1 Aralık 2024 Pazar

KÜRESEL GÜÇLERİN YENİ ÇATIŞMA SAHASI TÜRKİSTAN (ORTA ASYA)


 







“Tarihe not düşüyorum. 3. Dünya Savaşı

                               Orta Doğu’dan  değil Orta Asya’dan başlayacaktır.

Tarih Bilim Uzmanı ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı

Kubilay Muhammet Özdemir”

 

Küresel güçler coğrafi keşifler yapıldığı süreçte Afrika’yı çatışma ve sömürü kıtası haline dönüştürmüştü. Afrika kıtasından yıllar sonra ise Ortadoğu bölgesi, küresel güçlerin çatışma ve sömürü sahası haline getirilmişti. Şimdi ise bu süreç Türkistan yani Rus tarihçilerin Türkistan denilmesin diye uydurdukları Orta Asya bölgesi için yapılmaya çalışılacaktır.

Türklerin ilk bilinen devleti Asya Hun Devletinden itibaren ve Büyük Türkiye olarak adlandırılan Türkistan coğrafyasına hükmeden Türkler, günümüzde de bu bölgede kalan soydaşlarıyla bağlarını koparmamıştır.

Günümüzde özellikle Türkiye’nin liderliğinde kurulan Türk Devletler Teşkilatı ve dolayısıyla Türk Birliğinin faaliyete geçirilmesiyle soydaşlarımızla bağlarımız daha da güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Bunun akabinde ortak bir alfabenin, marşın, askeri gücün, ticaretin ve para fonunun oluşturulması gündemdeyken Türkistan’da yeni çatışma sahalarının oluşturulmaya çalışılması tesadüf müdür?

Özellikle ABD Başkanı Trump önceki başkanlığı döneminde Suriye’den tamamen Amerikan askerlerini çekmek istemiş fakat üst düzey yetkililer ve komuta kademesinin isteksizliği nedeniyle bu görüşünden vazgeçmişti. Amerikan askerlerini tamamen çekmek yerine Suriye’deki asker sayısını azaltmakla yetinmişti.

Kanaatimce Trump yeni başkanlık döneminde Amerikan askerlerini Ortadoğu’dan tamamen çekecek ve Türkistan’daki çatışmalarda devreye sokacaktır. Fakat bu bölgede Rusya ve Uzak Asya’da Çin gibi devletler varken ve yine Türkiye’nin öncülüğünde kurulan Türk Devletler Teşkilatıyla tüm Türk devletleri birleşmişken Trump yönetimi Asya’da, ABD askerlerini sıcak bir çatışma içerisine sokar mı? Tabi ki de hayır. Ancak şu da gözden kaçırılmamalıdır ki ABD’nin Orta Asya’da hem askeri üsleri hem de şirketleri bulunmaktadır. Bunun iki temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi bölgede Rusya ve Çin gibi devletleri kontrol altına alıp hareket kabiliyetini kısıtlamak, ikincisi ise Türkistan coğrafyasında Amerika olarak etkinliğini arttırmaktır. Bu süreçte devletlerarasında sıcak bir çatışma olmayacaktır.

 

Peki bahsettiğim sıcak çatışmalar nasıl başlayacak?

Küresel güçlerin her zamanki uyguladığı politika sonrası yaşanacak. Önce o bölgede terörizm etkin rol oynayacak, bölge karışacak, o bölgedeki devletlerde iç karışıklıklar, parçalanmalar meydana gelecek ve daha sonra karışan bölgeye ve devletlere demokrasi, yardım ve insan hakları götürüyoruz denilerek müdahalelerde bulunulacaktır. İşte o zaman devletlerarası çıkar çatışmaları başlayınca sıcak çatışmalar meydana gelecektir.

Türkistan coğrafyasında tahmin ettiğim iç karışıklık ise 2013 yılında dünya gündeminde kendinden söz ettiren ve Suriye’nin Rakka şehrini ele geçirerek sözde Irak Şam İslam Devleti’ni kurduğunu ilan eden ve adını DEAŞ olarak öğrendiğimiz terör örgütü ile olacaktır. Özellikle bu terör örgütü 2014 yılında Irak’ın Felluce ve Musul gibi şehirlerini ele geçirdikten sonra terör örgütü, devletleşme iddiasıyla ortaya çıkmış ve belirli bir toprak parçasını ele geçirerek bu iddiasını hayata geçirmeye başlamıştı. Fakat 2016 yılından itibaren ele geçirdiği belli alanları kaybetmiş ve örgüt başta Suriye olmak üzere Irak’ta zayıflamaya başlamıştır. Bu örgütün çökertilmesi ve yok edilmesi hiç şüphesiz DEAŞ Terör Örgütü ile göğüs göğüse muharebe eden tek ordu olan Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde olmuştur. Çünkü Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı ve sonraki harekâtlarla başta DEAŞ olmak üzere tüm terörist unsurları etkisiz hale getirmek için sınır ötesi operasyonlar yapmıştır ve halen bu operasyonlar devam etmektedir.

DEAŞ Terör Örgütünün 2018 yılı itibarıyla Orta Doğu’daki örgüt yapısı dağılmış ve bunun sonucunda örgüt Afganistan – Pakistan ve Afrika bölgelerine doğru kaymıştır. Türkistan coğrafyasını ilgilendiren kısım ise bu örgütün 2015 yılında Afganistan’da kurulması ve terör örgütünün yapılanma adı DEAŞ / Horasan olmasıydı.

Milli İstihbarat Akademisi’nin “Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/ Horasan Yapılanması” adlı raporunda bu terör örgütünün adı ile alakalı aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Grubun kendi adını “Horasan” olarak tanımlaması hem coğrafi hâkimiyet açısından hedeflerini somutlaştırdığını hem de özellikle eleman temini açısından Orta Asya’ya odaklandığını göstermektedir. Türk dünyası için de birçok açıdan önem arz eden bir bölgeyi isminde kullanmayı tercih etmesi, terör örgütünün özellikle Orta Asya’da hedef almak istediği alanı nasıl anlamlandırdığının anlaşılması açısından da dikkate değerlidir.” (“Terörizmle Mücadele ve Türkiye: DEAŞ/Horasan Yapılanması”, Milli İstihbarat Akademisi, Rapor, Ankara - 17.05.2024.,s.12)  

Bu nedenle Türkistan coğrafyası önce DEAŞ Terör Örgütü ile karıştırılmak istenecek ve sonrasında her zamanki bildik senaryolar karşımıza çıkarak bölgeye ve bölgede iç karışıklıklarla zayıflamış olan devletlere müdahaleler gerçekleşecektir.

Kanaatimce bu müdahaleler Orta Doğu’daki ülkelerin kabul etmesi gibi olmayacaktır ve Türkistan coğrafyasında ters tepip 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olacaktır.

Önceki yazımda “Ne dersiniz? Sona yaklaşarak bir Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru gidiyor muyuz?” diye sormuştum.

Bu yazımda cevabını veriyorum.

3. Dünya Savaşı, Ortadoğu’dan değil Orta Asya (Türkistan)’dan başlayacaktır.

 


OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ


 

19. yüzyılda dünya; siyasi, ilmi, teknik ve ekonomik yönden büyük değişiklere sahne olmuştu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu eski ihtişamlı günlerini geride bırakmış yenidünya düzenine ayak uyduramamış ve Viyana kapılarından dönerek 1699 Karlofça Antlaşması ile 238 yıllık geri çekiliş sürecine girmiştir. Bu süreçte ortaçağ karanlığındaki Avrupa atılım yapmış ve Osmanlı İmparatorluğu’nu her alanda zor durumda bırakarak en sonunda açık Pazar yani sömürge durumuna düşürmüştür.

Avrupa’nın coğrafi keşifleri gerçekleştirmesi ile başta sömürdüğü Afrika ülkelerindeki altın, elmas ve çeşitli yer altı kaynaklarını ülkelerine kaçırmasıyla Avrupa kıtası zenginleşmişti. Bu zenginleşme sürecini reform ve rönesans hareketleri izlemiş Rönesans hareketleri ile sanat, bilim, edebiyat alanında yenilikler yapılmış ve Hümanizm yani insancıllık akımı ortaya atılarak Avrupa eskiçağdaki eserleri inceleyerek ve üzerine katarak bilimde ilerleme kaydetmiştir. Bu sayede kilisenin etkisi kırılmış ve reform hareketleri başlamıştır. Bu gelişmelerde Avrupa’da skolastik düşüncesinin yıkılmasıyla beraber bir Aydınlanma Çağı’nın oluşmasına neden olmuştur. Bu aydınlanma çağıyla bilimin daha da gelişmesi sonucunda buharlı makinelerin gelişmesi ve en nihayetinde Sanayi Devrimi’nin yapılmasıyla üretim insan kol gücü yerini makineye bırakmış ve üretimde artış sağlanmıştır. Fakat üretim için gerekli hammaddeler karşılanması için dünya devletleri kendi toprakları ve hatta kendi kıtaları dışındaki ülkeleri sömürmek için kendi aralarında sömürgecilik yarışına girmişlerdir.

İşte bu sebeple çağın gerisinde kalan o yıllarda sanayi devrimini gerçekleştiremeyen ipek ve baharat yollarının öneminin kalmadığı ve halen tarımda makineler yerine insan kuvvetinin kullanılması Osmanlı Devleti’ni çöküşe geçiren başlıca sebepler olarak karşımıza çıkarmıştır. Bir de 1789 Fransız ihtilaliyle birlikte milliyetçilik akımıyla her millete ulus devlet fikriyatı yayılınca Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak toprak kaybetmeye ve ayrıca açık pazar haline gelmişti. Devletin yıkılmaması için birçok ıslahatlar yapılmış, fermanlar yayınlanmış, fikir akımları ortaya atılmış ancak hiçbirisi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü durduramamıştır. Bu süreç dünya devletlerini ve imparatorlukları Birinci Dünya Savaşına götürmüş ve 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı 1918 yılında Osmanlı ve ittifak kurduğu devletlerin yenilmesi ile sonlanmıştır. Osmanlı imparatorluğu Çanakkale Cephesi hariç tüm cephelerde yenilmiş ve 30 Ekim 1918 günü Mondros Mütarekesini imzalayarak savaştan yenik ayılmıştır. Bundan sonraki süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları artmış ve sıkıştığı Anadolu coğrafyası ile işgale uğramaya başlamıştı.    

Afet inan eserinden işgallerle ilgili şu bilgileri vermiştir:

“İşgaller, denizden ve karadan 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren başlamıştır. Hatta Musul ve İskenderun gibi mütareke olduğu tarihte Osmanlı ordusunun elinde bulunan yerler bile alınmak istendiğinde buna karşı gelen kumandanlara İtilaf kuvvetleri 7. Maddeye göre hareket ettiklerini bildirmişlerdir. Irak sınırında General Ali İhsan, Suriye sınırında ise Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mustafa Kemal bulunuyordu. 13 Kasım 1918’de itilaf devletlerinin savaş gemilerinden kurulan büyük bir filo Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a girmiştir. İstanbul resmen işgal olmasa da fiilen işgal edilmiş oluyordu. Osmanlı hükümetine ait birçok resmi ve özel binalara el konulmuştu. Diğer taraftan Anadolu içlerindeki merkezler olduğu gibi Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki yerler de işgal ediliyordu.” (Afet İnan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2020, s.22) 

Tüm bu zorluklar ve işgaller karşında Türk milleti susmamış ve bulunduğu bölgeleri korumak için halkça teşkilatlanıp Kuva-yı Milliye’yi kurarak bağımsızlık mücadelesine başlamışlardır. Sonrasında düzenli orduya geçilerek işgalciler yurttan atılmış ve Lozan Antlaşması imzalanarak yeni devletimiz olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm dünyaya tanıttırılmıştır.

KAYBEDİLEN CEPHEDE KAZILAN ZAFER

 

Mustafa Kemal’in Suriye – Filistin cephesine gönderilmesiyle beraber orada yaşanan olaylarla ilgili hep bir takım görüşler ortaya atılmıştır. Mustafa Kemal bu cephede başarılı mı oldu? Yoksa tek kurşun atmadan bu cephedeki mücadeleleri kayıp mı etti? Bu yazımda bu soruların cevaplarını vermeye çalışacağım. Bu cevabı vermek için bana ayrılan köşe yeter mi bilmiyorum. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda en uzun süre devam eden ve en çok kayıp verdiği tek meydan muharebesinin yapıldığı cephe, Filistin olmuştur. Bu yüzden bu konu aslında başlı başına bir araştırma makalesi olmalıdır. Fakat bu konuya köşemde özetleyebildiğim kadar kısa tutmaya çalışacağım.  

Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Ankara Yolu Dergisi’nin 2013 yılında 51. sayısında Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muharebesi’nde Mustafa Kemal” adlı makalesinde bu konuyu çok iyi bir şekilde araştırmıştır. Bende onun özet kısmını aynen alıntı yaparak köşe yazıma başlıyorum. 

“Filistin Cephesi’nde yaşanan Nablus Meydan Muhaberesine gelmeden önceki süreçteki yaşanan çarpışmalar şunlardır: Birinci ve İkinci Kanal Harekâtları, Birinci, İkinci, Üçüncü Gazze Muharebeleri, Kudüs Muhaberesi, Birinci ve İkinci Şeria Muharebeleri olmuştur. Mustafa Kemal ise 5 Temmuz 1917’de Filistin’de yeni oluşturulan Yıldırım Ordular Grubunun 7. Ordu Komutanlığına atanmış fakat bu grubun komutanı olan eski Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamamıştır. Bunun üzerine 2 Ekim 1917’de istifa ederek, İstanbul’a gitmiştir. Mustafa Kemal, Filistin Cephesi’nde durumun kritikleşmesi üzerine, bizzat Padişah VI. Mehmet Vahdettin tarafından 5 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu Komutanlığına atanmıştır. İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’nın dışında bırakmak amacıyla, Filistin Cephesi’nde kesin sonuç almayı planlamıştır. Filistin Cephesi’nde Osmanlı’nın batıdan – doğuya doğru 8. 7. ve 4. Orduları tertiplenmişti. Avrupa Cephesi’nden Filistin Cephesi’ne atanan General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu, 19 Eylül 1918’de taarruza başlamış aynı gün 8. Ordu bölgesinden Yıldırım Ordular Grubunun cephesini yarmayı başarmıştır. Tarihe Nablus Meydan Muharebesi adıyla geçen bu savaş sonunda Cevat Paşanın 8. Ordusuyla, Mersinli Cemal Paşa’nın 4. Ordusu imha olurken, Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordusu büyük zayiat vermesine rağmen düzenli bir şekilde geri çekilmeyi başarmıştır. Fakat Filistin kaybedilmiştir. İngiliz Ordusu ile isyan eden Araplar işbirliği yaparak Filistin’den sonra kuzey istikametinde takip harekâtını sürdürmüşler ve bunun sonucunda Ürdün ve Suriye’yi de işgal etmişlerdir.” (Cemal Kemal, “Nablus Meydan Muhabrebesi’nde Mustafa Kemal, Atatürk Yolu Dergisi, 2013, s.617)

Yıldırım Ordularının geri çekilişi Halep’e kadar sürmüş ancak süvari ve zırhlı vasıtalara sahip olan İngilizlere karşı direnişin burada da yapılamayacağı öngörülünce Halep’in dağlık bölgelerine konuşlanılmıştı. Böylece İngilizlerle Halep’te muharebeler olurken ayrıca İngilizlerle birlikte hareket eden Araplar ile Şerif Faysal’ın kuvvetleri de Halep’e saldırmışlardır. Bununla birlikte Halep’te bir kısım Araplarda silahlanarak bu isyancılara katılmış ve sokak çatışmaları başlatmışlardı. Ancak bu sokak çatışmalarını Mustafa Kemal kazanmış ve 7. Ordu kıtalarını Halep’in 5 km. kuzeyine çekmiş ve ordu karargâhını da Katma’ya nakletmişti. Katma, Afrin’in Racu Beldesidir. Mustafa Kemal, Katma yakınlarındaki bu beldeyi üs bölgesi olarak belirleyerek 7. Ordu Karargâhını ve bazı birliklerini burada konuşlandırmıştır. (Süleyman Hatipoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın Afrin’deki (Katma ve Racu Faaliyetleri, s.651-652)

Kaybedilen Cephede kazanılan zaferi Celal Bayar’ın, “Bende Yazdım” adlı kitabında Mustafa Kemal’in şu sözlerine yer verilmiştir:

“Nablus Karargâhında ikinci defa 7. Ordu kumandanıyım. İlk işim çok üzücü ve yorucu seyahatlerle cepheyi dolaşmak ve vaziyeti tetkik etmek oldu. Bu teftiş neticesindeki kanaatim şu idi ki: Her şey bitmiştir. Yakın felakete mâni olmak ve esaslı tedbir almak müşküldü. İstanbul’dan çıkalı daha on beş gün olmamıştı. Yatağımda yatıyordum. Bir gün kurmay başkanım her vakit olduğu gibi bana o günün raporlarını okudu. Basit raporlar, her zamanki gibi… Yalnız, bu raporlar içinde bir nokta nazarı dikkatimi celbetti. Bir İngiliz esirinin ifadesi… Ve onun delâletiyle keşfettim ki bir veya bir iki gün sonra İngilizler, bütün cephe üzerinde ciddi taarruzlarını yapacaklardır. Biraz sonra kurmay heyetimi toplu olarak göreceğim dedim. Yataktan kalktım, giyindim, iş odasına giderek bir muharebe emri yazdırdım. Bu emirde; düşman 19 Eylül günü akşamı umumi taarruz yapacaktır diyor, buna karşı ordumca alınacak tedbirleri zikrediyorum. Bu emri, malûmat vermek için Grup Kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya gönderdim. Çok hürmet ettiğim bu zat benim raporlardan çıkardığım neticeyi uzak görmüş ve gülmüş. Bununla beraber ihtiyattan bir zarar gelmez diyerek bana da fazla bir şey söylemeye lüzum görmemiş… Ben, verdiğim emrin yanlış anlaşılacağını tahmin etmiştim. Bu sebeple düşmanın işaret ettiğim zamandaki taarruzunu çok dikkatle takip ediyordum. 19 – 20 Eylül gecesi kolordu kumandanlarını telefon başına çağırdım ve sordum: ‘Verdiğim emri ve ona göre icap eden tedbirleri aldınız mı?’ ‘Emirleriniz yapılmıştır.’ Cevabını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu hatlarımız üzerine ateş etmeye başladı. Gece muhabere ile geçti. Benim ordunun sağ kanadındaki ordu yarıldı, esir oldu. Ve boş kalan bu cepheden geçen düşman süvarileri, Liman Von Sanders’in karargâhını bastı. Hakikat anlaşılmıştı, fakat neye yarar? Ben, uzun tafsilat ile izah olunabilir müşkülat içinde nehirden geçerek, çöllerden aşarak ordumu Şam’a kadar getirebildim. Benim karargâhım Rayak’da, Liman Von Sanders Paşa’nınki Bâlebek’de idi. Gördüğüme göre Rayak civarında dağınık, intizamını kaybetmiş, maneviyatı bozulmuş birtakım insanlardan başka kuvvet denecek bir şey yoktu. Bunları, güvendiğim subaylar ve kumandanlar vasıtasıyla derhal toplayıp düzene sokturdum. Bu işleri yaptığım esnada bir taraftan da Rayak İstasyonunun kâmilen ateşe verilmesini emretmiştim. Bende şu kanaat belirdi: Bütün cephelerde ve bütün kuvvetlerde üzerinde emir ve kumanda kalmamıştır. Âdeta delice bir emir verdim. Bu emrin esaslı noktaları şunlardır: ‘Şam’da bulunan bütün kuvvetler, benim orada bıraktığım İsmet Bey’in emri altında ve Rayak havalisindeki kuvvetler Ali Fuat Paşa’nın kumandası altında kuzeye hareket edeceklerdir.’ Emrin ve suretini bütün kuvvetlerin kumandanı bulunan Liman Von Sanders Paşa’ya bilgi edinmek için gönderdim. Liman Von Sanders çok âlicenap bir tarzda: ‘Karar budur’ dedi. ‘Fakat ben nihayet bir ecnebiyim, bu kararı veremem. Ancak memleketin sahipleri verebilirler.’ O halde, dedim: Kararım tatbik olunacaktır. Kararım şu idi ki: ‘Ortada kalan 7. Ordu unvanı ve birçok enkaz… Bunları Halep’te, Suriye’nin kuzey ucunda toplamak, ondan sonra yeni karar almak.’ Ve bunu bizzat ben yapacaktım. Bahsettiğim kuvvetleri Halep’te topladım. Halep kumandanına verdiğim talimatta esas olan şu nokta vardı: ‘Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim. Yarın Halep’in Batı Kuzeyinde İngilizler ve Araplarla muharebe edeceğim. Buna göre hareketinizi tanzim ediniz.’ Olaylar dilediğim gibi cereyan etti. Ertesi gün, sabahleyin benim kuvvetlerimin geri çekildiğini zanneden Arap ve İngilizler sevinçle taarruza başladılar ve tarafımızdan alınmış olan tertibat ile mağlup olup bozguna uğradılar. İşte orada bu zafer neticesi, bir hat tespit ve tahdit ettim. Ve kuvvetlerime emir verdim ki: Düşman bu hattın ilerisine geçmeyecektir. Ve nitekim geçememiştir. (Celal Bayar, Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1997, s.3 – 4)   

Böylece 26 Ekim 1918 günü gerçekten Türk askerinin geri çekildiğini sanan Araplar ve İngilizler saldırıya geçtiler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı düzen karşısında mağlup olmuşlardı. Bunun neticesinde Mustafa Kemal Paşa, Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvari Ordusunu ve asi Arapları 26 Ekim 1918 günü yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın son muhaberesi olan Katma Muhaberesinde perişan ederek düşman ordusunu bugünkü güney sınırımızda durdurmuş ve Toros Geçitlerini düşmana tamamen kapatmıştı. Ayrıca Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu bu son savunma hattına defalarca taarruz yapılmışsa da bunların hepsi geri püskürtülmüş ve iki gün sonrada bu savunma hattının içerisine Antakya’da dâhil edilerek korumaya alınmıştı. (Hatipoğlu, “a.g.m.”, 652-654)    

Fakat düşman Anadolu’nun giriş kapısında durdurulmasına ve sağlam bir savunma hattı oluşturulmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu, Güney’deki bu tehdit sonucunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak teslim bayrağını çekmiştir.

Fakat milli mücadeleyi oluşturan çekirdek kadronun çoğu bu cephede savaşarak tecrübe kazanmış ve Mustafa Kemal liderliğinde milli mücadeleyi başarıya ulaştırarak bağımsız Türk devletini kurmayı başarmışlardır. 

Diğer Yayınlar