18 Mayıs 2021 Salı

OSMANLI’DAN CUMHURİYETE KÜRT MESELESİ VE ŞEYH SAİT İSYANI



Kubilay Muhammet Özdemir1

ÖZET

 

1789 Fransız İhtilali’nin ortaya çıkmasıyla beraber dünyaya yayılan milliyetçilik akımı büyük imparatorlukları etkilemiştir. Bunlardan birisi de Osmanlı İmparatorluğudur. Osmanlı imparatorluğu milliyetçilik akımının etkisiyle ve itilaf devletlerinin işgalleriyle Balkanlarda, Arabistan’da ve Kuzey Afrika’da toprak kaybederken aynı zamanda da içerideki azınlık isyanları ile uğraşmışlardır. Bunlardan biri de Şeyh Sait isyanıdır. Her ne kadar dini motifler altında bu isyan gerçekleştirilmişse bunun esas sebebi doğuda ayrı bir Kürdistan Devleti kurmak olduğu aşikârdır. Bu makalede Osmanlı’da Kürt meselesinin doğuşunu, milliyetçilik ile gelişen Kürtçülük duygusunu ve akabinde Şeyh Sait isyanı değerlendirilecektir.


Anahtar Kelimeler; Osmanlı, Milliyetçilik, Kürtçülük, Şeyh Sait


GİRİŞ

 

Kürt meselesi Osmanlı döneminde başlamış ve bugün hâlâ onun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni başlangıçtan günümüze kadar ilgilendiren bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorunların geçmiş ile ilgili olan bağlantısına baktığımızda bölgenin özellikle geri bırakıldığı tezi ile devletin üzerine gelinmektedir.

Oysaki Moğolların 1231’de Diyarbakır’da ve diğer doğu bölgelerinde tek bir canlı dahi bırakmadan kıyım yaptıkları ortadadır. 1235 ve 1236 tarihlerinde Kürtlerin yaşadığı bu bölgelerde Moğollar sürekli yağmalama faaliyetlerinde bulunmuşlardır.2 1252’de Diyarbakır bir kez daha yakılırken 1258’de Bağdat seferinden dönen Hülagu Han; Diyarbakır, Cizre, Mardin, Hakkâri’ye kanlı bir sefer daha düzenledi.3 Aslında bakılırsa ortada bir geri kalmışlık yoktur. Bölgeye sürekli yapılan istila hareketleri vardır. Bunlardan birisi de Timur’dur. Bütün İran ve Anadolu ile birlikte Doğu Anadolu’yu da tahrip etmiştir. Ele geçirdiği Kürt bölgelerini Oğlu Celaleddin Miran Şah’ın olmayan insafına bırakmıştır. O da; Diyarbakır, Mardin ve Hasankeyf’i yağmalamıştır. 1401’de çıkan Kürt isyanları sonucu Timur bu kez Erbil, Musul ve Cizre bölgelerine seferler düzenledi. Özellikle tüm Cizre bölgesi yakılıp yaıkıldı. Sadece bir Hıristiyan köyü sağ kaldı.415.yy’dan sonra ise, Kürtler için, tarihçi İzady’nin deyimiyle “düzenli bir gerileme” başladı. 20.yy.’la kadar süren bu gerileme sürecinde Kürtler Ortadoğu’nun en fakir ve az gelişmiş toplumlardan biri oldu.5 Osmanlılar, Safevi Devletiyle yaptığı Çaldıran savaşını kazanmasıyla beraber Kürtlerin yaşadığı bölgeleri de ele geçirmiş oldular. Kürtler ise Osmanlılara, Safevilere ve hatta İranlılara karşı yarı bağımsızlıklarını korumak için çaba sarf ettiler. Bu süreç içerisinde birçok Kürt Beyi defalarca taraf değiştirdi. Yavuz Sultan Selim ise Kürtler üzerinde dolaylı bir egemenlik kurmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlı’nın Kürtler üzerindeki stratejisi böl ve yönet değil. Aksine birleştirip güçlendirme ve mümkün olduğunca kendi kendine yönetme şeklinde olmuştur. Osmanlı’nın Kürtlerin bulunduğu bölgeye ilgisinin nedeni ise devletin doğu sınırlarını güvence altında tutmaktır.6


1516’da Şah İsmail’in yeniden bölgeyi istila etme amacı olduğu öğrenilince Kürt Beyleri toplanıp Osmanlı Sultanı Yavuz’dan yardım isterler. Bunun nedenini ise şöyle açıklarlar;

“Can’ü gönülden İslam Sultanı’na biat eyledik, ilhadları (dinden çıkanları) zahir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik… cihada gayret eden gösterdik ve İslam padişahının yollarını bekledik… Hepimizin arzusu şudur ki; bu muhlis ve size itiat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler (dinden çıkmışlar), bizim evlerimizi yıkmışlar ve savaşmışlardır. Sadece İslam sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetiniz olmasa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak ederiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah (Allah’ın kanunu) böylece olmuştur. Ancak ümitvarız ki, padişahtan yardım olursa, Arap ve Acem Irak’ı ile Azerbaycan’dan o zalimlerin elleri kesilir.”7

Hemen şunu belirtmek gerekir, metinde “Kızılbaş” olarak yazılan Şah İsmail taraftarı Alevi Türkmenlerin dinden çıktığı suçlanması gerçeği yansıtmaz. Bu durum tamamen o dönemin gerilimin ve siyasi bir zihniyetin ifadesinden başka bir şey değildir. Yavuz Sultan Selim, Kürt Beylerinin isteğini kabul ederek on bin kişilik bir ordu hazırladı. Bunun sonucunda Safeviler geri püskürtüldü ve 25 mıntıka daha Osmanlı’ya barışçıl yollarla bağlandı. 

Bu konuda İlker Başbuğ eserinde şunları aktarmaktadır: “Osmanlı-Kürt ilişkileri de her zaman iyi gitmedi. Ancak, Osmanlılar Kürtlere karşı etnik önlemlere başvurmadı. Osmanlı, Kürtleri diğer unsurlardan ne üstün tuttu ne de küçük gördü. Ayrıcalıklar, yerel yöneticilere, beylere tanınmıştı.”Artık yavaş yavaş Osmanlı’nın son dönemlerine gelinecek ve Milliyetçiliğin yayılmasıyla iş çığırından çıkacaktı.

MİLLİYETÇİLİKLE BERABER CUMHURİYETE DOĞRU GELİŞEN KÜRTÇÜLÜK DUYGUSU

1789 Fransız İhtilali ile İmparatorlukları tehdit eden milliyetçilik akımının çıkmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi otoritesinin bozulması devleti çok zor durumda bıraktı. Osmanlı tarihi içerisinde imparatorluğun son on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak zordur. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ni “Türkçülük” yapmadığı için suçlamak ne kadar yersiz ise, Kürt Milliyetçilerinin Osmanlı’yı “Türk Sömürgeciliği” yapmakla suçlaması o kadar yersizdir.9

 McDowall Kürtlerin milliyetçiliği ile ilgili aynen şu ifadeyi kullanır:

“Kürtlük duygusu, halk düzeyinde etkili değildi; sadece moderniteyle tanışmış bir grup, Kürt aydında uyandı. Hem uzak coğrafi konumları hem de içlerine kapalı aşiret yapısı nedeniyle, modern milliyetçilik rüzgarı; Kürt kitlelerine hemen hiç etki etmedi. Kaldı ki söz konusu Kürt aydınlarında bile Kürt milliyetçiliği ilk başta “Osmanlılık” çatısı altında kültürel bir milliyetçilik olarak çıktı.”


Çünkü Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurma fikri çok sonraları oluşacaktı. Bütün bu değerlendirmelere bakılarak şöyle denilebilir ki; Osmanlı İmparatorluğu’nda etnik kimlikten kaynaklanan önemli bir Kürt Sorunu yoktu. Ama bu atılan tohumların sorunu vardı. Fakat bu tohumlar modernleşme sürecinde tehlikeli bir boyuta erişecekti.


III.Selim, II.Mahmut ve ileride II.Abdülhamit’in yapmış olduğu yeniliklerle birlikte modernleşme sürecine götüren bir isyan başlamış oldu. İsyanların ilki 1806 yılında Süleymaniye Kürtlerinden, Babanzade Abdurrahman Paşa liderliğinde Kürt bağımsızlığı için başlayan Kürtçülük hareketi doğrultusundadır.10 Sonra ise Bedirhan Ailesinin ayaklanmasını görüyoruz. Bu isyan feodaliteden yakasını kurtarmak isteyen Osmanlı’nın 1839 yılındaki “Gülhane Hatt-ı Hümayunu’yla başlayan Tanzimat reformlarına karşı bir isyanla birlikte bölücülük niteliği kazanmıştır. Anadolu ordusu müşiri Osman paşa, padişah Abdülmecid’in emri ile Cizre’ye bir harekat düzenleyerek kısa bir çarpışma sonucunda Bedirhan, iki oğlu ve yakınlarını teslim alarak İstanbul’a gönderdi. Netice itibariyle hepsi Girit’e sürüldüler.

Milliyetçilik fikriyatının yayılması ve azınlıkların Osmanlı’dan ayrılma istekleri güçlenince II. Abdülhamit hem doğuda Ermenilere karşı devleti savunmak hem de Kürtleri devlete bağlamak için kendi adını verdiği “Hamidiye Alaylarını” kurdurdu. Sultan Abdülhamit aşiret reislerini yanına çağırarak kendi adını verdiği Hamidiye Alaylarını kurması için talimat verir. Aynı zamanda onların çocuklarını da alarak eğiteceği Aşiret Mekteplerine yerleştirdi.

Eğitimlerini tamamlayan bu çocuklar doğuda devlet hizmeti yaptılar. Böylelikle merkeze bağlı devlet görevlileri bölgede kontrolü sağlamış oluyorlardı. “Stalinist” yazar Yalçın Küçük’ün, Hamidiye Alayları’nı“Kürtleri bağımlı ideolojiyle yetiştirme” planının bir parçası olarak yorumlayıp kötülemesi bundan olsa gerek, şöyle yazıyor Küçük;


“Sultan Hamid, Kürtleri ezmek yerine, onları ağırlık merkezi daha Doğu’ya kayacak “yeni” Osmanlı Devleti’nin bir parçası haline getirmek istiyor. Hamid, Hamidiye Alayları ile, “Hamidiye Kürtleri” denebilecek bir yeni halk yaratmayı deniyor. Bunun yalnız alaylarla değil, birisi İstanbul’da ve diğeri Bağdat’ta olmak üzere kurduğu “Aşiret Mektepleri” ile destekleniyor. Aşiret Mektepleri, Kürt asillerinin çocukları içindir ve bunlar bu garip okullarda İslamcı, Osmanlıcı, Halifeci ve bir tür bağımlı Kürt ideolojisi ile yetiştiriliyorlar.”11

Kürt milliyetçisi yazarlarda aynen Yalçın Küçük gibi Hamidiye Alaylarını “Kürt kimliğine zarar verdiklerini, Kürt burjuvazisinin gelişmesini engellediklerini, Ermeni mallarına el koyduklarını, Milli Mücadele’yi desteklediklerini sonuçta Müslümanlıkla karışık bir Türk Milliyetçiliğini benimsedikleri” belirterek eleştirmektedirler.”12

Ayrıca Kürt aşiretlerinin Abdülhamit Han’a “Bav ê Kurdân” yani Kürtlerin babası13 denmesi boşuna değildi. Çünkü padişah Kürt aşiretlerinin ileri gelenleri ile kişisel yakınlık kurarak onlara ilgi göstermişti. Böylelikle Hamidiye Alayları Rus destekli Ermeni çetecilere karşı büyük başarılar elde ettiler. Ancak II. Meşrutiyet’in ilanı ile Abdülhamit’ bağlı aşiretlerin mahalli idarelere bağlanması ve aşiretlerin uzaklaştırılması tepkiye neden oldu. 1910’da Hamidiye Alayları adını değiştirerek Aşiret Alayları oldu. Ancak buna rağmen Birinci Dünya savaşından sonra bağımsızlık fikrine yönelen aşiretlere karşılık Milli Mücadeleye tam destek verenlerde vardı. Ancak artık ayrılıkçı tohumlar gelişmiş ve bölücü Bedirhan ailesinin desteğiyle ilk Kürtçe gazete olan Kürdistan yayın hayatına başladı. Bu gazetenin amacı tamamen milliyetçi görüşlerini yaymaktı. Kürt gazetesi Kürdistan’ın kurucu ve yayımcıları olan Mikdad ve Abdurrahman Bedirhan kardeşlerdir.14 Gazetenin kurulmasından sonra Bedirhan ailesi Süleymaniyeli Şerif Paşa ile anlaşarak Kürt Teali Cemiyeti’ni kurdular. 


II.Meşrutiyet ile Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin amacı ise Kürtlerin, Ermenilerle iş birliği yapmasını savunmaktı. Cemiyetin başkanı Ubeydullah EfendizadeSeyyid Abdülkadir, Osmanlı Ayan Meclisi üyesi idi.


Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ileriki yıllardaSevr Antlaşması’nı destekleyerek Paris’te yapılan ön görüşmelere Şerif Paşa’yı gönderecek, antlaşma ile Ermenilerden boşalacak yerlerde Kürdistan kurulması için 62 ile 64. Maddelerin yazımında rol oynayacaktı.15Seyyid Abdülkadir daha sonra Şeyh Sait ile irtibat kurduğu saptanacak ve onunla birlikte idam edilecekti. Bundan başka bu dönemde İstanbul’da bir de Kürt Hevi Talebe Cemiyeti ve Kürt Kulübü de kurulmuştu.16

Böylelikle artık Doğu ve Güneydoğu da isyanlar çıkmaya başlamıştı. Bu isyanların en önemlilerinden biri de Şeyh Sait isyanı idi.

      ŞEYH SAİT İSYANI

Şeyh Sait isyanı genç Türkiye’nin uğraştığı ve bugün hala yankılarının sürdüğü bir isyan olma özelliği taşımaktadır. Şeyh Sait isyanı her ne kadar dini sebeplerden dolayı yapıldığı iddia edilse de bölücü bir ayaklanma olduğu ve Doğuda Türkiye Cumhuriyeti’nden bağımsız bir Kürdistan Devleti kurma amacı aşikârdır. Bu yüzden toplumu hazırlamak için gazeteler basılmış, cemiyetler ve kulüpler açılmıştır. Bu açılanlar kapatılmış ancak yerine başka oluşumlar kurulmuştur. Kapatılan Kürt Teali Cemiyeti’nin yerine Erzurum’da “BerevaniyeMafeKurd” teşkilatının kurulması gibi yani “Kürt halkının özlemlerini dile getirme amacıyla toplumsal bir örgüt” şeklinde kurulmuş veoluşumun başkanı ise Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya (Atalay, 2015:3-4) olmuştur. Bu oluşum öncelik olarak dini söylemleri kullanarak fikriyatlarını başta Şeyh Sait’e, ona bağlı isyancılara ve bölgede nüfuzlu olan Şeyh ve hocalara aşılayıp bazı aşiretlerin de isyan için desteklerini almışlardır. (İlyas, 2015:190)17 Fakat tam anlamıyla Şeyh Sait isyanının planlayıcısı 1923 yılında kurulmuş olan “Azadı Teşkilatı” idi. Şeyhleri ve Aşiretlerin ileri gelenlerini yanlarına çekme çabası içine girmişlerdi. Ancak Şeyh Sait bu hareketin lideri olarak ön plana sürülmekteydi. Azadı mensupları 1924 yılında ilk ilk kongresini yaparak isyanın genel planını çizip stratejilerini tespit etmişlerdi. Böylelikle yapılan bu planlara göre isyan 1925 yılına ertelendi. Bu sürede daha çok kişiyle temasa geçilip kendilerine yandaş toplama çalışmalarına devam ediyorlardı. Aşiret reisleri ve etkili şeyhlerle temas etmenin yanında bir de hükümete karşı olan Türk muhaliflerle özellikle ve özellikle Hilafet yanlılarını kendi taraflarına çekmeye gayret ediyorlardı. Bunun yanı sıra dış ülkelerden de destek almak için Gürcistan ve Irak’a temsilciler gönderilerek Rusların ve İngilizlerin desteğinin alınmasına çalışılmıştır.18

1925 yılına gelindiğinde ise Azadı Teşkilatı 2.Kongresini yaptı. Ancak bundan önce Şeyh Sait 1924 yılının 15 Kasımında oğlu Ali Rıza’yı İstanbul’a göndermiş, Şeyh Abdülkadir’den icazet almıştır.

Bu dönemde bir de Şeyh Sait Mustafa Kemal aleyhinde fetva niteliğinde bir bildiri yayınlamıştır.

“…Kurulduğu günden beri Din-i Mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ile arkadaşlarının ahkamına aykırı hareket ederek Allah ve peygamberleri inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin başında olanların mal ve canlarının şeriat-i Garra-i Muhammediyye’ye göre helal olduğu ilan olunur.”

Bu sorunları elbette dış kaynaktan besleyen bir ülke vardı. O da İngiltere idi. Çünkü yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile Musul sorununda anlaşamamış ve Türkiye üzerinde diplomatik baskıyı arttırmak için 6 Ağustos 1924 günü Musul meselesini tek taraflı olarak Milletler Cemiyeti’ne götürmüştür. Hemen ertesi günü ise Hakkâri bölgesinde bulunan Nesturiler Türkiye’ye karşı ayaklandırıldı. (7 Ağustos) Bunu izleyen süreçte Halifeliğin kaldırılmasından sonra ise din elden gidiyor diyerek Şeyh Sait isyanı çıkacaktı.

                                 İSYANIN ÇIKIŞI VE BASTIRILMASI

Aslında isyan şu şekilde çıktı. Diyarbakır’ın Eğil ilçesine bağlı Piran köyünde, 13 Şubat 1925 tarihinde asker kaçaklarını saklayan Şeyh Sait’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’den kaçakların askeri birliğe teslim edilmesi istenir. Ancak Jandarmanın bu talebine silahla karşılık verilmesi sonucu çatışmaya girilir. Böylelikle isyan başlar ve kısa sürede geniş bir bölgeye yayılıp ayaklanmanın temelini oluşturur.20 16 Şubat’ta Şeyh Sait Genç vilayetinin merkez kazası Darahani’yi basarak valiyi ve diğer devlet görevlilerini de esir almıştır. Cibranlılar, Haydaranlılar, Hasenanlılar, Mistan ve Botan aşiretlerinin desteğini de alarak Maden, Siverek  ve Ergani’yi ele geçirmiştir.21 İsyanı Bastırmak üzere Ordu Müfettişi Kazım Paşa (Orbay), Kolordu Komutanı Mürsel Paşa (Bakü), Tümen Komutanı Osman Paşa, Fırka Komutanı Kazım Paşa (Dirik) ile Cemil Cahit (Toydemir) Paşa harekât da görevlendirilmişlerdir. Şeyh Sait ve isyancılar gönderilen ordu karşısında dayanamayarak Diyarbakır’a geri çekilmiştir.


Ayrıca Doğu vilayetlerinde “Sıkı Yönetim” ilan edildi ve “Hıyanet-i Vataniyye” kanununda değişiklik yapıldı. Bu gelişmeleri takiben Başbakan Fethi Okyar olayları müdahale de yetersiz görülerek istifaya zorlanmış ve yerine İsmet İnönü Başbakan olmuştur. Böylelikle bu hükümetle beraber Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılıp İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. 21 Mart’ta Hınıs’a giren Osman Paşa 24 Mart’ta kasabadan asileri çıkarmıştır. İsyan liderlerinden Hasananlı Halit ve Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza İran’a kaçmışlardır. Türk Ordusu sonra Piran ve Maden’e girmişlerdir. 1 Nisan’da Hani, 6 Nisan’da Palu, 8 Nisan’da Çabakçur, 12 Nisan’da Darahani isyancılardan arındırılmıştır. Nisan ortalarında güç kaybeden isyancılar takip edilip, isyancıların liderliği yapanların çoğu yakalanmış, 14 Nisan’da isyanın bastırıldığını sezen Şeyh Sait; İran’a kaçmak isterken, kayınbiraderi Binbaşı Kasım’ın ihbarı sonucu Varto’nun Çarbohor mevkiinde diğer kalan asilerle birlikte yakalanmıştır.22 Kürt Teali Cemiyeti Başkanlarından Seyit Abdülkadir ile 12 arkadaşı İstanbul’da tutuklanıp yargılanılması için Diyarbakır’a getirildiler. Karar sonucu Seyit Abdülkadir ve beş arakdaşı idam edildiler. (27 Mayıs 1925) Aynı şekilde İstiklal Mahkemesinin kararı ile Şeyh Sait ve kırk yedi isyancı başı hakkında da idam kararı verildi. (28 Haziran) Böylelikle Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılması Cumhuriyet yönetiminin Güneydoğu Anadolu’da denetimin sağlanmasında önemli dönüm noktası oldu. Ayrıca bu gelişmeler nedeniyle bir süre daha çok partili hayata geçme çalışmaları kesintiye uğradı. Ayaklanmaya karıştığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Hükümet kararnamesi ile kapatıldı.


SONUÇ

Kürt meselesini sorunu bugün hala gündemde olan bir mesele olması neticesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı kara bir propaganda olarak kullanılmaktadır. Bu durum Türkiye’de yaşayan Kürtler ile Türklerin kardeşliğini bozmaya Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne kast etmeye çalışmaktır. Geçmişte Kürtler bilerek geri bırakıldı veya Halifelik elden gidiyor diye propaganda yapanlar. Tarihin gerçeklerini saklamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bölgenin aslında Moğolların saldırısıyla başlayan bir sürece girdiği ve ileriki yıllarda yine saldırılara maruz kaldığı bölgenin bu sebeple gerileme dönemine girdiğini idrak etmek istemiyorlar. Milliyetçilik akımının Osmanlı’yı parçalamak olduğunu, Milli Mücadele döneminde ise Mustafa Kemal ile Kürtler arasında dostluk bağlarının olduğu ve ayrıca Kürtlerin Milli Mücadeleye de destek oldukları görmemezlikten geliyorlar. Birkaç ayrılıkçı aşirete bakarak Kürtlerin hepsinin devletimizden ayrılmak istediğini söyleyemeyiz. Bu bağlamda Şeyh Sait isyanı her ne kadar dini nitelikte görünse de aslında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsmak üzere çıkarılmış ve tamamen bölücü niteliktedir. İsyan bastırılmış ve Güneydoğu Anadolu kontrol altına alınmış. Ancak her ne kadar bu isyanlar bastırılsa da günümüze kadar süregelen bir tartışma konusu olarak gündemde kalmaya devam etmiş.



1 Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)

2 Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 3.baskı, İstanbul,2006,s.28.

 3David McDowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, Tercüme: Neşenur Domaniç, Türkiye, 2004,s.23

4a.g.e.,s.23

5 Akyol, a.g.e.,s.28

6 İlker Başbuğ, Terör Örgütlerinin Sonu, Remzi Kitapevi, 3.Baskı, İstanbul 2011,s.33.

7 Koca Müverrih, Bedayi, c.II,vrk. 452/a-b; aktaran: Prof.Dr.Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki       Tahlilleri, Fey Vakfı Yayınları, C:3, İstanbul, 1990, s.206. (Yazar Ayşe Kulin, Bir Gün adlı romanında, bu arizayı     naklederek olayı anlatır)

8 Başbuğ, a.g.e.,,s.34.

9 Akyol, a.g.e.,s.37.

 10 Emin Demirel, Terör, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 8.baskı, İstanbul, 2007,s.455. (Bu kitap Kara Kuvvetleri

    komutanlığı Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın 8 Ocak 2003 gün ve ID. Ve HRK. 3584-17-03/İsth. Ve İKK.Ş./20 sayılı emri ile faydalı eser olarak uygun görülmüştür.)

11 Yalçın Küçük, Kürtler üzerine Tezler, Dönem Yayınevi, İstanbul, 1990

12 Kenan Ziya Taş, Güneydoğu ve Diyarbakır, Erzincan, Berikan Yayınevi, Ankara, 2003, s.67-69

13Ercüment Kuran, “Türkiye’de Kürt Meselesi”, Türk Dünyası Araştırmaları Ayrı Bası, sayı:79, , Ağustos 1992 s.168.

14 Ali Rıza Yurttaş, Kürt Tarihi, s.138

15Akyol, a.g.e.,s.60.

16Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, cilt I, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1984, s.404-413

17 Hasan Acar, “Türk Siyasal Hayatında Şeyh Sait İsyanı”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.8, Say:3, 2019, s. 2940

18 Hilmi Özden, “Şeyh Sait İsyanı, İngiltere ve Musul (13 Şubat 1925)”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi, C.3, Say:6, 2019, s.53

19 Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı, Karakteri, Dönemindeki İç ve Dış Olaylar, Boğaziçi Yayınevi, Ankara, 1992, s.204

20 Hasan Acar, “Türk Siyasal Hayatında Şeyh Sait İsyanı”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.8, Say:3, 2019,     s.2935

21 Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait Olayı, Karakteri, Dönemindeki İç ve Dış Olaylar, Boğaziçi Yayınevi, Ankara, 1992, s.204

22 Hilmi Özden, “Şeyh Sait İsyanı, İngiltere ve Musul (13 Şubat 1925)”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi, C.3, Say:6, 2019, s.53

AHMET YESEVİ’NİN HAYATI (477/1083- 562/1166)

 








                      Kubilay Muhammet Özdemir1

ÖZET

Ahmet Yesevi şairliğinden ziyade oluşturduğu tarikat ve dervişleriyle tüm Türk beldelerinde İslamiyet’in yayılması ve kalıcı olmasında önemli bir rol oynamış büyük bir din âlimi olarak kabul edilir. Kendisine bu yüzden Pir-i Türkistan veya Hazret-i Türkistan’da denilmiştir.
Ahmet Yesevi, Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında ve Türkleşmesinde çok büyük etkileri olmuştur. Aynı şekilde dini ve tasavvufi olarak Türk Halk Edebiyatı’nın zeminini oluşturmuş ve Türk kültürünün gelişmesine çok büyük etkileri olmuştur. Aynı zamanda İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasını sağlamakla birlikte bazı zararlı görüşlerin Türkler arasında yerleşmesine engel olmuş bu sayede Türk-İslam dünyası arasında birlik ve beraberliği tesis etmiştir. Ahmet Yesevi bunun yanı sıra Kur’an’ın mesajlarını Hz.Muhammed’in güzel ahlakını topluma benimsetmek amacını kendisine ülkü edinmiştir. Onun bu düşünceleri ile oluşan Türk Süfiliği, felsefi fikirlerin ötesinden çok uzak basit ve sade dini ve ahlaki ilkeleri telkin etmesi yönüyle eski Hind ve İran bağlamında oluşan İran Süfiliğinden çok farklıdır.

Anahtar Kelimeler; Ahmet Yesevi, Türk, Tasavvuf, Din

GİRİŞ

 Ahmet Yesevi’nin doğum tarihi kesim olarak bilinmiyor. Ancak öldüğü tarih olarak Hicri 562- Miladi olarak ise 1166 tarih gösteriliyor.2 Çin’in Şarkı Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu’nun Sayram kasabasında doğdu.3 Yesi’de vefat etti. Türbesini ise Timur yaptırdı. Ahmet Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim annesi ise Ayşe Hatun’dur.4 Ahmet Yesevi, Yesi’ye Şeyh Aslan Baba’nın yanına gidip ondan tasavvuf ve din terbiyesi almıştır. Burada din eğitimini tamamladıktan sonra “Müslüman Türk Kültürünün tehlike bulunduğu karışık çevre ve devirde… “Türkler arasında İslam’ı korumak ve yaşatmak vazifesine hayatını” adadı.5 Manevi hayatı ve kişiliği yüzyıllar geçmesine rağmen Türk Milleti’ni etkisi altına almayı başardı. Kerametleri ve menkıbeleri Türkler arasında yayılıp benimsenip değişik yerlerde yaşamını sürdüren Türk boyları arasında da büyük bir üne sahip olmasını sağlamıştı. Ahmet Yesevi sıkı bir medrese öğrenimi görmenin yanında tasavvufa hakim olan bilgin bir kişiliktir. Dönemin geçerli dili olan Arapça ve Farsça’yı iyi derecede bilmesine rağmen bildiklerini yerli halka en sade biçimde anlatıp halk ile bütünleşmeyi başarabilen en âlim kişiliktir. Fikriyatını en sade bir dil ile Halk Edebiyatı nazım şekli ve Hece vezni ile manzum olarak aktarmıştır. Şiirlerinde ilahi aşkı anlatıp bu aşk ile insanların kendi kusurlarını düzeltmesini işlemiştir. Şiirleri İslam’ın esaslarına dayanmak ile birlikte şiirleri kuru ve didaktiktir. Bu sayede kendi etrafına çok büyük bir kitleyi toplamayı başardı. Çünkü konargöçer Türk toplumu “İslam fakihlerinin kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen vaazlarından ziyade, kendi kam ve ozanlarının telkinlerine tâbi idiler.”6 Bu sebeple Ahmet Yesevi’nin İslam’ı en sade biçimde anlatması Türkler üzerinde çok etkili oldu. Çünkü Türkler Yesevi’yi “eskiden kudsiyet verdikleri ozanlara benzettiler.”7

 EDEBİ KİŞİLİĞİ

Ahmet Yesevi şeriata ve sünnete itina ile bağlı bir kişilikti. İlahi aşka inanmış mutasavvıf birisi olarak sanat endişesinden uzaktır. Ancak onun bu hikmetlerini tamamen basit, kuru ve edebi değerlerden geri kaldığını söylemekte doğru değildir. Hikmetlerinin fikriyatını İslamiyet ile Tasavvuf, şekli yönü ise milli unsurlardır.8 Hikmet ekolünün kurucusu Ahmet Yesevi edebi kişiliğinden farklı olarak fikri kişiliği ile tarihi hayatından ziyade menkıbevi hayatı ile Türk fikriyatı ve kültürünün önde gelen kişilerinden birisidir. Yesevi dervişleriyle Türk dünyasına saçılan hikmet tarzı en güzel meyvelerini ilahi adıyla Anadolu’da Yunus Emre ile verilmiştir. Yesevi’den sonra yetişenlerinde verdiği aynı tarz eserler Türk Halk Edebiyatı’nın ortak mahsullerini oluşturmuştur.Bu sebepledir ki; hem Hoca Ahmet Yesevi’nin kişiliğine gösterilen saygı hem de dünya görüşürü ve sanatına gösterilen bağlılık Genel Türk Edebiyatı için ne kadar önemli ise Türkmen Edebiyatı için de o derece önemlidir. 

Fikret Türkmen’in dediği gibi; “Epikomistik eğilim, tamamen Türkmenlere mahsus bir durumdur. Yani Türkmenler bir taraftan geçmişteki destani-mitolojik motiflerini yaşatırken, bir taraftan da dini-tasavvufi fikirlere gönüllerini açmışlar ve bu sentez ile medeniyetlerini zenginleştirmişlerdir.”10 Tanınmış Türkiyat âlimi Ahmet Caferoğlu ise aynen şu ifadeleri kullanmaktadır; “Ahmet Yesevi, ‘Hikmet’lerinin uzun zaman Orta Asya fikir hayatında mühim rol oynadığını ve Ahmet Yesevi’nin de Türkistan tasavvuf hareketinin en önemli rehberlerinden birisi olduğunu tespit etmektedir.”11

 AHMET YESEVİ’NİN SOY’UNUN DEVAMI

Rivayet edilenlere göre Ahmet Yesevi’nin bir oğlu ile iki kızı vardır. Oğlu İbrahim ise kendisinden önce vefat etmiştir. Soyunun kızı Gevher Şehnaz kolundan devam ettiği rivayet edilmektedir. Soyu, fikriyatı ve tarikatı çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bir çok insan kendi neslinin Ahmet Yesevi soyundan geldiğini iddia etmiştir. Hatta bunların içerisinde ünlü seyyahlardan biri olan Evliya Çelebi de bu kişilerden birisidir.12

HALİFE VE MÜRİDLERİ

Hoca Ahmet Yesevi, Türkistan’ın her bölgesine yetiştirdiği müritlerini göndermiştir. Fakat bu kişilerden bazılarının ancak isimleri günümüze kadar gelmiş ve Yesevi silsilesi bu kişilerle devam etmiştir. Hoca Ahmet Yesevi’nin ilk halifesi ise Arslan Baba denilen zatın oğlu Mansur Ata’dır.13 İkinci halifesi Harzemli Said Ata, üçüncü halifesi ise Süleyman Hakim Ata’dır. Ancak en tanınmışı da yine Süleyman Hakim Ata’dır. O ölünce onun yerine yine en tanınmış müritlerinden birisi olan Zengi Ata geçti. Yesevi Silsilesi ise Seyyid Ata ve Sadr Ata ile devam etmiştir.14 Anadolu’da Bektaşiliğin kurusu olan Hacı Bektaşi Veli’de Yesevi’nin halifesi sayılır.15 Ayrıca Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu ve Rumeli’ye giden bir çok mürit’i de vardır. Bunun yanı sıra Nakşibendilik, Yeseviliğin zemin hazırlamasıyla Orta Asya’da çokça yayılmış özellikle Maveraünnehir ve Horosan Türkleri arasında yayılmıştır.16


Aslında Hoca Ahmet Yesevi’nin görüşleri ileri ki zamanlarda “Yesevilik” olarak da adlandırılacak. Yesevilik Türkistan’a yayılmakla beraber zamanla Seyhun Nehri’nin

ötesindeki bozkırlarda da yerleşmeye başladı. Moğolların istilasından sonra Horosan, İran ve Azerbaycan Türk boyları içerisinde de rağbet gördü. 13.yüzyıla gelindiğinde ise Yesevi Dervişleri bu fikriyatı Anadolu’ya taşıdı. Anadolu’da en önemli halifelerinden biri olan Hacı Bektaşi Veli önderliğinde bu topraklara Yesevi mayası atıldı. Anadolu’da Geyikli Baba, Abdal Musa, Horoz Dede de Yesevi’nin halifesi olarak kendilerini sayarlar. Menkıbeye göre Yesevi’nin Anadolu’ya göndermiş olduğu en önemli halifelerinden birisi de Sarı Saltuk’tur. Rivayet odur ki; Yesevi, Sarı Saltuk’u 700 kişi ile Hacı Bektaşi Veli’ye yardım etmesi için Anadolu’ya gönderip beline de meşhur tahta kılıcını kuşatmıştır. Sarı Saltuk Anadolu’da görevini tamamladıktan sonra Balkanlara gidip oradaki halkın İslamiyet’i kabul etmelerini sağlamıştır.17

Kemal Ersanlan, A. Yaşar Ocak’tan aktararak aynen ifadeleri naklediyor; “Sülük silsilesi bakımından Yesevilik’ten gelen başlıca tarikatlar Maverâünnehir ve Horosan’da yayılan Nakşibendilik ile Anadolu’da yayılıp Yesevilik’in yerini alan Bektaşilik’tir. Yesevilik ayrıca Anadolu’da ortaya çıkan Babailik ve Haydarilik tarikatları üzerinde de müessir olmuştur.”

ESERLERİ

 Türkistan’ın Pir’i olarak kabul görmüş Ahmet Yesevi’nin varlığının bilindiği iki eseri vardır. Bunlar Fakrname ve Divan-ı Hikmet’tir. Fakrname; Yesevi’nin tarikatlar ile ilgili fikriyatını anlattığı ve Yesevilik ilkelerini ortaya koyduğu bir eserdir. Bazı tarihçiler ve edebiyatçılar bu eserin Divan-ı Hikmet’e giriş olabileceğini düşüncesindedirler.18

Divan-ı Hikmet’i incelediğimizde ise; Hikmet adını verdiği bütün şiirlerini topladığı divan olarak bilinir. 5 ve 25 arasında farklılık gösteren dörtlük şeklinde yazılarak meydana getirilmiştir. Kafiye düzenine baktığımız zaman “Koşmaya” benzer. Hecenin ise 12,14 ve 16 ölüçüsü kullanılmıştır. Aruzla yazılan şiirleri de mevcuttur. Eserin dil bakımından incelediğimizde oldukça sadedir.

 Ancak Köprülü’nün yorumuna göre; “Günümüze kadar gelen Divan-ı Hikmet’te baktığımızda çok sayıda olduğu ve çeşitli içerikte sayıları bulunmaktadır. En eski bildiğimiz nüshalar 16.ve 17.yüzyıla aittir. Bu nüshalarda dil ve içerik açısından farklılıklar bulunmuştur. Bu durumda bize gösteriyor ki bazı hikmetler Yesevi’nin dervişleri tarafından Divan-ı Hikmet’e sonradan eklenmiştir.”19

Ancak buna rağmen Divan-ı Hikmet, klasik Türk Edebiyatı açısından önemli bir eser olma özelliğini korumuştur. O dönemde az sayıda edebi eserler olması bakımından büyük önem taşımıştır. Dönemin özelliklerini anlayabileceğimiz bir eser olması açısından dil ve edebiyat tarihi için de başvurulan kaynaklar arasındadır.

 SONUÇ

Sonuç itibariyle Ahmet Yesevi kendi çağdaşında olan Türk boylarının ahlakını düzeltip ve İslam’ı sadece ve uygulanabilir bir şekilde yaşanması için mücadele etmiş. Onun bu tutumu ve sade akıcı şiirleri Türk boyları arasında rağbet görmüş ve bu durum onun Türkler arasında Türkistan’ın Pir’i olarak anılıp günümüze kadar saygıyla anılan biri olarak gelmeyi başarmıştır.

 

1 Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)

2 Ahmet Vehbi Ecer, “Hoca Ahmed Yesevi, Hayatı, Eserleri ve Toplumu Eğitme Metodu”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.2, Ocak-Nisan 2000, s.2

3 Mehmet Kazar, “Ahmet Yesevi Hayatı, Halifeleri ve Tarikatı, Eseri ve Mefkûresi”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 37

4 Fuat Köprülü, “Ahmet Yesevi”, İslam Ansiklopedisi, c.1, İstanbul, 1993,s.210

5 Ahmet Vehbi Ecer, “Hoca Ahmed Yesevi, Hayatı, Eserleri ve Toplumu Eğitme Metodu”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.2, Ocak-Nisan 2000, s.3

6 Yurdaydõn, 75.Aktaran; Ecer, a.g.m., s.3

7 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1991, s.14.

8 Fuat Köprülü, “Ahmet Yesevi”, İslam Ansiklopedisi, c,1, İstanbul, 1993, s.214

9 Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevi”, İstanbul Üniversitesi, s.812

10 Yusuf Akgül, “Hoca Ahmet Yesevi’nin Hazar Ötesi Türkmenlerine Tesiri ve Bu Çerçevede Bazı Tespitler”, Magtumguli Türkmen Devlet Üniversitesi, s.48

11 Aktaran; Akgül, a.g.m., s.48

12 Evliya Çelebi Ahmet Yesevi’den “ulu atam veya ulu atamız” diye bahsetmektedir. Bkz. Evliya Çelebi,

    Seyahatname (Rumeli- Jokol ve Edirne), Haz. İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1984, s.62-227. Aktaran; Cemal Tosun, “Hoca Ahmet Yesevi, Hayatı, Eserleri ve Toplumu Eğitme Metodu”, Dini Araştırmalar Dergisi, c.2, 0cak- Nisan 2000, s.122

13 Mehmet Kazar, “Ahmet Yesevi Hayatı, Halifeleri ve Tarikatı, Eseri ve Mefkûresi”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 41

14 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 1991, s.73-82

15 M. Fuad Köprülü, a.g.e., s. 88

16 Kazar, a.g.m., s.42

17 Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevi”, İstanbul Üniversitesi, s.819

18 Cemal Tosun, “Hoca Ahmet Yesevi, Hayatı, Eserleri ve Toplumu Eğitme Metodu”, Dini Araştırmalar Dergisi, C.2, 0cak- Nisan 2000, s.123

19 M. Fuad Köprülü, a.g.e., s. 122-125

 

 

 

 

 

 


6 Mayıs 2021 Perşembe

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATÜRİDİLİK







Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Türk milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.

Şöyle ki aynı dönemde Arap toplumu cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (a.a.s)’in peygamberliğinde İslamiyet’e girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda, Kıpçak Türkleri de 14. yy başlarında İslâmlaşmışlardır. Böylece Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler” yaymıştır.

9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.

Hatta bu anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa dönüşmesini de sağlamıştır.

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”[2]

Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.[3] Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.

Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde çok önemli etkiler bırakmışlardır.[4] Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.[5] Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.[6] Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.

İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:

“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır.  Kelami bir düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh usulü Türkistan uleması tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”[7] 

İşte bu makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu oluşturan Maturidilik hakkında kısaca bilgi vereceğiz.

MATÜRİDİLİK

Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır.[8] Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan  “Matürid” de[9]  852 yılında doğmuştur.[10] Türk âlimi olan Maturidi’nin[11] eseri incelendiğinde “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh usulü” ve “tefsir” alanlarında bilgili olduğu görülmüştür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli deliller ile savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 944 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.[12]

Matüridilik, tarih boyunca Türk kültür çevresinde ortaya çıkmış ve yayılarak günümüze kadar gelmiş, Türk kültüründe bir dini (kelâmi) ekoldür.[13] Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hafine göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Matüridi’nin sitemini benimsemişlerdir.[14] Matüridi’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası siyasi ve fikri ayrışmalar içerisindeydi. Tarihçilerden bazıları bu fikri ayrışmanın sebebi başta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefat etmesiyle çıkan hadiselere bağlamışlardır. Çıkan olayların bize şu sonucu göstermiştir ki o günkü Müslüman toplumun arasına farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Bir tarafın mümin dediklerine diğer tarafın kâfir dediği görülmüştür. Bu nedenle bütün farklı gruplar kendi görüşlerini ispat etmek için Kur’an ve hadislerden deliller bulma yoluna giderek kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda yeni fetih hareketlerinin meydana getirdiği yabancı din ve kültürlerle kurulan temas sonucunda ayrılıklar daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir sürü dini gruplar ortaya çıkmıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirler taşıdığı tespit edilen bu akımlara karşı İslam dinini akılcı bir yolla savunmak iddiasıyla Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu mezhep, Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının da desteğini almıştır. Özellikle Halife Vasık dönemi Mutezilerin altın çağı olmakla beraber bu mezhepten olmayanlara karşı yapılan zulüm ve baskılarla tarihe geçtiği dönem olmuştur.[15] Mutezilenin yaptığı zulümlere karşı onların metotlarını kullanarak karşı çıkacak İslam Dünyası’nın üç ayrı bölgesinde Kur’an ve hadislere uygun bir şekilde İslam’ı savunan üç büyük İslam âlimi ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’ndaki bu karşılıklara karşı Arabistan’da Ebu’l – Hasan el- Eş’ari, Mavaraünnehir’de Ebu Mansur el – Matüridi, Mısır’da da Ebu Cafer et – Tahavi yıkıcı akımlara karşı fikri olarak savaş açmışlardır.[16] Ancak Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel etmiş, Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridi bazı konularda Selef’e Eş’ariye’den daha yakındır. Bazı konularda akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almıştır.[17] Fakat Hanefi âlimlerinin çoğu Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin Akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşünde olmuşlardır.[18]

Muhammed Ebu Zehra’nın, Matüridi’nin metodunu ve Kur’an’ı nasıl tefsir ettiğini şöyle açıklamıştır:

“Matüridi, aklı bilgi kaynaklarından biri olarak kabul etmekle beraber, aklın sapma yapacağı endişesini de taşımaktadır. Fakat, duyduğu bu endişe onu, fıkıh ve hadis âlimlerinin yaptığı gibi aklı hiçe saymaya götürmemiş; tersine, onu, akli olanın yanı sıra ‘menkul’ olana da dayanmak suretiyle sapmadan korunmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Matüridi bu konuda şöyle der: “Kim, nakille beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.” Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır: Matüridi, şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi gerekli görmektedir. “Nasslarla yardımlaşarak akli delilere başvurmak” şeklinde ifade edilen bu ilke, Maturidi’nin, Kur’an’ı Kerim’i tefsir ederken de yol göstericisi durumundadır. Maturidi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve “Müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi Allah’a bırakmaktır. Maturidi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir çelişki yoktur.”[19]  

Matüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları (ehl ül-bid’at’ı) onaylamamıştır. Matüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılamış, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakmıştır. Açık bir (inanç esaslarıyla ilgili) yalanlaması (inkârı) olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatinde olmuştur. Bu düşüncesini “amel”in (eylem”in) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklamıştır. Daha açık ifadeyle Matüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılamış ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamamıştır.[20]

Fakat günümüzde milletimiz İslam’a zarar veren bazı tarikatlerin ve sapkınların etkisinde kalmış aklî düşünceden, hür ve müteşebbis iradeden uzaklaştırılmış, kaderci ve itaatkâr bir anlayışa sokulmuş ve tembelliğe sürüklenmiştir. Böylece halk isim olarak Matüridîyye’den olmalarına rağmen, onun akılcı, bilimci, hür irade anlayışından habersiz aklî ve tabiat ilimlerinden uzaklaşmış, teslimiyetçi bir anlayışın içinde yer almış, dinî yaşayışlarında da hurafe ve batıl inanışlara yönelmişlerdir.

Özellikle bazı cemaatlerin kendilerine göre dini yorumlamaları ve kendi çıkarları için kullanmaları neticesinde insanlarımız neye inanacağını şaşırmıştır. Bu yapılanlar İslam’a zarar vermekle birlikte insanlarımızı dinden de soğutmaktadır. Bu nedenle bazı cemaatlerin kendi çıkarları için uydurdukları şeylere inanmamak ve milletimizi yeninden İslam’ın özüne ısındırmak için Matüridi’yi milletimize tanıtılır ve onun din anlayışını benimsetilir, sevdirilirse akılcı, ilimci ve her türlü hurafeden uzak gerçek İslam’ın sevilerek, istenilerek yaşandığı bir Türk toplumunun oluşmaması için hiçbir sebep kalmayacağı düşüncesindeyim.     

 



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, “Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler   Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/, İstanbul 2021 (benimtarihim1923@gmail.com)

[2] Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18; Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[4] Engin Zafer, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[5] Ahme Akgündüzt ve Said  Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

 

[6] Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, a.g.e., s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[7] Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[8] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[9] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

[10] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[11] Şükrü Özen, “Maturidi”, https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi, Erişim Tarihi: 04.05.2021

[12] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[13] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.981

[14] Ahmet Vehbi Ecer, “a.g.m”, s.981

[15] Ahmet Vehbi Ecer, “Ebu Masnur el-Matüridi”, İslam Medeniyeti Dergisi, Mart 1973, s.11-13.

[16] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.983-984

[17] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26-27

[18] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

[19] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s.187

[20] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.988


Diğer Yayınlar