1 Mayıs 2021 Cumartesi

TÜRKLERİN ANADOLU’YA GÖÇLERİ








Kubilay Muhammet Özdemir1

ÖZET

Göç bir milletin hafızasını etkileyen ve derin izler bırakan en önemli sosyolojik ve psikolojik olaydır. Bazı nedenlerden dolayı topluluklar göç edebilir. Türklerde iklim şartları, siyasi olaylar, ekonomik vb. olaylar nedeni ile bulunduğu bölgeleri terk edip dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiştir. Bunlardan birisi de Anadolu’dur. Özellikle Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Anadolu’ya kitleler halinde giren Türkler bu bölgeyi yurt tutup vatanlaştırmaya başlamışlardır. Moğol saldırıları neticesinde onların önünden kaçan ikinci büyük kitlenin de gelmesiyle Anadolu’daki Türk nüfusu patlama noktasına gelmiştir. İşte bu makale de bu konulara değinilmiştir. Ayrıca Makalenin sonuç bölümünde her zaman tartışılan Anadolu’ya gelen Türkler ile yerli halkı karışıp homojen bir millet mi oldu? İddiasına da cevap da verilerek makale tamamlanmıştır.

Anahtar Kelimeler; Göç, Nüfus, Türkler, Anadolu, Selçuklu, Moğollar


GÖÇ

Milletlerin hafızalarında kalıcı izler bırakan göç, ilk insanın tarihiyle beraber başlayıp kıyamet kopana kadar da devam edecektir. Dolaylı olarak göç hadisesi yeryüzündeki yaşam döngüsünü belirleyecek ve şekillendirecek bir olgudur. Ayrıca, toplumsal değişme ve hareketliliğin oluşmasında önemli bir unsur olması sebebiyle din, dil, kültür, etnik ve demografik öğeleri de birlikte taşıyarak çeşitli coğrafi sahalarda yeni kültür, idari, siyasi teşekküller, etnik yapılar ve yeni milletlerin oluşmasına sebep olan önemli bir etkendir.

Göç yolları üzerinde bulunması ve stratejik konumu sebebiyle Anadolu coğrafyası güçlü devletlerin ve milletlerin sahip olmak istediği önemli noktalardan birisi olmuştur. Bu yüzden Anadolu’da birçok devlet kurulmuş ve yıkılmıştır. Bunun için yapılan her yeni arkeolojik kazı ve araştırmalar neticesinde farklı buluntular ortaya çıkmakta ve bu da bize Anadolu’daki çeşitli kültürlerin varlığını ispatlamaktadır.

Anadolu’yu yurt edinmek için en büyük mücadele Türkler ile Bizanslılar arasında olmuştur. Türklerin Bizans’ı 1071 Malazgirt Savaşıyla yenmesiyle birlikte Türk nüfusu Anadolu’ya akmaya başlamış ve bölgenin nüfusu Türklerin lehine dönüşmüştür. Bu göçler neticesinde Anadolu kalıcı bir Türk yurdu olmaya başlamıştır.

KISACA TÜRKLERİN GENEL GÖÇ HAREKETLERİ

Türkler bazı milletler gibi toplu olarak bir arada yaşamamıştır. Bu nedenle Türk tarihini incelemek zordur. Şüphesiz bunda Türklerin sürekli göç etmeleri ve dünyanın değişik yerlerine yayılmaları nedeniyle gittikleri mekânlar da yaşayış ve idarelerini incelemek zorlaştırmıştır. Türklerin bir kısmı bozkır tipi hayat yaşarken bir kısmı da yerleşik olarak yaşamıştır. Bir kısım bulunduğu coğrafyada siyasi nüfuzunu kaybetmişken diğer kısım ise başka milletlerin tarihleri ile iç içe girebilmiştir. Böylelikle Türkler birçok milletin de tarihin de izler bırakmıştır.

Hiç kuşku yok ki Türklerin bir millet olması da hiç kolay olmamıştır ve yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. Türklerin ilk yurtları ile alakalı birçok görüş vardır:

“Çin kaynaklarına göre (Altayların kuzeyi); Hammer, Vambery ve Oberhummer gibi düşünürlere göre (Kuzeybatı Asya- Tanrı Dağları arası); kültür tarihçilerine göre (İrtiş- Urallar arası, Altay-Kırgız Bozkırları, Baykal Gölünün Güneyi”2

Olduğunu dile getirmişlerdir. Bu kadar geniş sınırlar içerisinde büyük ve güçlü devletler kuran Türkler neden bu topraklardan göç etmek zorunda kaldılar bu sorulara cevap aramak gerekirse kısaca birkaç başlıkta toplayabiliriz.

Hemen şunu belirtmekte fayda var. Göçler rastgele yapılan bir toplumsal hareket değildir. Göçler ciddi nedenlere dayalı olmuştur. Hiçbir millet ve topluluk keyif için zorlu şartlara dayanarak göç etmez. Kuvvetli zaruretlerin olduğu apaçıktır.

İşte Türk topluluklarının da bu hareketlerini başlıklar halinde sıralarsak;

 

İktisadi Sebep; Fetih yolu ile ganimet elde edemeyince geçim sıkıntısı ve yokluk başlar bu nedenle başka imkânların olduğu yerlere göç etmeye başlarlar. Böylelikle göç edilen coğrafyanın el verdiği yerleri yurt edinip oraları kendilerine vatan kılarlar.

İklim Değişiklikleri; kuraklık nedeniyle hastalıkların artması, hayvanların yeterli otlak bulamaması gibi sebepler neticesinde göç edilmiştir.

Siyasi Baskılar; o dönemde gerek Çin gibi güçlü bir devletin olması ve Türklerin, Çinlilerin egemenliğinde yaşamak istememesi gerekse kendi aralarındaki boylar mücadelesi nedeniyle bağımsız yaşamak arzusuyla da göç edilmiştir.

Cihan Hakimiyeti Ülküsü; bütün Türkleri tek bayrak altında toplayıp dünyaya hakim olma düşüncesi sebebiyle de göç edilmiştir.

Bu yazılanları iki başlık halinde Ergünöz Akçora’nın eserinden naklen aldığım şu kısımla özetleyebiliriz;

“1- Fetih Yolu ile; bunda hareket noktası yeni bir vatan elde etmek olmuş. Yani belirli

gayelerden yoksun sırf macera olsun diye yapılan göçler olmamıştır. Bu göçlere hükümdar ve ailelerinin de katılmaları, onlara sıkı bir disiplin içinde hareket kolaylığı sağlamıştır. Ayrıca kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunmaları ve onlara duyulan saygı ve sevgi dolayısıyla hareket birliğini sağlamış, çeşitli coğrafi bölgelerde taşıdıkları misyon ve özellikleri rahatlıkla sergilemek imkanı bulmasını sağlamıştır.”3

“2- Sızma Yolu ile; ekonomik sıkıntılar içinde kalan Türk toplumları kendileri için yeni iş

imkanları aramak üzere çeşitli coğrafi mekanlara gitmeye başlamışlardır. Sağlam yapılı olan bu insanlar gittikleri yerlerde genelde paralı asker olmuş ve kendilerini sevdirip kabul ettirince daha sonra yenileri gelmeye ve zamanla büyük sayılara ulaşmayı sağlamışlardır.

Gizli göç olarak adlandırdığımız bu durum Türk toplumlarının bu bölgelere daha büyük göç imkanları ortaya koyarken bazen orada üstün kabiliyet gösteren Türkler askeri ve siyasi hayata hakim olmayı da başarmışlar ve devlet kurmaya yönelmişler, az bir sayı ile o toplumları yönetmeyi başarmışlardır.”4

 

Türkler dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlardır. Ancak bu yayılmalardan Anadolu baz alınırsa şöyle açıklamak daha doğru olacaktır.

Anadolu’ya ilk Türk akınlarını M.Ö. devirlerden 3000-2000 yıllarına kadar götüren tarihçiler varsa da genel kabul gören düşünüş 4.yüzyılın ikinci yarısına doğru Avrupa Hun Devleti’nin gerçekleştirdiğidir. Ayrıca Anadolu’da bulunan ilk Türk izlerine de Doğu Anadolu bölgesinde bulmak mümkündür. Çünkü birçok yer adı, günümüze ulaşan arkeolojik buluntular o bölgede bir Türk kültürünün olduğunu bize ispatlıyor. Anadolu’nun stratejik konumundan dolayı Asya ve Avrupa ile Kuzey Afrika’dan göç eden topluluklar fetih, ticaret ve göç amaçlı olarak Anadolu’da bulunmuşlardır. Selçuklu Türklerinden önce rastlanan Türk izleri de işte bu sebepledir. (Zoroğlu, 2002, s.194)

Anadolu’ya ilk akınları yapan Türkler, Batı Hunları’dır. Bu kitle Türkistan’dan göç ederek Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa’ya doğru bir yol izlemişlerdir. Bu sırada önlerine çıkan Alan, Ostrogot ve Vizigotları yenip dağıtıp Avrupa Hun Devleti’ni kurmuşlardır. Bununla yetinmeyen Avrupa Hunları, Batı Roma ile Bizans’a seferler düzenleyip ele geçirmeye başladı (378). Daha sonra Balkanlar üzerinden Trakya’ya sefer düzenlediler. Hunların bir kısmı da Kafkasya’yı aşıp Anadolu’yu girmeye başladı (395). Erzurum, Karasu, Fırat, Malatya ve Çukurova’ya kadar geldiler. Ancak Urfa ve Antakya kalelerini kuşatmalarına rağmen almayı başaramadılar. Buradan Suriye’ye ve Kudüs’e yöneldiler ancak fazla kalmadılar. Sonra tekrar geldikleri yoldan dönerek kendi yurtlarına geri gittiler. Fakat akınlar burada sınırlı kalmadı. İki yıl sonra Bizans’ın içinde bulunduğu sıkıntılardan faydalanarak Anadolu içlerine tekrardan akınlar yaptılar. Fakat bu akınlar Anadolu’da kalıcı olmak için yapılmadı.5

Urfa Piskopusu Efraim Hunların Anadolu’ya yaptığı seferleri aynen şöyle tanımlar;

 

“Onlar Ye’cüc ve Me’cüc süvarileridir. Atları ile fırtına gibi uçarlar. Onlara hiç kimse karşı koyamaz.”6

Türklerin Anadolu’ya ikinci gelişleri Hunlardan sonra Sabar yada Sibirler denilen Türklerle olmuştur. Öncelikle Hunlara bağlı olan Sabarlar sınırlarını Doğu Avrupa’ya doğru genişleterek bağımsızlıklarını kazandılar. Öncelikle Sasaniler ile bir ittifak kurup Bazans’a saldırıp Kafkasya’nın Güney’ine kadar olan kısımları aldılar. Bunu izleyen süreçte Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya giriş yapıp Doğu ve Orta Anadolu’ya harekatlar düzenleyip ganimetler elde ettiler. Kayseri, Konya ve Ankara’ya kadar ilerleyip tekrar aynı yoldan geri döndüler. (Sevim, 2000, s.14)

Bunun yanı sıra Anadolu’ya giren bir diğer Türk Boyu ise Hazarlar’dır. Bizans’a karşı akınlar yapıp Anadolu’ya girip bölgedeki Arap Emirliklerini yıkmıştır. (Güzel ve Seferoğlu, 1986,s.38) Anadolu’ya sadece Kafkas bölgesinden değil Balkanlar üzerinden gelen Türk göçleri de vardır. Balkanlarda gelen Türklerle ilgili kısmı konunun bütünlüğü açısından Abdullah Kaya’dan naklediyoruz;

“530 yılında Bizans tarafından bozguna uğratılan Bulgar Türklerinin bir bölümü, Anadolu’ya geçirilerek Trabzon havalisi ile Çoruh ve Yukarı Fırat bölgelerine iskân ettirilmişlerdi.

Bizans imparatoru II. Justinyen ve Heraklius, Farslılar ile savaşmaları için Avar Türklerinden bir kısmını Balkanlardan Anadolu’ya getirerek doğuda İran sınırlarına yerleştirmişlerdi. Yine 755 senesinde Bizans İmparatoru V.Konstantinos, Bulgar Türkleri’nin bir kısmını Araplarla savaşmaları için Balkanlardan Anadolu’ya getirip Tohma ve Ceyhan havzalarına iskân ettirmişti. Bulgar Türklerinin dışında Avar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleri de Bizans ordusunda önemli hizmetlerde bulunmuşlardı. Bunlar Bizans tarafından Fars, Arap ve Ermenilere karşı topraklarını korumak üzere Balkanlardan Anadolu’ya geçirilip değişik yerlere iskân ettirilen Hıristiyan Türkleridir. Bu Türkler Anadolu’nun yerleşme tarihinde önemli rol oynamışlardır. Bunlar Oğuz Türklerinden evvel Anadolu’ya gelmiş buralarını yurt edinmişlerdi. Bu Türklerden Kuman-Kıpçakların Anadolu’ya gelişleri iki yoldan olmuştur. Gürcistan üzerinden Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’e yerleşenler ile Bizans tarafından sınırları korumak üzere Balkanlardan getirilenler. Değişik nedenlerden dolayı Anadolu’ya gelen Türklerin çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya iskân ettirilmişlerdi. 1065 senesinde Tuna nehrini geçen Uzların 600 bin, daha evvel güneye inen Peçeneklerin 800 bin kişi olmaları ve bunların Anadolu’ya yerleşmesinin iki asra yakın devam etmesi, Balkanlardan Anadolu’ya gelen Türklerin hiç de azımsanamayacak kadar çok olduğunu göstermektedir. Bizans, Balkanlardaki Hıristiyan Türkleri özellikle Müslümanlarla savaştırmak üzere hudut bölgelerine yerleştirmişti. Bundan dolayı Kapadokya ile Toros geçitlerinde Hıristiyan Türkler oldukça fazla bir yoğunluğa sahipti. Malazgirt Zaferi’nden sonra Müslüman Türklerle iç içe yaşayan bu insanlar dinleri olan Hıristiyanlığı ve dilleri olan Türkçeyi uzun süre korumuşlardı. Türkmen akıncılarının Anadolu kapılarına kadar uzanmasında, X. yüzyıldan önce diğer Türk kavimlerinin Anadolu’ya yapmış olduğu akınlarının payı büyüktür.”7


Böylelikle Anadolu’nun çok eski tarihlerden beri Türk yurdu olduğunu belirtmek ayrıca bu Türk kitlelerinin Anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk kültürünün korunmasında ve Anadolu’yu koruyan bir tampon kitle konumunda olmasında önemli bir vazife üstlendiklerini söylemek yanlış olmaz.

 OĞUZ TÜRKLERİNİN ANADOLU’YA GELİŞ SÜRECİ

 Bu dönemde Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş sürecini incelemeliyiz. Çünkü bu dönemde Türkler Selçuklularla ile birlikte Anadolu’ya göç etmeye başladılar. Bu yüzden Selçuklu tarihi mühim bir nitelik kazanmaktadır. Devlete ismini veren Selçuk Bey Oğuz Yabgu Devletinde Sübaşı (Ordu Komutanı) görevindeydi. Zaten Selçuk Bey’in babası da yine aynı şekilde Oğuz Yabgu Devleti’nde Sübaşı idi. Selçuk Bey’i de kendi gibi yiğit bir asker olarak yetiştirdi.

Ancak Dukak8 ölünce Oğuz Yabgu hükümdarı babası gibi yetenekli olan Selçuk Bey’i henüz 18 yaşındayken Selçuk Bey’i Sübaşılığa getirdi. Ancak onun bu görevi gelmesiyle her geçen gün itibarını arttırması ve kurultayda Yabgu’nun belirlediği protokole göre değil de onun bir üst makamına oturması hükümdar ile Selçuk Bey’in arasını açmıştır.

Bu sebeple Selçuk Bey’in hayatı tehlikeye girince mahiyetini ve kendisine bağlı askerleri alarak Cend şehrine gelerek buraya yerleşti.9 Türkler ile İslam ülkeleri arasındaki sınırda bulunan Cend şehri yine Oğuz Yabgu Devleti’ne bağlı çoğunluğu Müslüman olan bir şehirdi. Selçuk Bey buraya gelince radikal bir karar alarak Müslümanlığı seçti ve burada varlığını koruma mücadelesi verdi. Selçuk Bey’in yaktığı bu mücadele ateşi daha sonra Arslan Yabgu ve torunları Tuğrul ve Çağrı Bey’ler ile daha da ileri bir noktaya taşındı. Maveraünnehir ve Horosan’da Karahanlı ve Gaznelilere karşı savaşıldı. Sonuç itibariyle Selçuklular; Gaznelileri Serahs’ta (1038) savaşıyla yenip devletin temelini attılar. 1040 Dandanakan Savaşıyla beraber resmen bağımsızlıklarını ilan ettiler.10

Selçuklu Beylerinin ilk hedeflerinden birisi de İslam aleminin birliğini ve bütünlüğünü korumak olmuştur. Çünkü İslam dünyası çeşitli idareciler yüzünden bölünmüş ve fetihler artık durmuştu. Bu nedenle devletin ilk sultanı Tuğrul Bey başta olmak üzere Alp Arslan ve Melikşah gibi Selçuklu sultanları bu gidişatı değiştirmek için büyük uğraşlar vermişlerdir. Bunun yanı sıra İslam dünyasının en büyük rakiplerinden biri olan Bizans’ı da unutmayarak idaresi altındaki Anadolu topraklarına akınlar düzenlemeyi de unutmadılar.

İLK SELÇUKLU AKINLARI

 

Selçuklu Devleti adını kurucusu Selçuk Bey’den almıştır. Aynı zamanda Selçuklular Oğuzların 24 boyundan Kınıklara mensuptur. Selçuklular 11.yüzyılda Ceyhun’u geçip Gazneliler ile mücadele edip İran ve Azerbaycan’ın bir kısmını ilhak ettiler. Özellikle Selçuk Bey’in Cend’e gelerek orada radikal bir karar alıp Müslümanlığı seçmesi ile beraber Oğuzlar İran’ın Batısı, Azerbaycan ve Anadolu’nun Doğu kısımlarına tamamen yerleşen Selçuklular, Doğu Anadolu’ya 1015-1020 yıllarında girmişlerdir. Bu giriş Tuğrul ve Çağrı Beyler ile birlikte olmuş ancak Anadolu’yu vatan Savaşı 1048’de Pasinler Savaşı ve ardından 1071’de Bizans’a karşı kazanılan Malazgirt Savaşıyla Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. 1176’da yine Bizans’a karşı Miryokefalon Savaşı’nın kazanılmasıyla bu sefer Anadolu’nun tapusu alınmış oldu.

Konunun derinliğine girmeden önce Salim Koca’nın da yazdıklarımıza destek olması amacıyla eserinden bir bölümü nakletmeyi uygun görüyoruz;

“Dandanakan zaferiyle Türklüğün önüne İslam Dünyası, Malazgirt Zaferiyle de bütünüyle Anadolu açılmıştır.” Yine Salim Koca’dan alıntı yapacak olursak “Türkmen (Oğuz) kitleleri,

nasıl Dandanakan zaferinden sonra bir sel halinde İslam ülkelerine yayıldılarsa, aynı şekilde Malazgirt zaferinden sonra da tıpkı birbirini izleyen dalgalar halinde bölük bölük Anadolu’ya akarak, burada kendi hayat tarzlarına uygun buldukları sahalara yerleşmişlerdir.”11


Bu yeni topraklara akın edercesine gelen Türkler, Anadolu coğrafyasını besledikleri nüfus potansiyelleri ile Türkiye Selçuklu ve Osman İmparatorluğu gibi iki büyük devleti Türk ve dünya tarihine geçmesini sağlamıştır. Türklerin Anadolu’ya göç etmeleri Anadolu’nun

Türkleşmesi ve İslamlaşması açısından büyük önem teşkil etmiştir.


Özellikle 13.yüzyıl Anadolu için en önemli olay Moğol istilasıdır. Çünkü Moğollar geçtiği coğrafyada büyük değişiklikler getirmiştir. Yapıcı olmayan ama yıkıcı olan değişikliklerdir. Moğollar, Türkistan’da Türklere ağır baskılar uygulamıştır. Bununla da yetinmeyerek Anadolu’yu istila hareketlerine girişmiştir. Selçuklu Devleti ise bir sürü meseleler ile uğraşmak zorunda kalmıştır.

Bunlardan bazıları şunlardır; 1262’de Karamanlılar isyan ederek Konya üzerine yürümüşlerdir. 1276’da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı çıkmıştır. 1277’de Mısır Memlük Sultanı Baybars’ın, Hatıroğlu’nu desteklemek için Anadolu’ya girip Kayseri’ye kadar gelmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey 1277’de Konya’ya yeni bir sultan tahta çıkartma girişimi ile birlikte Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasi, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana gelmesi devleti iyice çöküş sürecine sokmuştur. Moğol İstilaları Anadolu’da Türklüğün kalıcı olmasına vesile olmuştur. Çünkü Moğol istilalarından kaçan Türkler Anadolu’ya gelerek ikinci büyük çapta bir Türk göçüne sebep oldu. Bu göçler neticesinde Anadolu’daki Türk nüfusu diğer unsurların çok üzerinde bir oran oluşturmuştur.

Türklerin Müslüman olmaları Anadolu’da İslamiyet Türklükle yoğrulup Türk-İslam medeniyetinin gelişme göstermesine neden olmuştur. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşması yeni gelen nüfusla daha da dinamik bir hal alarak kalıcı olma sürecine girmiştir. Çünkü 1243’de Moğollar ile yapılan savaşı Selçuklu’nun kaybetmesi ile devlet çöküş sürecine girmişse de uç noktalarda bulunan Türkmen komutanlar ve beyler tarih sahnesine çıkıp kendi beyliklerini kurmuşlardır. Böylelikle Anadolu’da yeni bir toplumsal yapı ile Türkleşme sürecine girmiştir (Turan, 1999, I:5; Turan, 2010:70-71).

Parçalanan Selçuklu Devleti’nden sonra beylikler bağımsızlıklarını ilan edip Anadolu’da nüfuzlarını arttırmıştır. Selçuklu Devleti’nin yönetimini ele geçiren Moğollar parçalanma sonucu oluşan bu beylikleri destekler görünmektedir. Moğol ordusunun beslenme ve zorunlu ihtiyaçlarını temini büyük bir ekonomik zorluk yaratmaktaydı. Halk vergiden belini doğrultamıyordu. Ayrıca Sultan Baybars da 1277 yılında Anadolu’daki bir Moğol ordusunu yok etmiştir. Bu durum Moğol Hükümdarı olan Abaka Han’ı kızdırmış böylelikle masum insanları katledilmesi emrini vermiştir. Selçuklu Devleti’nin Moğolların eline geçip aciz bir duruma düşmesi sonucunda “Uç Beyliklerini” doğal olarak savunma geçirmiştir.12

Uç Beylikleri, Moğollardan kaçan göçer Türkleri kendi yanlarına almak zorunda kalınca, onları yerleşme sahası bulmak için Bizans sınırlarına baskınlar yapılmıştır. Türkmen içinde beyliğinde barındırmaya çalışan uç beyliklerinden birisi de Osmanlı Beyliğidir. Buraya kadar anlattığım bu siyasal gelişmeler sonucunda Oğuz-Türkmen boylarının göç yönleri hep batı kısımları olmuştur. Böylelikle uçlardaki nüfus kitlesinin büyük bölümünü göçer Türkmenler oluşturmaktaydı. Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yılı olarak gösterilen 1299’a kadar, Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki hakimiyeti iyice bittiğini gösteriyordu. 13

SONUÇ

Türkistan coğrafyasından başlayan göç hareketleri sonucunda dünyanın değişik yerlerine yayılan Türkler bu göç yollarından birini de Anadolu olarak tercih etmiştir. Her ne kadar Türklerin gelmesinden sonra bölge Haçlı, Moğol ve daha sonra Osmanlı’nın son yıllarında işgale uğrasa da Anadolu’yu günümüze kadar elimizde tutmayı başarabilmişiz.

Özellikle bir konuya temas etmek istiyorum. Türklerin Anadolu’ya geldiğinde buranın yerli halkı ile karışıp homojen bir yapı olduğu hakkında söylentiler var. Bu söylentilerin hepsi asılsızdır. Makalede de anlattığım üzere Türkler Anadolu’yu keşif amaçlı harekatlar yaptıklarında bölgenin boş olduğunu ve kendilerine karşı gelecek büyük bir güç olmadığını gördüler. Ayrıca Türkler Anadolu’ya göç etmeye başladıklarında aynı zamanda Anadolu’nun yerli halkı da Batı’ya doğru Türklerin önünden kaçarak yer değiştirdiler. Özellikle Moğollardan kaçan Türkmenlerde Anadolu’ya kitleler halinde gelince Anadolu’da bir Türk nüfusunun sıkışma durumu meydana geldi. Böylelikle Anadolu’nun yerli halkından kat ve kat nüfus sayısı olarak üstün bir topluluk oluşmuş oldu. Bu durumlara bakarak Anadolu’da yerli halk ile Türklerin bütünüyle karışıp homojen bir yapı oluştu iddiası asılsız olmuş olur.

Sonuç itibariyle yapılan göçler sonucu Anadolu yurt tutulmuş, Osmanlı’nın uyguladığı iskan ve ismalet politikası ile vatanlaştırılmış ve Türkiye Cumhuriyet’i döneminde yapılan nüfus mübadelesi ile son şekli verilmiştir.

DİPNOTLAR

1 Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul, 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)

2 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.48

3 Ergünöz Akçora, “Türk Tarihinde Göçler ve Önemli Sonuçları”, Bilig,2/Yaz’96, Ahmet Yesevi Üniversitesi

5 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.70-73.

6 Abdullah Kaya, “Başlangıcından 1071’e Kadar Türklerin Anadolu’ya Akınları Hakkında Bir Değerlendirme”, Ekev Akademisi Dergisi, Yıl:18, Sayı:59, Bahar-2014, s.214

7 Abdullah Kaya, “Başlangıcından 1071’e Kadar Türklerin Anadolu’ya Akınları Hakkında Bir Değerlendirme”,

Ekev Akademisi Dergisi, Yıl:18, Sayı:59, bahar-2014, s.215

8 Ali Sevim ve Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1995, s.15

9 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.147

10 Faruk Sümer, Oğuzlar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1999, s.114

11 Salim Koca, Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Berikan Yayınevi, bas.2, Ankara, 2013,s.17

12 Ergin Ayan, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, say:13, Erzurum, 1999, s.278

     13 Ayan, a.g.m.,s.278


28 Mart 2021 Pazar

AHLAK ÇÖKERSE TOPLUM ÇÖKER

 

Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Başlıktan da anlaşılacağı üzere eğer bir toplumda ahlak çökerse toplumda çöker. Peki nasıl? Bu kadar kolay mı? Cevaplamaya çalışalım. İlk olarak bu süreç kişinin kendi ahlakının bozulması başlar, sonra da bunu topluma yansıtır. Ayrıca ahlaksızlıkların toplumda kabul görülmesi, bunun sonucunda ise iyice yaygınlaşıp kökleşmesi, en sonunda din, iman, örf, adet, gelenek, görenek, vatan, kültür, dil ve benzeri gibi değerlerimizin yavaş yavaş sönmesiyle birlikte toplumsal çöküşle karşı karşıya kalırız.

Toplumda yaygınlaşan cinayetler, kişilerin birbirlerine tahammülsüzlüğü ve bunun sonucunda ölüme varan kavgaların çıkması, insanların birbirlerinin hakkını gözetmemesi ve sürekli ben merkezli davranması, hayvanlara ve özellikle kendisini korumayan kişilere bilerek isteyerek yapılan işkenceler, toplumsal sapkınlığın artması toplumsal çöküşün örnekleridir. Tabi bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte tüm bunların önüne geçmek için ilk başta kişi kendi ahlakını düzeltmek ile işe başlarsa toplumsal olarak da düzelme evresine girmek kaçınılmaz olacaktır. Böylece topluma iyilik ve hoşgörü hâkim olacaktır. Allah Kur’an-ı Kerim Âl-i İmrân Sûresi 110. Ayette şöyle buyurmuştur:

“Siz insanlar içinde yaratılan en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü nehyeder ve Allah’a (doğru bir şekilde) iman edersiniz” [2]

İmam Gazali bu ayetin Kelbi[3] tarafından tefsirini şu şekilde açıklamıştır:

“Hem İslâm ümmetinin diğer ümmetlerden üstün olduğunu bildirmiş, hem de bu üstünlüğün neden ileri geldiğini ve sebebinin neler olduğunu açıklamıştır. Buna göre üstünlüğün sebebi, Allah Teâlâ’ya doğru bir şekilde ve samimi olarak iman etmek ve başta iman olmak üzere iyilikleri ve iyi şeyleri emretmek, bunların yayılmasına ve güçlenmesine çalışmak, küfür ve inkârın başta geldiği kötülükleri ve kötü şeyleri de nehyetmek, önlerini kesmek ve yok olmasına çalışmaktır.”[4] 

İyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek, topluma ve toplum içindeki herkese dünya ve ahrete yönelik türlü fayda ve menfaatler sağlayan çalışmalardır.  Ayrıca bu ayet-i kerime bize İslam toplumunun bu hayırlı çalışmaları terk ettiği ve daha kötüsü, Allah’a iman mevzuunda gerilediği takdirde, üstünlüğünü kaybedeceğini ve etrafındaki sürü ve kalabalıktan farkı kalmayacağını da bildirmiştir. Üstünlüğü insanların soyuna, fiziğine ve şekline değil, çalışmasına, ameline ve sahip olduğu inanca bağlamak, İslâm dinine mahsus bir değerlendirme tarzıdır. Bunu bildiren bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:

“Ey insanlar! Şüphesiz ki Biz sizi (Adem adındaki) bir erkekten ve (Havva namındaki) bir dişiden yarattık! (Hepinizin anne – babası bir olduğuna göre; soyla sopla iftiharın ne anlamı olabilir?) Böylece Biz sizi (birbirinize hava atasınız için değil,) tanışasınız (da kimin kime varis olacağını tespit edebilmek için soyları belirleyesiniz ve kimleri arayıp sormakla mükellef olduğunuzu anlayarak sıla-i rahim yapabilesiniz) diye bir takım kavimler ve kabileler yaptık! Şüphesiz Allah katında en değerliniz, (en zengininiz, en güzeliniz, şu soydan veya bu boydan olanınız değil), (Allah-u Te’âlâ’nın haramlarından son derece sakınarak) en ziyade takva sahibi olanınızdır! Muhakkak ki Allah, (sizi de amellerinizi de hakkıyla bilen bir) Alîm’dir; (görünen ve görünmeyen tüm halenizden hakkıyla haberdar olan bir) Habîr’dir.”[5]

Seyyid Kutub’un Fi Zılâl – İl Kur’an’da dediği gibi, “işte böylece bütün farklar ortadan kalkar ve böylece yeryüzündeki bütün çatışma ve düşmanlık sebepleri kaybolur, silinir. İnsanların birbiri ile kaynaşması ve yardımlaşması için apaçık ve muazzam bir sebep belirir. Böylece bu beliren sebebin altında yer almak için herkesin birbiri ile yarıştığı bir tek sancak yükseliyor. Bu da yüce Allah adına yükselen takva sancağıdır.”[6]

Eğer biz hâlâ kendimizi bir birey olarak düzletmez ve toplumu bozmaya devam edersek Yüce Allah bu konuda şöyle uyarıyor:

“Allah’ın, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattığını görmedin mi? Dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir.”[7]

Allah, kavimlerden birinin yerine bir diğer kavmi yeryüzünün halifeliğine, yönetimine geçirebilir.[8] Bu yüzden İslam’a tarih boyunca hizmet etmiş bir milletin torunları olarak öncelikle kendimizden başlayarak ahlakımızı düzeltip kötülük yerine iyilik yapmayı tercih edip bunun için mücadele edelim. Böylece hem kendimiz hem de toplum olarak huzur bulalım. İnanın o zaman ülkece üzerimizdeki sıkıntıların birçoğundan kurtulacağız.



 [1] Giresun Üniversitesi Tarih Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi’nde tarih tezli yüksek lisans öğrencisidir. Yazılarını kendi blogger sitesi olan https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com’da veya https://ayvansaray.academia.edu/KubilayMuhammet%C3%96zdemir’de yayınlanmaktadır.

   İletişim adresi(benimtarihim1923@gmail.com)

[2] Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmrân Sûresi, 110. Ayet

[3] Muhammed İbn-i Sâib el- Kelbi, hicri ikinci asır alimlerindendir. Revnek’ut Tefasir adlı tefsir kitabı meşhurdur. 146 senesinde vefat etmiştir.

[4] İmam Gazali, Kalplerin Keşfi (Mükâşefetu’l Kulûb), Yenişafak Kültür Armağanı, Çev: Abdûlhalik Duran, İstanbul 2005, s.123

[5] Kur’an-ı Kerim, Hucurât Sûresi, 13. Ayet; Tefsir eden: Mahmut Ustaosmanoğlu, Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, Yasin Yayınevi, İstanbul 2009, s.516

[6] Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an Hucurat Suresi 13. Ayet, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.9, s.333-334

[7] Kur’an-ı Kerim Meâli, İbrahim Sûresi 19. Ayet, Diyanet İşleri Başkanlığı, Baskı:19, Ankara 2010, s.257

[8] Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an İbrahim Sûresi 19. Ayet, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.6, s.418

 


21 Mart 2021 Pazar

ALLAH’I ANAN KALBİN HUZURU

 



                                                                                            Kubilay Muhammet Özdemir[1]

İlk insanın yaratılışından itibaren toplum birçok siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunların getirdiği çeşitli sıkıntılarla uğraşmıştır. Nasıl ki insanlar tarihte birçok sıkıntı ile uğraşmak zorunda olmuşlarsa günümüzde de çeşitli sıkıntılara maruz kalmışlardır. Bu sıkıntılar insanların yaşadığı hayat tarzına göre değişmekte olup stres, yalnızlık, ruhi bunalım gibi çeşitli problemlerle karşılaşma ve onları aşmak içinde çeşitli yöntemler aramaktır. Bu arayışlar genellikle sorunlardan kurtulmak, iç huzuru sağlamak amacıyla Hint ve Uzak Doğu kaynaklı dinlerin yöntemlerine yönelmişler veya modern hurafecilerden, istismar şebekelerinden medet umarak sorunlarını aşıp iç huzur bulabileceklerini zannetmişlerdir. Oysa inandığımız yüce dinimiz olan İslam’ın inanç ve ibadetlerine samimiyetle bağlı olan bir müminin bu tür yollara sapmasına hiç gerek yoktur.[2]

Peki sıkıntılarımızdan nasıl kurtulacağız ve iç huzurumuzu yani kalbimizi nasıl feraha kavuşturacağız?

Öncelikle şu bilinmelidir ki insanoğlunun yaratılarak dünyaya gönderilmesinin amacı imtihan edilmek içindir. İnsanoğlu yaşadığı süreçte çeşitli imtihanlara tâbi tutulur. Çünkü bu durum dünyada var oluşumuzun değişmez kuralıdır. Hayatımızda olan her şeyle sınanırız. Misal verecek olursak zengin birinin fakirlikle, sağlıklı bir bireyin hastalıkla kimisi evladıyla kimisi ailesiyle yani özetle hayatın bin bir çeşit zorluklarıyla bizi yaratan Allah tarafından imtihana çekiliyoruz. Hayatta olduğumuz sürede de bu imtihanlar sürecektir.[3]

Kur’an-ı Kerim bu gerçeği bize Bakara Sûresi 155. Ayette şöyle bildirmiştir:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjedele.”[4]

Mümin olan bir insanın yükümlüklerini yerine getirebilmesi için musibetler ile imtihan edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü müminler inançları uğruna ne kadar yükümlülüklere katlanırlarsa, inançlarının vicdanlarında kazanacağı değer o oranda yükselir. Ancak katlanamazsa daha ilk darbede her şeyini feda edebilir. Yani tamamen burada katlanılan bedel psikolojik bir bedeldir.[5] Bu psikolojik bedele katlanamayıp intihar etme teşebbüsüne girişenler veya ölümü temenni edenler olabilir, geçmişte de olmuştur. Bunu şu hadisten anlayabiliriz:

Enes (r.a.): “Hz. Peygamber (s.a.s)’i: “Ölümü temenni etmeyiniz” diye buyururken işitmemiş olsaydım, ölümü temenni ederdim” demiştir.[6]

Bu yüzden başımıza gelen musibetlere psikolojik olarak dayanmak ve sabretmek gerekir. Eğer insan başına gelen musibetlerin imtihan maksadına yönelik olduğunu, kendilerine acı da olsa sonunda mükâfatlarının tatlı olduğunu düşünüp sükûnet bulmaya çalışarak, taşkınlık yapmadan söz veya fiil halinde meşru olmayan bir tepki göstermeden dayanırsa yaşadığı ruhi bulanımdan daha çabuk kurtulacaktır. Şu da unutulmamalıdır ki musibetlere karşı sabır, sevap ve derece olarak en üstün olandır.[7]

Ebû Said el-Hudri (r.a.) ile Ebû Hureyne (r.a)’dan Hz. Peygamber (s.a.v.): “Müslüman bir kimseye, bir diken batmasından varıncaya kadar zorluk, hastalık, üzüntü, keder, eziyet ve tasadan bir şey başına gelirse, bunlardan dolayı Allah onun günahlarından bir kısmını örtüp siler.” Buyurmuştur.[8]

Şu da belirtilmelidir ki musibetlere karşı sevabın derecesi en büyük olduğu için Allah başta peygamberler olmak üzere sâlih kullarına çokça musibet vermiş, hatta bu musibetleri ağırlaştırmıştır. Yusuf aleyhisselâmın hayatı imtihan yumağıdır. Aynı şekilde Eyyup aleyhisselâmın musibeti dillere destandır. Yahya aleyhisselâmın boynu vurulmuş, babası Zekeriya aleyhisselâm başından aşağıya testere ile biçilmiştir. Muhammed aleyhisselâtu vesselam yirmi üç senelik nübüvvet döneminde kimsenin çekmediği cefalar çekmiştir. Diğer peygamberler de musibetler görmüş ve zorluklarla karşılaşmışlardır. Fakat hepsi de sabredip en yüksek derecede sevap almışlardır.[9]

Sabırla ilgili Kur’an-ı Kerim’de birçok ayetler vardır. “Ey İman Edenler Sabredin”[10], “Allah Sabredenleri Sever”[11]  Kur’an-ı Kerim Bakara Sûresi 153. Ayette ruhumuzu olgunlaştırmak, geliştirmek ve güçlendirmek için sabretmemiz gerektiğini, Allah’a kulluğun, teslimiyetin ve nimetlere şükrün en yüksek ifade biçimi olarak aktif ve düzenli bir hayat için ise Namaz kılmamızı ifade eden ayet şöyledir:

Ey İman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.”[12]

Çünkü dünyanın türlü gam ve kederlerine, çeşitli acı ve ıstıraplarına karşı, yanlarında seslerini duyan, dua ettiklerinde dualarına icabet eden Rablerini bulacaklardır.

Çünkü Allah kullarına “Şah damarından daha yakın”[13]dır. Yine Rabbimiz Mû’min Sûresi 60. Ayette şöyle demiştir: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.”[14]

Yüce Allah bizlere kalplerimizin nasıl huzur bulacağını Ra’d Sûresi 28. Ayette şöyle bildirmiştir:

“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”[15]

Seyyid Kutub, “Fî ZZılâl-İl Kur’an da Rad Sûresi’nin 28. Ayetini şöyle açıklamıştır:

“Allah’ı anmakla mümin kalplerde gerçekleşen bu huzur, gerçek ve köklü bir duygudur. Allah’a bağlı olmakla birlikte, O’nun yakınında bulunduğumuzun, O’nun yanında ve himayesinde güvencede olduğumuzu hissetmekle huzura kavuşacağımız bildirilmiştir. Bu nedenle sınanmaktan hoşnut olup, belalara karşı sabırlı olmalıyız. Şu yeryüzünde, Allah’a yakınlıktan doğan huzurdan yoksun olandan daha bedbaht birisi olamaz. Çevresindeki evrenle ilgisini kesmiş olarak şu yeryüzünde dolaşan birinden daha mutsuz, daha zavallı birisi olabilir mi? Çünkü o kişi, her şeyin hâkimi olan Yüce Allah ile arasındaki bağ kopmuş ve yeryüzüne niçin geldiğini ve neden gideceğini hayatta katlandığı şeylere neden katlandığını bilmeyen birisi kadar mutsuz ve bedbaht birisi olamaz. Çevresinde yer alan her şeyden ürken, sürekli korkarak yeryüzünde dolaşan birisi, bedbahtlığın girdabından yüzmektedir. Çünkü kendisi ile diğer varlıkları birbirine bağlayan gizli bağdan habersizdir.”[16]

Sonuç olarak; Başımıza gelen olaylara sabredip Allah’a sığınıp ondan yardım isteyerek dayanmalıyız. Ayrıca bu sabrın mükâfatının Allah katında çok olacağının bilincinde olarak hayatımıza devam etmeliyiz.



[1] Giresun Üniversitesi Tarih Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi’nde tarih tezli yüksek lisans öğrencisidir. Yazılarını kendi blogger sitesi olan https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com’da veya https://ayvansaray.academia.edu/KubilayMuhammet%C3%96zdemir’de yayınlanmaktadır.

   İletişim adresi(benimtarihim1923@gmail.com)

[2] Abdülkadir Erkut, “Kalpler Allah’ın Zikri İle Huzur Bulur”, Diyanet Aylık Dergisi, Sayı:362, Şubat 2021, s.33

[3] Hasan Aral, “İnsanın Yaratılış Gayesi ve Allah’a Karşı Görevleri”, https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=15610, Erişim Tarihi: 21.03.2021

[4] Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûresi, 155. Ayet

[5] Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.1, s.222

[6] Muhammed Fuad Abdülbaki, Müttefekun Aleyh Hadisler (Buhâri ve Müslim’in İttifak Ettiği Hadisler) , Yeni Şafak Kültür Armağanı, Çev: Abdullah Feyzi Kocaer, Hadis No: 1786, s. 706

[7] İmam Gazali, Kalplerin Keşfi (Mükâşefetu’l Kulûb), Yenişafak Kültür Armağanı, Çev: Abdûlhalik Duran, İstanbul 2005, s.26

[8] Muhammed Fuad Abdülbaki, Müttefekun Aleyh Hadisler (Buhâri ve Müslim’in İttifak Ettiği Hadisler) , Yeni Şafak Kültür Armağanı, Çev: Abdullah Feyzi Kocaer, Hadis No: 1729, s. 687

[9] İmam Gazali, Kalplerin Keşfi (Mükâşefetu’l Kulûb), Yenişafak Kültür Armağanı, Çev: Abdûlhalik Duran, İstanbul 2005, s.26

[10] Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Suresi, 200. Ayet

[11] Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Suresi, 146. Ayet

[12] Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûresi, 153. Ayet

[13] Kur’an-ı Kerim, Kaf Sûresi, 16. Ayet

[14] Kur’an-ı Kerim, Mü’min Sûresi, 60. Ayet 

[15] Kur’an-ı Kerim, Ra’d Sûresi, 28. Ayet 

[16] Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kur’an, Dünya Yayıncılık, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, C.6, s.362

14 Mart 2021 Pazar

KUTSAL KİTAPLARIN EŞCİNSELLİĞE BAKIŞI


 

Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Dünyada giderek yaygınlaşan ve hatta normalmiş gibi kabul görülen bununla birlikte yasal bir çerçeveye oturtulan eşcinsellik LGBT dernekleri tarafından Türkiye’de de yaygınlaştırılmak ve toplum nezdinde kabul görülmesi için çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca bu çalışmalar yapılırken de insan hakları vurgusu yapılarak Avrupa’dan destek almak amaçlanmıştır. Bu konuyla ilgili Prof. Dr. Ergün Yıldırım bu konuyla ilgili şöyle söylemiştir:

Eşcinseller yaşam tarzlarını hırçın, dayatmacı, baskıcı bir dil kullanarak topluma sunuyorlar. İnsanlar eleştirilerini ortaya koymaktan bile çekiniyor. En normal eleştiri bile homofobik ve nefret suçu olarak damgalanıyor. Oysa demokratik toplumlarda eleştiri en doğal haktır. Eşcinsellik, toplumsal ve inanç olarak yüzyıllardır süregelen kadın, mahremiyet ve ahlak kültürümüzü ters yüz eden; bunları parçalayan, alaşağı eden tutum ve nitelikler taşıyor.”[2]

Dünyada, eşcinsel evlilikleri yasal bir zemine oturtan 10 ülkeden 8’i Avrupa’dadır. Diğer 14 Avrupa ülkesinde ise medeni birliktelik adı altında farklı türdeki eşcinsel birlikteliklerde yasallaşmıştır. Bu nedenle LGBT toplulukları verilen haklar doğrultusunda diğer ülkelere nazaran Avrupa’dan özellikle de Avrupa Birliği’nden memnuniyetlerini belirtmişlerdir.[3]

Ancak başta Avrupa olmak üzere diğer toplulukların dini inançlarına bakıldığında zina ve eşcinsellik yasaklanmıştır. Her ne kadar tahrif edilmiş olsa da günümüze ulaşan Tevrat, Zebur, İncil’de de zina ve eşcinsellik yasaklanmıştır.

Tevrat’ta Tanrı’nın insanları erkek ve dişi olarak yarattığını, erkek ve dişi olan bu iki farklı cinsin birbirinden türemesini yazmıştır. Bu anlatılan olayın metni aynen şöyledir:

1: 27 Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.    İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.

1: 28 Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.”[4]

Yine Tevrat’ta “Mısır’dan Çıkış” bölümünde zinanın yasak olduğu ifade edilmiştir.

20: 14 Zina etmeyeceksin.”[5]

Ayrıca Tevrat’ta zina edenlerle ilgili verilen birçok ceza yasaları da vardır. Yine bununla birlikte Tevrat’ta “Yasak İlişkiler” bölümü olan Levililer ile ilgili kısımda erkek erkeğe yani eşcinsellik yasaklanmıştır. Tevrat’ta geçen ifade aynen şöyledir:

18: 22 Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir.”[6]

Zina ve Eşcinselliğin yasak olmasının yanında bir de başka kimlerle ilişkiye girmenin yasak olduğunu detaylıca şu ifadelerde görülmüştür. Tevrat’ta geçen ifadeler şu şekildedir:

18: 6 “‘Hiçbiriniz cinsel ilişkide bulunmak için yakın akrabasına yaklaşmayacak. RAB  benim.

18: 7 Annenle cinsel ilişkide bulunarak babanın namusuna dokunmayacak-sın. O senin annendir. Onunla ilişki kurmayacaksın.

18: 8 Babanın karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Babanın namusudur o.

18: 9 Annenden ya da babandan olan, ister seninle aynı evde doğmuş olsun, ister olmasın üvey kız kardeşlerinden biriyle cinsel ilişki kurmayacaksın.

18: 10 Kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onla-rın namusu senin namusundur.

18: 11 Babanın evlendiği kadından doğan kızla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babandan olmadır, senin kızkardeşin sayılır.

18: 12 Halanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o babanın yakın akrabası-dır.

18: 13 Teyzenle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o annenin yakın akraba-sıdır.

18: 14 Amcanın namusuna dokunmayacaksın. Karısına yaklaşmayacaksın, çünkü o senin yengendir.

18: 15 Gelininle cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü oğlunun karısıdır. Onun-la ilişki kurmayacaksın.

18: 16 Kardeşinin karısıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü o kardeşinin namusudur.

18: 17 Bir kadının hem kendisiyle, hem kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Kadının kızının ya da oğlunun kızıyla cinsel ilişki kurmayacaksın. Çünkü onlar kadının yakın akrabasıdır. Onlara yaklaşmak alçaklıktır.

18: 18 Karın yaşadığı sürece onun kızkardeşini kuma olarak almayacak ve onunla cinsel ilişki kurmayacaksın.

18: 19 “‘Âdet gördüğü için kirli sayılan bir kadınla cinsel ilişki kurmayacak-sın.

18: 20 Komşunun karısıyla cinsel ilişki kurarak kendini kirletmeyeceksin.

18: 21 İlah Molek’e ateşte kurban edilmek üzere çocuklarından hiçbirini vermeyeceksin. Tanrın’ın adına leke getirmeyeceksin. RAB benim.

18: 22 Kadınla yatar gibi bir erkekle yatma. Bu iğrençtir.

18: 23 Bir hayvanla cinsel ilişki kurmayacaksın. Kendini kirletmiş olursun. Kadınlar cinsel ilişki kurmak amacıyla bir hayvana yaklaşmayacak. Sapıklıktır bu.

18: 24 “Bu davranışların hiçbiriyle kendinizi kirletmeyin. Çünkü önünüzden kovacağım uluslar böyle kirlendiler.”[7]

Bir başka tahrif edilmiş olsa da günümüze ulaşan Zebur’un 50. Bölümü olan “Mezmur”da da zina konusu şöyle ifade edilmiştir:

50: 16 Ama Tanrı kötüye şöyle diyor:

           Kurallarımı ezbere okumaya

          Ya da antlaşmamı ağzına almaya ne hakkın var?

50: 17 Çünkü yola getirilmekten nefret ediyor,

         Sözlerimi arkana atıyorsun.

50: 18 Hırsız görünce onunla dost oluyor,

          Zina edenlere ortak oluyorsun.

50: 19 Ağzını kötülük için kullanıyor,

          Dilini yalana koşuyorsun.

50: 20 Oturup kardeşine karşı konuşur,

          Annenin oğluna kara çalarsın.

50: 21 Sen bunları yaptın, ben sustum,

          Beni kendin gibi sandın.

         Seni azarlıyorum,

         Suçlarını gözünün önüne seriyorum.

50: 22 “Dikkate alın bunu, ey Tanrı’yı unutan sizler!

           Yoksa parçalarım sizi, kurtaran olmaz.

50: 23 Kim şükran kurbanı sunarsa beni yüceltir;

          Yolunu düzeltene kurtarışımı göstereceğim.”[8]

Zebur’un 50:18’deki kısımdan anlaşıldığı üzere zina hoş karşılanmamıştır.

Bir başka tahrif olunmuş kitap olan İncil ise eşcinselliği utanç verici ve sapıklık olarak nitelendirmiştir. İncil’de bu açıklama “Pavlus’tan Romalılar’a Mektup” bölümünde şu şekilde ifade edilmiştir.

Rom. 1:25 Tanrı’yla ilgili gerçeğin yerine yalanı koydular. Yaradan’ın yerine yaratığa tapıp kulluk ettiler. Oysa Tanrı sonsuza dek övülmeye layıktır. Amin.

Rom: 1-26 İşte böylece Tanrı onları utanç verici tutkulara teslim etti. Kadınları bile doğal ilişki yerine doğal olmayanı yeğlediler.

Rom. 1:27 Aynı şekilde erkekler de kadınla doğal ilişkilerini bırakıp birbirleri için şehvetle yanıp tutuştular. Erkekler erkeklerle utanç verici ilişkilere girdiler ve kendi bedenlerinde sapıklıklarına yaraşan karşılığı aldılar.

Rom. 1:28 Tanrı’yı tanımakta yarar görmedikleri için Tanrı onları yararsız düşüncelere, yakışıksız davranışlara teslim etti.”[9]

İncil’de “Pavlus’tan Korintliler’e Birinci Mektup” kısmının altıncı bölümündeki davalar kısmında eşcinsellikle ilgili bir başka ifade ise aynen şöyledir:

“1.Ko.6:9-10 Günahkarların, Tanrı egemenliğini miras almayacağını bilmiyor musunuz? Aldanmayın! Ne fuhuş yapanlar Tanrı’nın egemenliğini miras alacaktır, ne puta tapanlar ne zina edenler ne oğlanlar ne oğlancılar ne hırsızlar ne açgözlüler ne ayyaşlar ne sövücüler ne de soyguncular.”[10]

Tevrat, Zebur ve İncil’deki bu ifadelerden anlaşıldığı üzere zinanın ve eşcinselliğin yasaklanmasına rağmen Avrupa’nın bu ahlaki çöküntüyü yasal zemine oturtması çok şaşırtıcıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de başlangıçta erkek ve dişinin birbirleri için yaratıldığını ve bu ilişkinin doğal olduğunu çünkü insanların üremesi gerektiğini bildirilmiştir. Aynı zamanda bu kitaplarda zinanın ve eşcinselliğin yasaklandığı bununla birlikte bu tür ahlaksızlıkları yapanların Tanrı tarafından cezalandırılacağı açıkça ifade edilmiştir.

En son hak din olan İslam’ın rehberi Kur’an’da da canlı varlıkların soylarının devamı için üremesi gerektiğine ve bu da ancak erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetlerine bağlı olduğu bu yüzden canlı varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış olduğu bildirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in Ra’d Sûresi 3. Ayetinde:

“O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır.*[11] O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.”[12]

Kur’an-ı Kerim Şûra Sûresi’nin 11. Ayetinde:

“O gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden (kendi türünüzden) eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”[13]

Hucurât Sûresi’nin 13. Ayetinde ise:

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.”[14]

Ayrıca canlıların dişi ve erkek olarak yaratılmasının yanında bu ilişkilerin sağlıklı bir biçimde yürümesi için Kur’an-ı Kerim zina ile ilgili uyarılarda bulunmuştur. İsrâ Sûresi 32. Ayette:

“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”[15]

Tüm bunlarla beraber normal cinsi tabiata aykırı düşen yollardan cinsi tatmin sağlanması İslam’da hiç tasvip edilmemiştir.[16] Bu sebeple Kur’an-ı Kerim eşcinselliğe karşı çıkmış bu davranışları yapan Lût Kavmini çok sert bir dille tenkit ve reddetmiştir.

Eşcinsellikle ilgili Kur’an-ı Kerim’de Arâf Sûresi’nin 81. Ayetinde:

“Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz”[17]

Hûd Sûresi 78. Ayette:

“Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, dedi ki: ‘Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir.*[18] Allah’a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?”[19]

Yine Hûd Suresi’nin 82,83. Ayetinde eşcinsellerin başına gelen azaptan bahsedilerek şöyle denilmiştir:

“(Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.”[20]

Lût Peygamberin kavmini eşcinsellik konusunda uyardığı Şu’arâ Sûresi’nin 165-174. Ayetlerinde şöyle görülmüştür:

“165,166. Ayette; ‘Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor da insanlar arasından erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Siz gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz.’

167. Ayette; Dediler ki: ‘Ey Lût! (işimize karışmaktan) vazgeçmezsen mutlaka (şehirden) çıkarılanlardan olacaksın!’

168. Ayette; Lût, şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben sizin yaptığınız bu çirkin işe kızanlardanım.’

169. Ayette; ‘Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işlerden kurtar.’

170,171. Ayette; Bunun üzerine biz de onu ve geri kalanlar arasındaki yaşlı bir kadın hariç bütün ailesini kurtardık.

172. Ayette; Sonra diğerlerini helâk ettik.

173. Ayette; Onların üzerine bir yağmur (gibi taş) yağdırdık. (Başlarına gelecekler konusunda) uyarılanların yağmuru ne kadar da kötü idi.

174. Ayette; Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.”[21]

İslam’ın kutlu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’de erkeğin kendi eşine tenasül organından değil de arka uzvundan yaklaşmasını “küçük livata” olarak adlandırmış ve kesin olarak yasaklamıştır.[22] Öte yandan, hayvanla cinsi temas kurulması da iğrenç görülmüş, bu hareket ağır bir suç ve günah sayılmıştır.[23] El ile cinsi tatmin sağlanması da yine hoş görülmeyen bir davranıştır. Bu anlatılanlara ilave olarak Hz. Peygamber kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiş[24] ve bu tipler için bazı yaptırımları yürürlüğe koymuştur.[25] Ayrıca, erkekler için yasakladığı cins ve renkteki giyecekleri erkek çocuklar üzerinde görünce hoşnutsuzluk gösterip müdahale etmiştir.[26]

Sonuç itibariyle tahrif edilmiş kitaplardan Tevrat, Zebur ve İncil başta olmak üzere son hak din İslamiyet’in kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de eşcinsellik kesinlikle yasaklanmış, çirkinlik ve sapıklık olarak belirtilmiştir. Bu tür davranışlarda bulunanların başlarına azap edici cezalar verileceği ifade edilmiştir. Bu sebeple Avrupa’da ahlakın çökmesi ve bu durumun normalmiş gibi yasalaşmasıyla başlayan bu sürecin Türkiye’ye sirayet ettirilmeye çalışılması önlenmeli ve gençlerimizin bu eşcinsellik (LGBT) gibi sapkınlıklara kurban verilmemesi için bir takım önlemler alınmalıdır.

 



[1] Giresun Üniversitesi Tarih Bölümü ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi’nde tarih tezli yüksek lisans öğrencisidir. Yazılarını kendi blogger sitesi olan https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com’da veya https://ayvansaray.academia.edu/KubilayMuhammet%C3%96zdemir’de yayınlanmaktadır.

[2] Ergün Yıldırım, “Mahremiyetimize, Ahlakımıza Saldırıyorlar: LGBT terörüne son verilmeli”, https://www.milatgazetesi.com/haber/mahremiyetimize-ahlakimiza-saldiriyorlar-lgbt-terorune-son-verilmeli-5450/?fbclid=IwAR3dv4pk2NHodv_gXaiLFr3Kd2hM3awmLUIhTf7b62s8HlvUikr7qngX7UM, Erişim Tarihi: 13.03.2021

[3] “Avrupa’da LGBT Hakları”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Avrupa%27da_LGBT_haklar%C4%B1, Erişim Tarihi: 13.03.2021

[4] Tevrat, “Dünyanın Yaratılışı 1:27 – 1:28”, s.3

[5] Tevrat, “Mısır’dan Çıkış 20:14”, s.139

[6] Tavrat, “Yasak İlişkiler Levililer 18:22”, s.221

[7] Tevrat, Yasak İlişkiler Levililer, 18:6 – 18:24, s.220-221

[8] Zebur “Mezmurlar 50:16 – 50:23”, s.67-68

[9] İncil, “Pavlus’tan Romalılar’a Mektup Rom. 1:25 – 1:28”

[10] İncil, “Pavlus’tan Korintliler’e Birinci Mektup 1. Ko. 6:9-10”

[11] Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamasına göre; Botanik biliminin açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere bitkilerde üreme, erkek ve dişi organlar vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu erkek ve dişi organlar bazen aynı çiçekte, bazen ayrı çiçeklerde, bazen de hurmada olduğu gibi ayrı ağaçlardaki çiçeklerde olabilmektedir. Kur’an-ı Kerim Meâli, “Ra’d Sûresi 3. Ayet”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Bas:19, Ankara 2010, s.248

[12] Kur’an-ı Kerim, “Ra’d Sûresi 3. Ayet”; Yine Ta-ha Sûresi 53. Ayet’te Yasin Sûresi 36. Ayette ve Zâriyât Sûresi 49. Ayette insanların ve bitkilerin dişi ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı bildirilmiştir.

[13] Kur’an-ı Kerim, Şûrâ Sûresi, 11. Ayet

[14] Kur’an-ı Kerim, “Hucurât Sûresi 13. Ayet; Fatır Sûresi 11. Ayet ve Necm Sûresi 45. Ayette de aynı şekilde cinsiyet farklılığının hayatın devamlılığı, sürekliliği ve düzeni için zaruriyetini ifade etmişlerdir.

[15] Kur’an-ı Kerim, “İsrâ Sûresi 32. Ayet”; En’âm Sûresi  151. Ayet’te aynı şekilde zinanın çirkin bir iş ve hayasızlık olarak nitelendirilmiştir.

[16] İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125

[17] Kur’an-ı Kerim, Arâf Sûresi 81. Ayet

 [18] * Bir peygamber, gönderildiği kavmin manevi babası sayılır. Bu itibarla gönderildiği toplumun kadınları o peygamberin manevi kızları mesabesindedir. Burada Lût Peygamber, kavmini içine düştükleri cinsel sapıklığı (erkeğin erkekle cinsel ilişkisi) terk edip meşru ve doğal ilişkiye dönmeleri ve kadınlarla nikâhlanmaları konusunda uyarmaktadır.

[19] Kur’an-ı Kerim, “Hûd Sûresi 81. Ayet”

[20] Kur’an-ı Kerim, “Hûd Sûresi 83. Ayet”

[21] Kur’an-ı Kerim, “Şu’arâ Sûresi 165 – 174. Ayetler”; Ankebût Sûresi 28-30. Ayetleri de aynı konu üzerindeki ayetlerdir.

[22] Ebu Davud, “Nikah”, 45; Tirmizi, “Taharet”, 102; İbn Mace, “Nikah”,29; Aktaran: İlmihal İslam ve Toplum,      Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125

[23] Ebu Davud, “Hudûd”, 30; Tirmizi, “Hudûd”, 23; Aktaran: İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125

[24] Buhari, “Libas”, 61-62; Ebû Davud, “Libas”, 30

[25] Buhari, “Libas”, 61; Müslim, “Selam”, 62

[26] Müsned, IV, 171; 23,24,25. Dipnotları aktaran; İlmihal İslam ve Toplum, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.2, Ankara 2010, s.125

 


Diğer Yayınlar