6 Mayıs 2021 Perşembe

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI VE MATÜRİDİLİK







Kubilay Muhammet Özdemir[1]

Türk milleti hiçbir zaman dinsiz bir topluluk olmamış ve putperestlikte yapmamışlardır. Türklerin büyük bir topluluğu İslamiyet’ten önce “Gök Tanrı”ya inanmışlar ve İslam’daki tek Allah inancı ile ölümden sonraki hayat gibi benzerliklerin olması neticesinde İslam’a gönül rızasıyla bölük bölük geçerek Müslüman olmuşlardır. Hatta Türkler, Gök Tanrı inancını yaşarlarken İslamiyet’in bazı benzer ritüellerini uygulamışlardır.

Şöyle ki aynı dönemde Arap toplumu cahiliye devri zamanında putlara taparlarken Türkler göğe doğru ellerini açıp dua etmiş ve Yenisey ırmağının kenarında Tanrı için kurban kesmişlerdir. Daha sonra Arap toplumu Hz. Muhammed (a.a.s)’in peygamberliğinde İslamiyet’e girmiştir. İslam’a inananların çoğalması ve yayılmasıyla Türkler ilk defa Müslüman Araplarla Kafkasya üzerinden Hazar Türkleri, Horasan üzerinden de Göktürkler ile karşılaşmışlardır. Ancak Türklerin İslâmlaşması 300-350 yıl kadar sürmüştür. Oğuzlar iki asırda, Kıpçak Türkleri de 14. yy başlarında İslâmlaşmışlardır. Böylece Türkler Müslümanlığa eski inançlarını da taşımışlardır. İslâm’ı aynen benimseme yerine kendi inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturmuşlardır. Bu sentez, İslâm’ın “Orta Asyalılaşması” olan ve başında Hoca Ahmet Yesevî’nin bulunduğu İslâm’ın sufî yorumu olmuştur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Türkler arasında İslâmiyet’i, dinin şer’î kurallarını önemsemeyen, dini sufîce yorumlayan, halkın benimseyeceği biçimde ifâde eden ve halkın eski inançları ile yeni dini kaynaştıran “sufîler” yaymıştır.

9. ve 10. y.y. da Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar, tıpkı şaman dedeler gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında, uzun süren yolculuklar sonunda Anadolu’ya ulaşmışlardır. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gâzi gibi ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergâhlar açmışlardır. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş-ı Velî’ler, Ahî Evran’lar, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler ve Yûnus Emre’ler gibi kişiler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kolları olmuşlardır.

Hatta bu anlayış 638 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir beylikten imparatorluğa dönüşmesini de sağlamıştır.

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselmesi üç temele dayanır. Bunlar; Türklerin Orta Asya’dan beri yaşattıkları örf, adet ve gelenekler, İslamiyet ile birlikte kazanılan kültür değerleri ve Ön Asya, Anadolu ve Rumeli’nde karşılaştıkları toplumlardan aldıkları kültür unsurlarıdır.”[2]

Kuruluş dönemi kaynaklarına baktığımız da Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu derin saygı ve hürmet ile onun izinden giden Orhan Gazi, I.Murat ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri saygı ve nezaket Osmanlı medeniyeti hakkında bize bir fikir vermektedir.[3] Bu yüzdendir ki Osmanlı yöneticileri Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Balkanlara yerleşmesinde de maneviyata çok önemli katkıları olan dervişlerin aktif rolleri olmuştur.

Doğuda Timur baskısı ile Anadolu’ya gelen Türkmen göçleriyle beraber bu bölgeye çok sayıda derviş de gelmiştir. Dervişler fetih ve iskân, sosyal hayat ve kültür hayatı üzerinde çok önemli etkiler bırakmışlardır.[4] Osman Bey’in Bizans İmparatorluğu karısındaki fetih ve zaferlerinin arkasındaki Alp Gündüz’ü, Gazi Rahman’ı, Akça Koca’yı ve Köse Mihail gibi büyük gaziler kadar, İslam aleminin değişik yerlerinden gelen özellikle de Horasan’dan gelen Sadreddin Konevi’yi, Mevlana Celaleddin Rumi’yi, Dursun Fakih’i, Şeyh Edebali’yi, Ahi Evran’ı ve Şeyh İlyas Baba gibi erenleri de görmek ve hissetmek lazımdır. Nitekim başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı padişahları görmüş ve hissetmişlerdir.[5] Sultan Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde Lala Şahin ve Hayrettin Paşa kadar Molla Davud-ı Kayseri’nin, Çandarlı Kara Halil’in, Karaca Ahmed’in ve Geyik Baba gibi önemli şahsiyetlerinde payları vardır. Sultan Murat Kosava’da destan yazarken yanında savaşan Gazi Evrenos, Kutlu Beğ, Kara Timurtaş ve Hacı İl Beğ’in öneminin olduğu kadar, Molla Muhammed Cemalüddin Aksarayi, Molla Fenari, Karaca Efendi ve Şeyh Hacı Bektaş gibi velilerinde manevi anlamda önemi ve katkıları vardır.[6] Osmanlı Devleti’ne yönetimin, paşaların bir şeyler kattığı kadar din ehli adamların da devletin yükselmesinde, genişlemesinde ve gittiği yerde tutunmasında önemli rol oynadığı aşikârdır.

İşte Türk milleti İslam’ın özünü yaşayarak birçok zaferler elde etmiş ve sosyal hayatlarından da en güzel şekilde tatbik ederek İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Böylece Türklerin inanç düşüncesini şu şekilde açıklayabiliriz:

“Türk dindarlığının itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır. Bu üçü birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline gelmiştir. Başka bir deyişle onlar Türk Müslümanlığının veya Türk tarzı dindarlığın üç sacayağını oluşturmaktadır. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır.  Kelami bir düşünce ekolü olan Maturidilik ve ahlakî bir sistem öneren Yesevilik, Türklerin eseridir. Dışardan ithal değildir. Hanefiliğe gelince, Kufe ve Bağdat’ta Ebu Hanife ve öğrencileri öncülüğünde oluşmaya başlamışsa da, Hanefî fıkhı ve fıkıh usulü Türkistan uleması tarafından sistemleştirilmiş ve özellikle usul konusunda onlarca eser kaleme alınmıştır.”[7] 

İşte bu makalede Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu oluşturan Maturidilik hakkında kısaca bilgi vereceğiz.

MATÜRİDİLİK

Akaid konusunda Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Mâtürîdî’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır.[8] Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan  “Matürid” de[9]  852 yılında doğmuştur.[10] Türk âlimi olan Maturidi’nin[11] eseri incelendiğinde “kelâm”, “mezhepler tarihi”, “fıkıh usulü” ve “tefsir” alanlarında bilgili olduğu görülmüştür. Eserlerinde Ehl-i sünnet’in temel prensiplerini hem ayet ve hadislerle hem de akli deliller ile savunmuş, özellikle Mu’tezile ve Şia’nın görüşlerini tenkit etmiştir. 944 yılında Semerkant’ta vefat etmiştir.[12]

Matüridilik, tarih boyunca Türk kültür çevresinde ortaya çıkmış ve yayılarak günümüze kadar gelmiş, Türk kültüründe bir dini (kelâmi) ekoldür.[13] Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra ibadet ve sosyal ilişkilerini İmam-ı A’zam Ebu Hafine göre düzenlemişler, inanç ilkelerinde (akaid’de) de Matüridi’nin sitemini benimsemişlerdir.[14] Matüridi’nin yaşadığı dönemde İslam dünyası siyasi ve fikri ayrışmalar içerisindeydi. Tarihçilerden bazıları bu fikri ayrışmanın sebebi başta Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vefat etmesiyle çıkan hadiselere bağlamışlardır. Çıkan olayların bize şu sonucu göstermiştir ki o günkü Müslüman toplumun arasına farklı yorumlamalar meydana gelmiştir. Bir tarafın mümin dediklerine diğer tarafın kâfir dediği görülmüştür. Bu nedenle bütün farklı gruplar kendi görüşlerini ispat etmek için Kur’an ve hadislerden deliller bulma yoluna giderek kanıtlamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda yeni fetih hareketlerinin meydana getirdiği yabancı din ve kültürlerle kurulan temas sonucunda ayrılıklar daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir sürü dini gruplar ortaya çıkmıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirler taşıdığı tespit edilen bu akımlara karşı İslam dinini akılcı bir yolla savunmak iddiasıyla Mutezile ortaya çıkmıştır. Bu mezhep, Emevi ve Abbasi halifelerinden bazılarının da desteğini almıştır. Özellikle Halife Vasık dönemi Mutezilerin altın çağı olmakla beraber bu mezhepten olmayanlara karşı yapılan zulüm ve baskılarla tarihe geçtiği dönem olmuştur.[15] Mutezilenin yaptığı zulümlere karşı onların metotlarını kullanarak karşı çıkacak İslam Dünyası’nın üç ayrı bölgesinde Kur’an ve hadislere uygun bir şekilde İslam’ı savunan üç büyük İslam âlimi ortaya çıkmıştır. İslam Dünyası’ndaki bu karşılıklara karşı Arabistan’da Ebu’l – Hasan el- Eş’ari, Mavaraünnehir’de Ebu Mansur el – Matüridi, Mısır’da da Ebu Cafer et – Tahavi yıkıcı akımlara karşı fikri olarak savaş açmışlardır.[16] Ancak Matüridilik, akaid sahasında ayet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel etmiş, Matüridi’den itibaren kelam metodunu gittikçe geliştirmiştir. Matüridi bazı konularda Selef’e Eş’ariye’den daha yakındır. Bazı konularda akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almıştır.[17] Fakat Hanefi âlimlerinin çoğu Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin Akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşünde olmuşlardır.[18]

Muhammed Ebu Zehra’nın, Matüridi’nin metodunu ve Kur’an’ı nasıl tefsir ettiğini şöyle açıklamıştır:

“Matüridi, aklı bilgi kaynaklarından biri olarak kabul etmekle beraber, aklın sapma yapacağı endişesini de taşımaktadır. Fakat, duyduğu bu endişe onu, fıkıh ve hadis âlimlerinin yaptığı gibi aklı hiçe saymaya götürmemiş; tersine, onu, akli olanın yanı sıra ‘menkul’ olana da dayanmak suretiyle sapmadan korunmaya ve ihtiyatlı davranmaya sevk etmiştir. Matüridi bu konuda şöyle der: “Kim, nakille beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.” Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır: Matüridi, şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi gerekli görmektedir. “Nasslarla yardımlaşarak akli delilere başvurmak” şeklinde ifade edilen bu ilke, Maturidi’nin, Kur’an’ı Kerim’i tefsir ederken de yol göstericisi durumundadır. Maturidi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve “Müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi Allah’a bırakmaktır. Maturidi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir çelişki yoktur.”[19]  

Matüridî’nin dine yaklaşımının akılcı ve ilimci olmasının yanında hoşgörülü ve taassuptan uzak bir anlayış içinde bulunması da ona saygınlık kazandırmıştır. O, kendi çağında, insanları kendi görüşlerine inanmaya zorlayan, kendi görüşlerine inanmayanları cezalandırmakla kendilerini görevli sayan farklı grupları (ehl ül-bid’at’ı) onaylamamıştır. Matüridî, ana inanç ilkelerini ilgilendirmeyen inanç ve eylem farklılıklarını hoşgörü ile karşılamış, kıbleye yönelen herkese mümin gözüyle bakmıştır. Açık bir (inanç esaslarıyla ilgili) yalanlaması (inkârı) olmadığı sürece insanların ibadetlerine ve işlerine karışılmaması kanaatinde olmuştur. Bu düşüncesini “amel”in (eylem”in) imana dâhil olmaması” formülüyle açıklamıştır. Daha açık ifadeyle Matüridî kıble ehlinin farklı eylem ile düşünceye sahip olmalarını hoşgörü ile karşılamış ve kendi prensiplerine uymaya ve inanmaya kimseyi zorlamamıştır.[20]

Fakat günümüzde milletimiz İslam’a zarar veren bazı tarikatlerin ve sapkınların etkisinde kalmış aklî düşünceden, hür ve müteşebbis iradeden uzaklaştırılmış, kaderci ve itaatkâr bir anlayışa sokulmuş ve tembelliğe sürüklenmiştir. Böylece halk isim olarak Matüridîyye’den olmalarına rağmen, onun akılcı, bilimci, hür irade anlayışından habersiz aklî ve tabiat ilimlerinden uzaklaşmış, teslimiyetçi bir anlayışın içinde yer almış, dinî yaşayışlarında da hurafe ve batıl inanışlara yönelmişlerdir.

Özellikle bazı cemaatlerin kendilerine göre dini yorumlamaları ve kendi çıkarları için kullanmaları neticesinde insanlarımız neye inanacağını şaşırmıştır. Bu yapılanlar İslam’a zarar vermekle birlikte insanlarımızı dinden de soğutmaktadır. Bu nedenle bazı cemaatlerin kendi çıkarları için uydurdukları şeylere inanmamak ve milletimizi yeninden İslam’ın özüne ısındırmak için Matüridi’yi milletimize tanıtılır ve onun din anlayışını benimsetilir, sevdirilirse akılcı, ilimci ve her türlü hurafeden uzak gerçek İslam’ın sevilerek, istenilerek yaşandığı bir Türk toplumunun oluşmaması için hiçbir sebep kalmayacağı düşüncesindeyim.     

 



[1] Kubilay Muhammet Özdemir, “Giresun Üniversitesi Tarih ve Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler   Bölümleri Mezunu ve İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/, İstanbul 2021 (benimtarihim1923@gmail.com)

[2] Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Fakülte Kitabevi, B.10, Isparta, 2013, s.18; Kubilay Muhammet Özdemir,”Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda İslam Dinini Yayma Çabaları”, https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[4] Engin Zafer, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Türk Dervişlerinin İzleri”, Türkler, C.9, Ankara, 2002, s.107; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[5] Ahme Akgündüzt ve Said  Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

 

[6] Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, a.g.e., s.34; https://kubilaymuhammetozdeemir.blogspot.com/2021/04/osmanli-imparatorlugunun-balkanlarda.html, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[7] Muaz Ergü, “Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik, Yasevilik”, http://www.dibace.net/soylesiyorum/turk-muslumanligi-hanefilik-maturidilik-yesevilik/, Erişim Tarihi: 03.05.2021

[8] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[9] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

[10] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[11] Şükrü Özen, “Maturidi”, https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi, Erişim Tarihi: 04.05.2021

[12] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26

[13] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.981

[14] Ahmet Vehbi Ecer, “a.g.m”, s.981

[15] Ahmet Vehbi Ecer, “Ebu Masnur el-Matüridi”, İslam Medeniyeti Dergisi, Mart 1973, s.11-13.

[16] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.983-984

[17] İlmihal İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C.1, Ankara 2010, s.26-27

[18] Muhammed Ebû Zehra, İslam’da itikadî, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Anka Yayıncılık, Çev: Sıbğatullah Kaya, İstanbul -?, s.183

[19] Muhammed Ebû Zehra, a.g.e., s.187

[20] A. Vehbi Ecer, Dinimiz İçin Dilimiz, Kayseri 2001, s. 1-9; Aktaran; Ahmet Vehbi Ecer, “Türk Kültür Tarihinde Ebu Mansur Muhammed Matüridi’nin Yeri ve Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, C.5, Ankara 2002, s.988


1 Mayıs 2021 Cumartesi

TÜRKLERİN ANADOLU’YA GÖÇLERİ








Kubilay Muhammet Özdemir1

ÖZET

Göç bir milletin hafızasını etkileyen ve derin izler bırakan en önemli sosyolojik ve psikolojik olaydır. Bazı nedenlerden dolayı topluluklar göç edebilir. Türklerde iklim şartları, siyasi olaylar, ekonomik vb. olaylar nedeni ile bulunduğu bölgeleri terk edip dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiştir. Bunlardan birisi de Anadolu’dur. Özellikle Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Anadolu’ya kitleler halinde giren Türkler bu bölgeyi yurt tutup vatanlaştırmaya başlamışlardır. Moğol saldırıları neticesinde onların önünden kaçan ikinci büyük kitlenin de gelmesiyle Anadolu’daki Türk nüfusu patlama noktasına gelmiştir. İşte bu makale de bu konulara değinilmiştir. Ayrıca Makalenin sonuç bölümünde her zaman tartışılan Anadolu’ya gelen Türkler ile yerli halkı karışıp homojen bir millet mi oldu? İddiasına da cevap da verilerek makale tamamlanmıştır.

Anahtar Kelimeler; Göç, Nüfus, Türkler, Anadolu, Selçuklu, Moğollar


GÖÇ

Milletlerin hafızalarında kalıcı izler bırakan göç, ilk insanın tarihiyle beraber başlayıp kıyamet kopana kadar da devam edecektir. Dolaylı olarak göç hadisesi yeryüzündeki yaşam döngüsünü belirleyecek ve şekillendirecek bir olgudur. Ayrıca, toplumsal değişme ve hareketliliğin oluşmasında önemli bir unsur olması sebebiyle din, dil, kültür, etnik ve demografik öğeleri de birlikte taşıyarak çeşitli coğrafi sahalarda yeni kültür, idari, siyasi teşekküller, etnik yapılar ve yeni milletlerin oluşmasına sebep olan önemli bir etkendir.

Göç yolları üzerinde bulunması ve stratejik konumu sebebiyle Anadolu coğrafyası güçlü devletlerin ve milletlerin sahip olmak istediği önemli noktalardan birisi olmuştur. Bu yüzden Anadolu’da birçok devlet kurulmuş ve yıkılmıştır. Bunun için yapılan her yeni arkeolojik kazı ve araştırmalar neticesinde farklı buluntular ortaya çıkmakta ve bu da bize Anadolu’daki çeşitli kültürlerin varlığını ispatlamaktadır.

Anadolu’yu yurt edinmek için en büyük mücadele Türkler ile Bizanslılar arasında olmuştur. Türklerin Bizans’ı 1071 Malazgirt Savaşıyla yenmesiyle birlikte Türk nüfusu Anadolu’ya akmaya başlamış ve bölgenin nüfusu Türklerin lehine dönüşmüştür. Bu göçler neticesinde Anadolu kalıcı bir Türk yurdu olmaya başlamıştır.

KISACA TÜRKLERİN GENEL GÖÇ HAREKETLERİ

Türkler bazı milletler gibi toplu olarak bir arada yaşamamıştır. Bu nedenle Türk tarihini incelemek zordur. Şüphesiz bunda Türklerin sürekli göç etmeleri ve dünyanın değişik yerlerine yayılmaları nedeniyle gittikleri mekânlar da yaşayış ve idarelerini incelemek zorlaştırmıştır. Türklerin bir kısmı bozkır tipi hayat yaşarken bir kısmı da yerleşik olarak yaşamıştır. Bir kısım bulunduğu coğrafyada siyasi nüfuzunu kaybetmişken diğer kısım ise başka milletlerin tarihleri ile iç içe girebilmiştir. Böylelikle Türkler birçok milletin de tarihin de izler bırakmıştır.

Hiç kuşku yok ki Türklerin bir millet olması da hiç kolay olmamıştır ve yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. Türklerin ilk yurtları ile alakalı birçok görüş vardır:

“Çin kaynaklarına göre (Altayların kuzeyi); Hammer, Vambery ve Oberhummer gibi düşünürlere göre (Kuzeybatı Asya- Tanrı Dağları arası); kültür tarihçilerine göre (İrtiş- Urallar arası, Altay-Kırgız Bozkırları, Baykal Gölünün Güneyi”2

Olduğunu dile getirmişlerdir. Bu kadar geniş sınırlar içerisinde büyük ve güçlü devletler kuran Türkler neden bu topraklardan göç etmek zorunda kaldılar bu sorulara cevap aramak gerekirse kısaca birkaç başlıkta toplayabiliriz.

Hemen şunu belirtmekte fayda var. Göçler rastgele yapılan bir toplumsal hareket değildir. Göçler ciddi nedenlere dayalı olmuştur. Hiçbir millet ve topluluk keyif için zorlu şartlara dayanarak göç etmez. Kuvvetli zaruretlerin olduğu apaçıktır.

İşte Türk topluluklarının da bu hareketlerini başlıklar halinde sıralarsak;

 

İktisadi Sebep; Fetih yolu ile ganimet elde edemeyince geçim sıkıntısı ve yokluk başlar bu nedenle başka imkânların olduğu yerlere göç etmeye başlarlar. Böylelikle göç edilen coğrafyanın el verdiği yerleri yurt edinip oraları kendilerine vatan kılarlar.

İklim Değişiklikleri; kuraklık nedeniyle hastalıkların artması, hayvanların yeterli otlak bulamaması gibi sebepler neticesinde göç edilmiştir.

Siyasi Baskılar; o dönemde gerek Çin gibi güçlü bir devletin olması ve Türklerin, Çinlilerin egemenliğinde yaşamak istememesi gerekse kendi aralarındaki boylar mücadelesi nedeniyle bağımsız yaşamak arzusuyla da göç edilmiştir.

Cihan Hakimiyeti Ülküsü; bütün Türkleri tek bayrak altında toplayıp dünyaya hakim olma düşüncesi sebebiyle de göç edilmiştir.

Bu yazılanları iki başlık halinde Ergünöz Akçora’nın eserinden naklen aldığım şu kısımla özetleyebiliriz;

“1- Fetih Yolu ile; bunda hareket noktası yeni bir vatan elde etmek olmuş. Yani belirli

gayelerden yoksun sırf macera olsun diye yapılan göçler olmamıştır. Bu göçlere hükümdar ve ailelerinin de katılmaları, onlara sıkı bir disiplin içinde hareket kolaylığı sağlamıştır. Ayrıca kutsal sayılan hanedan üyelerinin başta bulunmaları ve onlara duyulan saygı ve sevgi dolayısıyla hareket birliğini sağlamış, çeşitli coğrafi bölgelerde taşıdıkları misyon ve özellikleri rahatlıkla sergilemek imkanı bulmasını sağlamıştır.”3

“2- Sızma Yolu ile; ekonomik sıkıntılar içinde kalan Türk toplumları kendileri için yeni iş

imkanları aramak üzere çeşitli coğrafi mekanlara gitmeye başlamışlardır. Sağlam yapılı olan bu insanlar gittikleri yerlerde genelde paralı asker olmuş ve kendilerini sevdirip kabul ettirince daha sonra yenileri gelmeye ve zamanla büyük sayılara ulaşmayı sağlamışlardır.

Gizli göç olarak adlandırdığımız bu durum Türk toplumlarının bu bölgelere daha büyük göç imkanları ortaya koyarken bazen orada üstün kabiliyet gösteren Türkler askeri ve siyasi hayata hakim olmayı da başarmışlar ve devlet kurmaya yönelmişler, az bir sayı ile o toplumları yönetmeyi başarmışlardır.”4

 

Türkler dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışlardır. Ancak bu yayılmalardan Anadolu baz alınırsa şöyle açıklamak daha doğru olacaktır.

Anadolu’ya ilk Türk akınlarını M.Ö. devirlerden 3000-2000 yıllarına kadar götüren tarihçiler varsa da genel kabul gören düşünüş 4.yüzyılın ikinci yarısına doğru Avrupa Hun Devleti’nin gerçekleştirdiğidir. Ayrıca Anadolu’da bulunan ilk Türk izlerine de Doğu Anadolu bölgesinde bulmak mümkündür. Çünkü birçok yer adı, günümüze ulaşan arkeolojik buluntular o bölgede bir Türk kültürünün olduğunu bize ispatlıyor. Anadolu’nun stratejik konumundan dolayı Asya ve Avrupa ile Kuzey Afrika’dan göç eden topluluklar fetih, ticaret ve göç amaçlı olarak Anadolu’da bulunmuşlardır. Selçuklu Türklerinden önce rastlanan Türk izleri de işte bu sebepledir. (Zoroğlu, 2002, s.194)

Anadolu’ya ilk akınları yapan Türkler, Batı Hunları’dır. Bu kitle Türkistan’dan göç ederek Karadeniz’in Kuzeyinden Avrupa’ya doğru bir yol izlemişlerdir. Bu sırada önlerine çıkan Alan, Ostrogot ve Vizigotları yenip dağıtıp Avrupa Hun Devleti’ni kurmuşlardır. Bununla yetinmeyen Avrupa Hunları, Batı Roma ile Bizans’a seferler düzenleyip ele geçirmeye başladı (378). Daha sonra Balkanlar üzerinden Trakya’ya sefer düzenlediler. Hunların bir kısmı da Kafkasya’yı aşıp Anadolu’yu girmeye başladı (395). Erzurum, Karasu, Fırat, Malatya ve Çukurova’ya kadar geldiler. Ancak Urfa ve Antakya kalelerini kuşatmalarına rağmen almayı başaramadılar. Buradan Suriye’ye ve Kudüs’e yöneldiler ancak fazla kalmadılar. Sonra tekrar geldikleri yoldan dönerek kendi yurtlarına geri gittiler. Fakat akınlar burada sınırlı kalmadı. İki yıl sonra Bizans’ın içinde bulunduğu sıkıntılardan faydalanarak Anadolu içlerine tekrardan akınlar yaptılar. Fakat bu akınlar Anadolu’da kalıcı olmak için yapılmadı.5

Urfa Piskopusu Efraim Hunların Anadolu’ya yaptığı seferleri aynen şöyle tanımlar;

 

“Onlar Ye’cüc ve Me’cüc süvarileridir. Atları ile fırtına gibi uçarlar. Onlara hiç kimse karşı koyamaz.”6

Türklerin Anadolu’ya ikinci gelişleri Hunlardan sonra Sabar yada Sibirler denilen Türklerle olmuştur. Öncelikle Hunlara bağlı olan Sabarlar sınırlarını Doğu Avrupa’ya doğru genişleterek bağımsızlıklarını kazandılar. Öncelikle Sasaniler ile bir ittifak kurup Bazans’a saldırıp Kafkasya’nın Güney’ine kadar olan kısımları aldılar. Bunu izleyen süreçte Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya giriş yapıp Doğu ve Orta Anadolu’ya harekatlar düzenleyip ganimetler elde ettiler. Kayseri, Konya ve Ankara’ya kadar ilerleyip tekrar aynı yoldan geri döndüler. (Sevim, 2000, s.14)

Bunun yanı sıra Anadolu’ya giren bir diğer Türk Boyu ise Hazarlar’dır. Bizans’a karşı akınlar yapıp Anadolu’ya girip bölgedeki Arap Emirliklerini yıkmıştır. (Güzel ve Seferoğlu, 1986,s.38) Anadolu’ya sadece Kafkas bölgesinden değil Balkanlar üzerinden gelen Türk göçleri de vardır. Balkanlarda gelen Türklerle ilgili kısmı konunun bütünlüğü açısından Abdullah Kaya’dan naklediyoruz;

“530 yılında Bizans tarafından bozguna uğratılan Bulgar Türklerinin bir bölümü, Anadolu’ya geçirilerek Trabzon havalisi ile Çoruh ve Yukarı Fırat bölgelerine iskân ettirilmişlerdi.

Bizans imparatoru II. Justinyen ve Heraklius, Farslılar ile savaşmaları için Avar Türklerinden bir kısmını Balkanlardan Anadolu’ya getirerek doğuda İran sınırlarına yerleştirmişlerdi. Yine 755 senesinde Bizans İmparatoru V.Konstantinos, Bulgar Türkleri’nin bir kısmını Araplarla savaşmaları için Balkanlardan Anadolu’ya getirip Tohma ve Ceyhan havzalarına iskân ettirmişti. Bulgar Türklerinin dışında Avar, Peçenek, Uz, Kuman-Kıpçak Türkleri de Bizans ordusunda önemli hizmetlerde bulunmuşlardı. Bunlar Bizans tarafından Fars, Arap ve Ermenilere karşı topraklarını korumak üzere Balkanlardan Anadolu’ya geçirilip değişik yerlere iskân ettirilen Hıristiyan Türkleridir. Bu Türkler Anadolu’nun yerleşme tarihinde önemli rol oynamışlardır. Bunlar Oğuz Türklerinden evvel Anadolu’ya gelmiş buralarını yurt edinmişlerdi. Bu Türklerden Kuman-Kıpçakların Anadolu’ya gelişleri iki yoldan olmuştur. Gürcistan üzerinden Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’e yerleşenler ile Bizans tarafından sınırları korumak üzere Balkanlardan getirilenler. Değişik nedenlerden dolayı Anadolu’ya gelen Türklerin çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya iskân ettirilmişlerdi. 1065 senesinde Tuna nehrini geçen Uzların 600 bin, daha evvel güneye inen Peçeneklerin 800 bin kişi olmaları ve bunların Anadolu’ya yerleşmesinin iki asra yakın devam etmesi, Balkanlardan Anadolu’ya gelen Türklerin hiç de azımsanamayacak kadar çok olduğunu göstermektedir. Bizans, Balkanlardaki Hıristiyan Türkleri özellikle Müslümanlarla savaştırmak üzere hudut bölgelerine yerleştirmişti. Bundan dolayı Kapadokya ile Toros geçitlerinde Hıristiyan Türkler oldukça fazla bir yoğunluğa sahipti. Malazgirt Zaferi’nden sonra Müslüman Türklerle iç içe yaşayan bu insanlar dinleri olan Hıristiyanlığı ve dilleri olan Türkçeyi uzun süre korumuşlardı. Türkmen akıncılarının Anadolu kapılarına kadar uzanmasında, X. yüzyıldan önce diğer Türk kavimlerinin Anadolu’ya yapmış olduğu akınlarının payı büyüktür.”7


Böylelikle Anadolu’nun çok eski tarihlerden beri Türk yurdu olduğunu belirtmek ayrıca bu Türk kitlelerinin Anadolu’nun Türkleşmesinde, Türk kültürünün korunmasında ve Anadolu’yu koruyan bir tampon kitle konumunda olmasında önemli bir vazife üstlendiklerini söylemek yanlış olmaz.

 OĞUZ TÜRKLERİNİN ANADOLU’YA GELİŞ SÜRECİ

 Bu dönemde Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş sürecini incelemeliyiz. Çünkü bu dönemde Türkler Selçuklularla ile birlikte Anadolu’ya göç etmeye başladılar. Bu yüzden Selçuklu tarihi mühim bir nitelik kazanmaktadır. Devlete ismini veren Selçuk Bey Oğuz Yabgu Devletinde Sübaşı (Ordu Komutanı) görevindeydi. Zaten Selçuk Bey’in babası da yine aynı şekilde Oğuz Yabgu Devleti’nde Sübaşı idi. Selçuk Bey’i de kendi gibi yiğit bir asker olarak yetiştirdi.

Ancak Dukak8 ölünce Oğuz Yabgu hükümdarı babası gibi yetenekli olan Selçuk Bey’i henüz 18 yaşındayken Selçuk Bey’i Sübaşılığa getirdi. Ancak onun bu görevi gelmesiyle her geçen gün itibarını arttırması ve kurultayda Yabgu’nun belirlediği protokole göre değil de onun bir üst makamına oturması hükümdar ile Selçuk Bey’in arasını açmıştır.

Bu sebeple Selçuk Bey’in hayatı tehlikeye girince mahiyetini ve kendisine bağlı askerleri alarak Cend şehrine gelerek buraya yerleşti.9 Türkler ile İslam ülkeleri arasındaki sınırda bulunan Cend şehri yine Oğuz Yabgu Devleti’ne bağlı çoğunluğu Müslüman olan bir şehirdi. Selçuk Bey buraya gelince radikal bir karar alarak Müslümanlığı seçti ve burada varlığını koruma mücadelesi verdi. Selçuk Bey’in yaktığı bu mücadele ateşi daha sonra Arslan Yabgu ve torunları Tuğrul ve Çağrı Bey’ler ile daha da ileri bir noktaya taşındı. Maveraünnehir ve Horosan’da Karahanlı ve Gaznelilere karşı savaşıldı. Sonuç itibariyle Selçuklular; Gaznelileri Serahs’ta (1038) savaşıyla yenip devletin temelini attılar. 1040 Dandanakan Savaşıyla beraber resmen bağımsızlıklarını ilan ettiler.10

Selçuklu Beylerinin ilk hedeflerinden birisi de İslam aleminin birliğini ve bütünlüğünü korumak olmuştur. Çünkü İslam dünyası çeşitli idareciler yüzünden bölünmüş ve fetihler artık durmuştu. Bu nedenle devletin ilk sultanı Tuğrul Bey başta olmak üzere Alp Arslan ve Melikşah gibi Selçuklu sultanları bu gidişatı değiştirmek için büyük uğraşlar vermişlerdir. Bunun yanı sıra İslam dünyasının en büyük rakiplerinden biri olan Bizans’ı da unutmayarak idaresi altındaki Anadolu topraklarına akınlar düzenlemeyi de unutmadılar.

İLK SELÇUKLU AKINLARI

 

Selçuklu Devleti adını kurucusu Selçuk Bey’den almıştır. Aynı zamanda Selçuklular Oğuzların 24 boyundan Kınıklara mensuptur. Selçuklular 11.yüzyılda Ceyhun’u geçip Gazneliler ile mücadele edip İran ve Azerbaycan’ın bir kısmını ilhak ettiler. Özellikle Selçuk Bey’in Cend’e gelerek orada radikal bir karar alıp Müslümanlığı seçmesi ile beraber Oğuzlar İran’ın Batısı, Azerbaycan ve Anadolu’nun Doğu kısımlarına tamamen yerleşen Selçuklular, Doğu Anadolu’ya 1015-1020 yıllarında girmişlerdir. Bu giriş Tuğrul ve Çağrı Beyler ile birlikte olmuş ancak Anadolu’yu vatan Savaşı 1048’de Pasinler Savaşı ve ardından 1071’de Bizans’a karşı kazanılan Malazgirt Savaşıyla Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. 1176’da yine Bizans’a karşı Miryokefalon Savaşı’nın kazanılmasıyla bu sefer Anadolu’nun tapusu alınmış oldu.

Konunun derinliğine girmeden önce Salim Koca’nın da yazdıklarımıza destek olması amacıyla eserinden bir bölümü nakletmeyi uygun görüyoruz;

“Dandanakan zaferiyle Türklüğün önüne İslam Dünyası, Malazgirt Zaferiyle de bütünüyle Anadolu açılmıştır.” Yine Salim Koca’dan alıntı yapacak olursak “Türkmen (Oğuz) kitleleri,

nasıl Dandanakan zaferinden sonra bir sel halinde İslam ülkelerine yayıldılarsa, aynı şekilde Malazgirt zaferinden sonra da tıpkı birbirini izleyen dalgalar halinde bölük bölük Anadolu’ya akarak, burada kendi hayat tarzlarına uygun buldukları sahalara yerleşmişlerdir.”11


Bu yeni topraklara akın edercesine gelen Türkler, Anadolu coğrafyasını besledikleri nüfus potansiyelleri ile Türkiye Selçuklu ve Osman İmparatorluğu gibi iki büyük devleti Türk ve dünya tarihine geçmesini sağlamıştır. Türklerin Anadolu’ya göç etmeleri Anadolu’nun

Türkleşmesi ve İslamlaşması açısından büyük önem teşkil etmiştir.


Özellikle 13.yüzyıl Anadolu için en önemli olay Moğol istilasıdır. Çünkü Moğollar geçtiği coğrafyada büyük değişiklikler getirmiştir. Yapıcı olmayan ama yıkıcı olan değişikliklerdir. Moğollar, Türkistan’da Türklere ağır baskılar uygulamıştır. Bununla da yetinmeyerek Anadolu’yu istila hareketlerine girişmiştir. Selçuklu Devleti ise bir sürü meseleler ile uğraşmak zorunda kalmıştır.

Bunlardan bazıları şunlardır; 1262’de Karamanlılar isyan ederek Konya üzerine yürümüşlerdir. 1276’da Moğollara karşı Hatıroğlu İsyanı çıkmıştır. 1277’de Mısır Memlük Sultanı Baybars’ın, Hatıroğlu’nu desteklemek için Anadolu’ya girip Kayseri’ye kadar gelmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey 1277’de Konya’ya yeni bir sultan tahta çıkartma girişimi ile birlikte Cimri hadisesi gibi çeşitli siyasi, ekonomik ve sosyal çalkantılar meydana gelmesi devleti iyice çöküş sürecine sokmuştur. Moğol İstilaları Anadolu’da Türklüğün kalıcı olmasına vesile olmuştur. Çünkü Moğol istilalarından kaçan Türkler Anadolu’ya gelerek ikinci büyük çapta bir Türk göçüne sebep oldu. Bu göçler neticesinde Anadolu’daki Türk nüfusu diğer unsurların çok üzerinde bir oran oluşturmuştur.

Türklerin Müslüman olmaları Anadolu’da İslamiyet Türklükle yoğrulup Türk-İslam medeniyetinin gelişme göstermesine neden olmuştur. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşması yeni gelen nüfusla daha da dinamik bir hal alarak kalıcı olma sürecine girmiştir. Çünkü 1243’de Moğollar ile yapılan savaşı Selçuklu’nun kaybetmesi ile devlet çöküş sürecine girmişse de uç noktalarda bulunan Türkmen komutanlar ve beyler tarih sahnesine çıkıp kendi beyliklerini kurmuşlardır. Böylelikle Anadolu’da yeni bir toplumsal yapı ile Türkleşme sürecine girmiştir (Turan, 1999, I:5; Turan, 2010:70-71).

Parçalanan Selçuklu Devleti’nden sonra beylikler bağımsızlıklarını ilan edip Anadolu’da nüfuzlarını arttırmıştır. Selçuklu Devleti’nin yönetimini ele geçiren Moğollar parçalanma sonucu oluşan bu beylikleri destekler görünmektedir. Moğol ordusunun beslenme ve zorunlu ihtiyaçlarını temini büyük bir ekonomik zorluk yaratmaktaydı. Halk vergiden belini doğrultamıyordu. Ayrıca Sultan Baybars da 1277 yılında Anadolu’daki bir Moğol ordusunu yok etmiştir. Bu durum Moğol Hükümdarı olan Abaka Han’ı kızdırmış böylelikle masum insanları katledilmesi emrini vermiştir. Selçuklu Devleti’nin Moğolların eline geçip aciz bir duruma düşmesi sonucunda “Uç Beyliklerini” doğal olarak savunma geçirmiştir.12

Uç Beylikleri, Moğollardan kaçan göçer Türkleri kendi yanlarına almak zorunda kalınca, onları yerleşme sahası bulmak için Bizans sınırlarına baskınlar yapılmıştır. Türkmen içinde beyliğinde barındırmaya çalışan uç beyliklerinden birisi de Osmanlı Beyliğidir. Buraya kadar anlattığım bu siyasal gelişmeler sonucunda Oğuz-Türkmen boylarının göç yönleri hep batı kısımları olmuştur. Böylelikle uçlardaki nüfus kitlesinin büyük bölümünü göçer Türkmenler oluşturmaktaydı. Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yılı olarak gösterilen 1299’a kadar, Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki hakimiyeti iyice bittiğini gösteriyordu. 13

SONUÇ

Türkistan coğrafyasından başlayan göç hareketleri sonucunda dünyanın değişik yerlerine yayılan Türkler bu göç yollarından birini de Anadolu olarak tercih etmiştir. Her ne kadar Türklerin gelmesinden sonra bölge Haçlı, Moğol ve daha sonra Osmanlı’nın son yıllarında işgale uğrasa da Anadolu’yu günümüze kadar elimizde tutmayı başarabilmişiz.

Özellikle bir konuya temas etmek istiyorum. Türklerin Anadolu’ya geldiğinde buranın yerli halkı ile karışıp homojen bir yapı olduğu hakkında söylentiler var. Bu söylentilerin hepsi asılsızdır. Makalede de anlattığım üzere Türkler Anadolu’yu keşif amaçlı harekatlar yaptıklarında bölgenin boş olduğunu ve kendilerine karşı gelecek büyük bir güç olmadığını gördüler. Ayrıca Türkler Anadolu’ya göç etmeye başladıklarında aynı zamanda Anadolu’nun yerli halkı da Batı’ya doğru Türklerin önünden kaçarak yer değiştirdiler. Özellikle Moğollardan kaçan Türkmenlerde Anadolu’ya kitleler halinde gelince Anadolu’da bir Türk nüfusunun sıkışma durumu meydana geldi. Böylelikle Anadolu’nun yerli halkından kat ve kat nüfus sayısı olarak üstün bir topluluk oluşmuş oldu. Bu durumlara bakarak Anadolu’da yerli halk ile Türklerin bütünüyle karışıp homojen bir yapı oluştu iddiası asılsız olmuş olur.

Sonuç itibariyle yapılan göçler sonucu Anadolu yurt tutulmuş, Osmanlı’nın uyguladığı iskan ve ismalet politikası ile vatanlaştırılmış ve Türkiye Cumhuriyet’i döneminde yapılan nüfus mübadelesi ile son şekli verilmiştir.

DİPNOTLAR

1 Kubilay Muhammet Özdemir, İstanbul Ayvansaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Tezli Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul, 2020. (benimtarihim1923@gmail.com)

2 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.48

3 Ergünöz Akçora, “Türk Tarihinde Göçler ve Önemli Sonuçları”, Bilig,2/Yaz’96, Ahmet Yesevi Üniversitesi

5 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.70-73.

6 Abdullah Kaya, “Başlangıcından 1071’e Kadar Türklerin Anadolu’ya Akınları Hakkında Bir Değerlendirme”, Ekev Akademisi Dergisi, Yıl:18, Sayı:59, Bahar-2014, s.214

7 Abdullah Kaya, “Başlangıcından 1071’e Kadar Türklerin Anadolu’ya Akınları Hakkında Bir Değerlendirme”,

Ekev Akademisi Dergisi, Yıl:18, Sayı:59, bahar-2014, s.215

8 Ali Sevim ve Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1995, s.15

9 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1997, s.147

10 Faruk Sümer, Oğuzlar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1999, s.114

11 Salim Koca, Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Berikan Yayınevi, bas.2, Ankara, 2013,s.17

12 Ergin Ayan, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, say:13, Erzurum, 1999, s.278

     13 Ayan, a.g.m.,s.278


Diğer Yayınlar