22 Aralık 2018 Cumartesi

GENÇ CUMHURİYETİN İLK ÖĞRETMENLERİNDEN ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY VE MENEMEN OLAYI




Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerini hedef alan bir ayaklanma ve Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından birisidir. Çünkü bu ayaklanma genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925 Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır. 23 Aralık 1930 sabahı bundan tam 88 yıl önce sabahın erken saatlerinde ortalıkta dolanan altı kişi “Biz şeriat ordusuyuz” deyip Müftü Camiine giriyorlar. Elebaşları olan Giritli Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendisini “Mehdi” olarak tanıtıp dini korumaya geldiklerini ve arkalarında 70.000 kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylüyor. Bunun üzerine camideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya takıp Menemen’de kazdıkları bir çukura bayrağı dikiyorlar. İnsanları Halife ordusu gelecek diyerekten korkutup yanlarına çekip isyan başlatmaya çalışıyorlar. Bu durum askeri birliklerin içerisinde duyulmaya başlandı. Bunun üzerine Alay Komutanı, Öğretmenlik eğitimini tamamlamış askerliğini Yedek Subay olarak yapmakta olan 23 yaşındaki Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı olaylara müdahale etmesi için bir manga askerle gönderir. Asteğmen Kubilay olay yerine vardığında askerlerinin yanından ayrılıp isyancıların yanına gider. Çünkü askerin silahında öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Bu yüzden askerleri zarar görmesin diye isyancıların arasına sokmak istemez. Ancak Kubilay, Derviş Mehmet tarafından tabanca ile kolundan vurulur. Bunu gören Kubilay’ın mangası ateş eder ancak tüfeklerde manevra mermisi olduğu için öldürücü etkiye sahip değildir ve Derviş Mehmet çevresindekilere “bakın bana kurşun işlemedi” der. Bunun üzerine Kubilay Cami avlusuna doğru kaçmaya çalışır. Ancak isyancılar Kubilay’ın peşinden gelerek onu yakalarlar. Tarihin en kötü vahşeti işte orada yaşanır.

Hem bir Öğretmen hem de bir Türk Askeri Üniforması taşıyan Kubilay’ı çantasından çıkardığı testere ağızlı bağ bıçağı ile yaralı Kubilay’ın başını keser ve sopanın ucuna takıp sokak sokak gezdirirler. Bu sırada olay yerine gelen Bekçi Hasan ateş edip gruptan bir kişiyi vurup yaraladı. Ancak karşı ateş sonucu şehit edildi. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki’de açılan ateş sonucu oda şehit edildi. Bunun üzerine askeri birlik yetişir komutan teslim olun der. Derviş Mehmet yine bana kurşun işlemez derken. Komutan ateş emri verir ve bunun üzerine Derviş Mehmet’e dahil bazı isyancılar yere serilir. Çünkü yeni gelen birliğin tüfeğinde manevra mermisi yok gerçek mermi vardır. Bazı isyancılarda kaçar ancak hepsi yakalanır.

Bu olay üzerine Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931’den itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkı yönetim ilan edilmiş ve 1.Kolordu komutanı vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divan-ı Harp kurulmuştur. Olaya doğrudan ve dolaylı olarak katılan bütün sanıklar Menemen’de 18 gün boyunca yargılanır. Bunun sonucunda 40 kişi sorumsuzluğu nedeniyle salıverilir, 27 sanık beraat eder, 41 suçlu çeşitli hapis cezaları alır, 36 kişiye idam cezası verilir. Ancak bazılarının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları hapse çevrilir. 28 sanık 3 Şubat 1931 gecesi Menemen’de bazıları da Kubilay’ın başının kesildiği yerde idam edildi. 

Menemen’de Kubilay ve iki bekçi için anıt dikildi. Anıtın üzerinde şöyle yazar; “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.”

Şunu belirtmeliyim ki Atatürk bu olay üzerine çok kızmıştır. Gereğinin yapılmasını derhal emir buyurmuştur. Nitekim isyancılarda layık olduğu cezaya çaptırılmıştır. İşte o zamandan bu zamana Daeş, Haşhaşi ve Fetö kafası Türk Milleti, Türk Askeri ve Türk Devleti ile uğraşmakta fakat canımızı yakmakla beraber istediklerini alamayıp devletimizi yıkamamaktadırlar. Çünkü 1930’da Öğretmen Asteğmen Kubilay, Hasan ve Şevki Bekçiler, 15 Temmuz’da da 248 şehidimiz bu memleketi ve devleti korudular. Evet. Bu katiller onları şehit edip canımızı yaktı ancak hiçbir zaman istediklerini alıp başaramadılar.

Henüz 23 yaşında genç cumhuriyetin ilk Öğretmenlerinden olan Kubilay'ı hiçbir zaman unutmayacağız ve bu kahramanı her daim anlatmaya, yazmaya devam edeceğiz. Ruhun şad olsun Kubilay. Ayrıca Mustafa Kemal ve kurucu kahramanlarımıza, terörle mücadelede şehit düşen kahraman askerlerimize Allah'tan rahmet niyaz ediyorum. Gazilerimizi de minnetle yâd ediyorum. 

17 Aralık 2018 Pazartesi

YÜKSEK TÜRK KÜLTÜRÜ MİLLİYETÇİLİK




Yeniden dünyaya hakim olmak için “Yüksek Türk Kültürüne” dönmek gerek. Çünkü Türk Milleti Adem oğlu Nuh oğlu Yafes oğlu Türk’ten beri yeryüzünde yaşamış ve hâlen varlığını sürdürmekte olan kadim bir millettir. Asil Türk Milleti ve Kağanları inandıkları kutlu davada her zaman dünyaya yön vermiş ve medeniyeti, hoşgörüyü ve adaleti tesis etmiştir. Fethettikleri toprakları vatanlaştırmış gittikleri yerlerde hiçbir zaman bozgunculuk ya da sömürü faaliyetleri yapmamışlardır. İslam ile şereflendikten sonra ise Türk-Cihan hakimiyeti ülküsü Allah’ın adını yayma ülküsüne dönüşmüştür. Özellikle Gazne Devleti’nin sultanı Gazneli Mahmut’un ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Abbasi Halifelerini ve Bağdat’ı koruyup hizmet etmeleri bu ülkünün birer örnekleridir. Bazı hadislerde Türklerin övülmesi İslam’a hizmet etmede Arapların işi gevşekliğe vurması ve Emevilerin ırkçılık yapması neticesinde Yüce Allah İslam’a hizmet görevini Türklere vermiştir. İslam'ı Kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed tebliğ etmiş ancak İslam'ı Türkler korumuş ve geniş kitlelere yaymıştır. Nitekim Türk Hükümdarları yedi iklim üç kıtaya İslam’ı yaymak için mücadele etmişlerdir. Bunun sonucunda dünya Türk Askerine “Muhammedin Ordusu” demeye başlamış ve Türk Askeri “İslam’ın Son Ordusu” olarak görülmüştür.

Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinde dediği gibi;
Şu kopan fırtına Türk Ordusudur yâ Rabbi,
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi,
Tâ ki, yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galip et; çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

İşte bu ordu her ne kadar içten ve dıştan saldırılara maruz kalsa da hiçbir zaman kuvvetini kaybetmemiş ve on sekiz yaşındaki bir delikanlı gibi gençliğini ve kuvvetini muhafaza etmiştir. Fetö’nün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içerisine sızdırdığı hainlerle 15 Temmuz darbe girişimine kalkışması sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri kan kaybetmiş ancak kanını emen içerisindeki sülükleri temizleyip kırk günde hemen toparlanıp Fırat Kalkanı adını verdiği sınır ötesi operasyon yapmıştır. Bu hızlı toparlanma dünyanın hiçbir ordusunda bu kadar kısa sürede olamaz. Hem de bu kırk gün içerisinde Türkiye’de Karkamış, Atatürk Havalimanı, Ankara, Elazığ, Gaziantep ve Van saldırıları olmasına rağmen kısa sürede toparlanmış ve sınır ötesi operasyonu gerçekleştirmiştir. Bu harekatı 20 Ocak 2018’de başlatılan Zeytin Dalı ve Afrin operasyonları izlemiştir. Bu operasyonlarla Türk Askeri ve Türk Milleti dünyaya ve düşmanlarına mesaj vermiştir. Şimdi ise bu tarihlerde yeni sınır ötesi operasyonları başlamış ve daha büyük operasyonlar için hazırlıklar yapılmaya başlanmış.

Peki bu teşkilatlanma bu vatan sevgisi bu ruhun kaynağı nedir?

Bu ruhun kaynağı atalarımızın yaptığı tarihten aldığımız ilhamdır ve Türk Milletçiliği fikriyatıdır. Türk Milliyetçiliği fikriyatıyla Türk Milleti bu badireleri atlatmış Emniyet, Mit ve TSK bu fikriyatın ruhu ile mücadelelere girişip başarı sağlamıştır. Vatan ve millet aşkını bize öğreten Mete Han’dan beri bu böyledir. Ancak kimi kişiler Yüksek Türk Kültüründen doğan Türk Milliyetçiliği yerine Ümmetçiliği Türk Milletine dayatıp sanki Türk Milliyetçiliği İslam karşıtıymış, ırkçılıkmış gibi göstermeye çalışmışlardır.
Ancak bunun cevabını Türkçülüğü sistemleştiren ve Türk Milliyetçiliğinin fikir babası olup bu fikri sağlam bir zemine oturtan Diyarbakır doğumlu Ziya Gökalp “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” adlı eserinde bu suçlamalara şöyle cevap veriyor.

Türklerde ulusçuluk duygusu uyanmaya başlayınca, Türk sözcüğü başka tür saldırılara da uğradı. Hülâgu’nun vahşice zulümleriyle Türkçülük arasında bir ilişki varmış gibi, saldırıları hileleri yapıldı. Bir yandan da Türkçülük İslamcılığa aykırı olmakla suçlandı. Oysa Türkçülerin amacı, çağdaş bir İslam Türklüğüdür. Türkçülerin ulusçuluk ülküsü, Türklükse; ümmet ülküsü de, İslamlıktır. Yani Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır. Yalnız Türkçüler, İslam ümmetçisi olarak kendilerini “İslam Milliyetçileri’nden” ayırt ederler. Çünkü İslam kavimlerinde ulusallık duygusunu ortaya çıkarmayan böyle doğal olmayan bir birleşmeyi bu gün ne Türkler ve Araplar, ne Hintliler ve Afganlarlılar, ne Berberiler ve Farslar kabul edebilirler. Türkler, ulusal ülkülerini güçlendirmek için dindaşları ve yurttaşları olan hiçbir kavme karşı “ulusal kin” duygusu aşılamaya yeltenmediler. İslam ümmetçiliğini anlamamış olan Abdullah Nedim’lerin, Fraşerli Naim’lerin bu yanlış yoluna gitmediler.”[1]
Ziya Gökalp bu eserinde Türkçülüğün İslam karşıtı olmadığını bilakis Türkçülüğün aynı zamanda İslamcılık olduğunu vurguluyor.

Aynı eserinde Ziya Gökalp şunu da belirtiyor.  “Ulusallık duygusu bir kavimde uyandıktan sonra komşu kavimlere de kolayca yayılır. Ulusallık ülküsü önce Müslüman olmayanlarda, sonra Arnavut ve Araplarda ve en sonunda Türklerde ortaya çıktı.

Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir. Osmanlı Devletini Türkler oluşturmuşlardı. Bu yüzden Türkler ilkin sezgisel bir sakınma ile bir ülkü için var olan bir toplumu tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdi. Bunun için Türk düşünürleri, “Türklük yok, Osmanlılık var” diyorlardı. Fakat acıklı denemeler gösterdi ki Osmanlı sözündeki yeni anlamı, Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni anlamın ileri sürülüşü yalnız faydasız olmakla kalmıyor; devlet ile uyruklar ve özellikle Türkler hakkında pek zararlı sonuçlar doğuruyordu. Sırf uyrukları bir arada tutmak için “Ben Türk değilim, Osmanlı’yım” diyen Türkler, uyrukları anlaşmaya razı edemeyeceklerini sonunda pek acı bir şekilde anladılar. Artık ulusallık duygusunun egemen olduğu bir memleketi, ancak ulusallık zevkini benliğinde duyanlar yönetebilirdi.”[2]

İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz? 
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme; 
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek.






[1] Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bordo Siyah yayınları, İstanbul, 2010, s.61,62.
[2] Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bordo Siyah yayınları, İstanbul, 2010, s.22,23,24.

1 Aralık 2018 Cumartesi

OSMANLI’DA ŞEHZADELER




Padişahın erkek çocuklarına Şehzade kız çocuklarına Sultan denirdi. Şehzadeler 5-6 yaşlarına gelince merasimle dersleri başlatılırdı. Şehzadelerin saraydaki eğitimi 10-12 yaşlarına kadar devam ederdi. Bundan sonra 17.yüzyılın başlarına kadar olan dönemde şehzadeler sancağa çıkar ve burada ileri de padişah olacağı dikkate alınarak ülkenin en iyi hocaları tahsis edilirdi. Sancağa çıkan şehzadelerin yanına Lala denilen tecrübeli devlet adamlarından birisi verilir ve ona devlet yönetiminin incelikleri öğretilirdi. Sancak teşkilatı merkez teşkilatının çok küçük bir kopyası olduğu için şehzadeler sancaklarda yönetim stajı yapmış gibi olurlar.

Şehzade ergenlik çağına geldiği zaman kendilerine cariyeler tahsis ediliyordu. Ancak cariyelerin yanı sıra 15.yüzyılın sonlarına kadar siyasi evliliklerde yaptılar. Anadolu Beylik hanedanına mensup kızlar ve Bizans prensesleri ile resmen evlendiler. Bunlar devletin o andaki askeri ve diplomatik konumunu güçlendirmek amacını taşıyan siyasi nitelikli evliliklerdi. 16.yüzyıldan itibaren şehzadelerin tanınmış hanedan ve ailelerin kızlarıyla evlenme geleneğine son verildi. 17.yüzyıldan itibaren taht kavgalarını önlemek amacıyla şehzadelerin sancağa çıkma geleneğine son verildi. Şehzadeler, Topkapı Sarayı’nın kafeslik veya şimşirlik diye adlandırılan bölümlerinde kapalı bir hayat yaşadılar. Bu kapalı hayat çeşitli entrikalar, öldürülme korkusu son dönem şehzadelerinin çoğunda bir takım ruhi sıkıntılar meydana getirmiştir. Bu yüzden 1-2 istisna hariç son dönem padişahlar yükseliş dönemi dirayetli iş bilen padişahları gibi olmamıştır.

Diğer Yayınlar