu Davud, “Hudûd”, 30; Tirmizi, “Hudûd”, 23; Aktaran: İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125; **Buhari, “Libas”, 61-62; Ebû Davud, “Libas”, 30; ***Buhari, “Libas”, 61; Müslim, “Selam”, 62; ****Müsned, IV, 171; 23,24,25. Dipnotları aktaran; İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125)

 

Sonuç itibariyle tahrif edilmiş kitaplardan Tevrat, Zebur ve İncil başta olmak üzere son hak din İslamiyet’in kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de eşcinsellik kesinlikle yasaklanmış, çirkinlik ve sapıklık olarak belirtilmiştir. Bu tür davranışlarda bulunanların başlarına azap edici cezalar verileceği ifade edilmiştir. Bu sebeple Avrupa’da ahlakın çökmesi ve bu durumun normalmiş gibi yasalaşmasıyla başlayan bu sürecin Türkiye’ye sirayet ettirilmeye çalışılması önlenmeli ve gençlerimizin bu eşcinsellik (LGBT) gibi sapkınlıklara kurban verilmemesi için bir takım önlemler alınmalıdır.

 

 

22 Haziran 2023 Perşembe

TÜRKLERİN IMF’Sİ TÜRK YATIRIM FONU



 Türk Devletler Topluluğu olarak yola çıkan Türk Dünyası 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen 8. Zirvesi’nde radikal bir karar vererek adını Türk Devletler Teşkilatı olarak belirledi. Bu teşkilat üyeleri arasında yapılan işbirlikleri neticesinde Türklerin Kızılelma’sı olan Turan Birliği hedefine her geçen gün daha da yaklaşıldı. Turan Birliği; dilde, kültürde, edebiyatta ve diğer alanlarda Türk Dünyası’nın tek çatı altında toplanması ülküsüdür. 

Kurulduğu ilk günden bugüne kadar Türk Devletler Teşkilatı üyelerinin iş birliği alanlarına bakacak olursak bu ülkünün hayata geçirilme adımlarının atıldığını görürüz. Bu adımlara göre şuana kadar ki hedeflenen ve yapılan işbirliği alanları şunlar olmuştur: 

“Siyasi İşbirliği, Ekonomik İşbirliği, Gümrük İşbirliği, Ulaştırma İşbirliği, Turizm İşbirliği, Eğitim İşbirliği, Enformasyon ve Medya İşbirliği, Gençlik ve Spor İşbirliği, Diaspora İşbirliği, Bilişim ve İletişim Teknolojileri Alanında İşbirliği, Enerji İşbirliği, Sağlık İşbirliği, Göç Alanında İşbirliği, Tarım İşbirliği, Yargı Alanında İşbirliği, İnsani Konular ve Kalkınma Alanında İşbirliği, İnsan Kaynakları Alanında İşbirliği, Müslüman Dini Kurumlar Arasında İşbirliği, Uluslararası Kuruluşlarla İşbirliği”dir. 

Bu işbirliği başlıklarının kimisi gerçekleşmiş kimisi de gerçekleşmeyi beklemektedir. Bu konularla alakalı çalışmalar devam etmektedir. İşte bu yapılan çalışmalardan birisi olan Ekonomi alanındaki işbirliği olan “Türk Yatırım Fonu (TYF)” resmen kuruldu. Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan ve Kırgızistan’ın üyesi olduğu kuruluşun merkezi de İstanbul oldu. Böylece Türk Dünyasının da IMF veya Dünya Bankası gibi Uluslararası Para Fonu olmuş oldu. Bu da Türk Dünyasının ekonomik olarak bütünleşmesinin hedeflendiğini göstermektedir. Ayrıca Türk Dünyası ve fona katılacak olan devletlerin IMF’den uzak duracağı anlamına da gelmektedir. Çünkü IMF borç verdiği ülkelerin zamanla iç siyasetine de müdahil oluyordu. Şimdi IMF’ye alternatif olarak ortaya çıkan Türk Yatırım Fonu’na katılanlar uygun koşullarda birbirlerinden borç alıp vermekle birlikte ülkelerinin iç siyasetinin de güvenliğini sağlamış olacaktır.

En önemlisi ise kendi bölgesel haklarını savunan başta Türkiye olmak üzere hiçbir Türk Devletine döviz üzerinden yıldırma operasyonları yapılamayacaktır. Ayrıca yabancı tarihçilerin Orta Asya, Türk Tarihçilerinin Türkistan dediği bölge 21. Yüzyılın ilk çeyreğine kalkınarak girmiş olacaktır. Böylece ekonomik, siyasi ve askeri güç dengesi Avrupa’dan Türkistan coğrafyasına kayacaktır. Bu da Türk Devletler Teşkilatı’nın dünya siyasetinde daha etkin ve söz sahibi olmasına olanak sağlayacaktır. Bu fon aynı zamanda Orta Asya (Türkistan)’da gücü artan Rusya ve Çin’e karşı Türk Devletlerinin şirketlerinin gücünü daha da attıracaktır. Yine Türk Dünyasının oluşturduğu bu yapı ileride Türk Devletlerinin ortak bir banka kurmasının zeminini de hazırlamıştır.

Kanaatimce tüm bunlarla beraber Türkiye öncülüğünde Orta Asya (Türkistan)’daki Türk Devletleri Afrika Kıtasında da birlikte ekonomik işbirliği yaparak ticaret ağını geliştirecektir. Böylelikle hem Afrika Kıtasının kalkınmasını hem de 21. yüzyılda halen kıtadaki emperyalist karanlığın son bulması sağlanacaktır. 2008’de Türkiye’nin, Afrika tarafından stratejik ortak kabul edilmesiyle bölge ülkeleriyle siyasi ilişkiler, ticaret, yatırımlar, kültürel projeler, güvenlik ve askeri işbirliği ile kalkınma projeleri gibi birçok alanda hızlı ilerlemeler sağlanarak 2013’de Afrika Ortaklık Politikasına geçilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin Afrika ile işbirliği tecrübeleri vardır. Türkiye bu tecrübelerini de Türk Dünyası ile paylaşacak ve sömürünün olmadığı, ekonomik operasyonların yapılamadığı güçlü bir ekonomik zincir kurulmuş olacaktır.     


Diğer Yayınlar